Kadim Kültürde Bizlik Duygusu ve Kültürel Kimliğin Oluşması

Tuğba ÖNCE

Bir medeniyet, bir kültür tasavvur edin… O medeniyet, dilerse tek bir merkezde buluşabilir ve anlaşabilir… İnsana aitlik duygusunu kazandırmak için eğitim/öğretim yeterli olmayabilir. Toplumun aidiyetlik duygusu ve kültürel benliğinin ve hüviyetinin oturması için eğitim/öğretimin yanında sanat ve mûsikî de bu duyguyu olumlu yönde destekler. Anadolu’yu bu kültürü ayakta tutan, toplumu bir tutan birleştiren en önemli unsurlardan bazıları Türk’ün Mûsikîsi ve Geleneksel Türk Sanatlarıdır.

Türküler, bu kültürel birlik içerisinde önemli bir etkiye sahiptir. Hep dillendiririz ve inançla söyleriz ki türküler, Türk’ü anlatır. Bizden, Anadolu’dan bir parça taşır. Bir gönlün bestesidir. Dünü, bugünü ve yarını anlatır. Geçmiş ile gelecek arasında köprü vazifesini en iyi şekilde üstlenmiştir. Kendi kültürümüzün türkülerini özümseyemeyip; Batı’nın senfonisini, operasını kendimize örnek alıyoruz. Batı’nın kültürünü almak yerine ilmini, fennini alsak bu millet muasır medeniyet yolunda ilerleme konusunda büyük adımlar atacaktır. Yüzümüzü Doğu’ya çevirmemiz gerekiyor. Bu kâdim kültürün türkülerini özümsemeden, derûnunda, gönlünde hissetmeden Batı’nın operasını dinlemişsin bir anlam teşkil etmez. Bir gönlün bestesini ahenkli sadâsını ve türkülerini dinlemeyen nesle ve Batı’nın bize empoze etmeye çalıştığı operaya aşina değiliz. Biz Neşet Ertaş dinlemeyen nesle de aşina değiliz.

Bu kâdim kültürümüzün ayakta kalmasını sağlayan geçmiş ile gelecek arasında köprü vazifesi gören bir başka unsur da Geleneksel Türk Sanatlarımızdır. Geleneksel Türk Sanatları, Anadolu’nun binlerce yıllık tarihinden gelen ve Türk kültürünün zenginliklerinden oluşmuş bir medeniyete vasıl olmuş halidir. Öyle ki bir millet, kendi öz değerlerini birleştirerek zengin bir mozaik oluşturmuştur… Geleneksel Sanatlarımızdan Hüsn-i Hat, Ebru, Tezhip, Minyatür sanatını icra eden bir nesil yetişiyor mu? Geleneksel sanatlarımızın takipçisi ve koruyucusu muyuz? Sanata ve sanatçıya uzak oluşumuz neden? Bunlar cevap bekleyen sorular arasındadır.

Her insanın yaratılırken bir görevi icra etmek için gönderildiği kanaatindeyim. Dünyaya geliş amacımızın gayesi de bu kâdim yolculukta hoş bir sadâ bırakmak değil mi? Öyleyse bu güzelliklerin, bu kültür mirasının geleceğe taşınması için köprü vazifesini üstlenmemiz gerekmektedir. Köklü mâzimizin koruyucusu olmak, değerlerimize sahip çıkmak insanlık adına büyük önem teşkil etmelidir. Zirâ yozlaşmaya hazır olan bu kültür medeniyetini ayakta tutmak ve ilerlemesini sağlamak oldukça güç olacaktır. Türk toplumunun edebiyatına, mûsikîsine, sanatına hayat verip yeşertmesi gerekir. Sanatın gelişip toplum indinde bir değere sahip olabilmesi için sanatçının hem manen hem de madden desteklenmesi ve bu tür sanatlara ilginin artırılması kanaatindeyim. Sanat, sanatçısı ile vâr olur ve öz sanatını geleceğe tatbik eden nesillerin varlığı ile ayakta durur. Milletler kültürlerin muhkemliği ile kimliklerini asırlar boyunca muhafaza ederler. Biz de bu muhkem kültürümüzü gelecek nesillere iletmek ile vazifeliyiz.

Bir millet edebiyatıyla, sanatıyla, diliyle, mûsikîsiyle vardır. Bizlik ve biz olma duygusunu bu tür kültürlerin millet içine zerk edilmesi ve burada kemikleşmesi ile milli kültürü tadar. “İnsan bunlarsız yaşayamaz mı?” diyeceksiniz. Elbette yaşar… Ama… Sadece yaşar! Tek ve amaçsız olarak. Toplumdan kopuktur. Bunlardan uzak kalan toplumlar da özgürlük hasreti ile kendi ülkelerinde esir yaşamaya mahkumdurlar. Başka milletlerin kuklası durumuna düşerler. Mustafa Kemal Atatürk’ün söylediği gibi: “Büyük devletler kuran ecdadımız, büyük ve şümullü medeniyetlere de sahip olmuştur. Bunu aramak, tetkik etmek, Türklüğe ve cihana bildirmek bizler için bir borçtur.”

Bu minvâlde biz gençlere yetişen nesle bu kültürü yaşatmak ve taşıyıcısı olma görevi düşüyor. Özbenliğimizden kopmadan bu bayrağı almalıyız. Gelecek bizimse inşası konusunda da bize büyük işler düşüyor.

Geleneksel Türk-İslâm sanatlarımızdan bahsettik. Gelin bu vesile ile kamışa ruh veren hattatlarımızın icrâ ettiği “Hüsn-i Hat” sanatını tanıyalım..

Hüsn-i Hat (güzel yazı), İslâm yazı sanatları içinde kullanılan bir tabirdir. Yazının estetik ölçü ve endişeler içerisinde Arap harfleri ile yazılmasına denir. Bu minvâlde yazana ise “hattat” denir. Türkler Hüsn-i Hat sanatıyla Anadolu’ya geldikten sonra ilgilenmeye başladılar ve bu alanda en parlak dönemlerini Osmanlı zamanında yaşadılar. Matbaanın yazı dünyasına hâkim olmasından sonra eski değerini koruyamayan hat sanatı son demlerini yaşamaktadır.

Hat sanatı “usta-çırak” ilişkisi içerisinde yazının vücut bulduğu bir sanat dalıdır. Bu kâdim sanat ustasız muvaffak olamaz. Kişinin içinde derûnunda yazıya karşı bir aşk besliyorsa ve hocasından dersler alıp meşk ediyorsa ancak belli bir kademeye ulaşır. “Aşk olmadan meşk olmaz.” kelâmını şiâr edinir kendine.. Aşkın ve meşkin yanında Hat sanatında olmazsa olmazlar vardır. Bunların ilki “kamıştır” kamış, önce kesilir sonra yanar ve kalem olur. Yazma bir eserde, kamış kalemin özellikleri şöyle anlatılmaktadır: “Evvela, hüsn-i hat yazanlara kalemin alasını ve mürekkebin ranasın ve kâğıdın zibasın görmek gerektir. Kalemin alasın oldur ki, kızılı pek ola ve aklığı pek az ola ve damarları doğru ola, zira damarları doğru olmazsa, kalemi şak itdikte, eğri şak olur, doğru şak olmaz. Eğri şak olan kalemden hüsn-i hat gelmez ve kalemin kalınlığı evsat ola ve uzunluğu on parmak ola.”. Diğer malzeme ise aharlı kağıttır. Aharlı kağıt çeşitli aşamalardan (yumurta, nişasta, çay) geçip kullanılmaya hazır olur. Kağıt üzerine beyaz bir katman olarak sürülen ahar, hem mürekkebi emer ve hem de dağılmasını engellerdi. Aharlı bir kağıt yüz yıllar boyunca üzerinde yazılan yazıyı silinmeye karşı korumaktadır. Aynı zamanda aharlama, kağıdın boyanmasından sonra üzerine yazılacak yazıların bir hata ihtimaline karşın kolayca silinmesini sağlar. Eskiden silgi olmadığı için bu yöntem uygulanır hatta “mürekkep yalamak” deyimi de buradan gelir.

Ve son olarak Hat sanatında kamışın aharlı kağıt ile buluşması esnasında mürekkep de bizâtihi önemli bir etkiye sahiptir. Hat sanatında mürekkep denilince akla ilk gelen siyah is mürekkebidir. İsin kalitesi iyice ezilip zamkön içinde karışmasına bağlıdır. Bu da günlerce dövmekle sağlanır. (100 ila 500 bin tokmak darbesi). Eski devirlerde iyi bir mürekkep, Hacc’a giden kafilelerdeki develerin üzerine yerleştirilen mürekkep şişelerindeki mürekkep en muteber mürekkep olarak görülürmüş. Bunun nedeni ise Hacc farizasının 6 ay sürmesi imiş. Bu süre zarfında mürekkep iyice karışıp yazı yazmaya hazır olur imiş.

Bunların neticesinde Hat sanatına başlanabilir. Bu sanat dalı yazıya başlama öncesinde meşakkatlidir. Ve yazıya başlanıldığında ise sabır ister.. Emek ister.. Gönlünü yazıya vermeni ister.. Aşk ister.. Harfler sabır ile olgunlaşır kelime olur. Yazı gönlün tercûmanı, ruhun aynası olur..

Üstâdım, hocam, ustam “yazı yazarak dinleniyoruz” diyen Hattat ve Kaligraf Özdemir Şenova, Hat sanatından şöyle bahsediyor; “Bu icrâ kıskançtır. Bir gün ihmal edersen ikinci gün hesap sorar. Kamış kalem feryâd eder. İnce sızılıdır. Yazarken tiz bir ses çıkarır. O da aşık.. O da çilekâr.. Kamış diye yaramaz bulurlar atarlar. Ağlar.. Yetmez gübreye bularlar, inler.. Sonra kamış, kalem olsun diye bıçak vurur, keserler.. Feryâdı olur. İşte yazarken inim inim aşkını diller. Hasılı aşktır, aşk.” diyor harflere can veren, aşkla yazan üstâdım Özdemir Şenova..

Böyledir işte yazmak.. Yazmak yanmaktır.. Yanarak yazmak aşktır..

Bu yazımı yaşantısıyla kaleme ruh veren tüm kalem ve kelâm ehillerine ithaf ediyorum. Hiçlik makamında silahı kalem olan gönüller olabilmek temenni ve arzusuyla vesselâm..
Yazar
Tuğba ÖNCE

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen