Gramsci’nin Hegemonyasıyla Tüketen İslamcılık Hakkında

Ersegün Eyüp KAHRAMAN

Yirminci Yüzyıl’da İtalya’da dünyaya gelen Antonio Gramsci, faşist Mussolini iktidarında dâhi inandığı marksizmden geri adım atmamış, hatta bu uğurda sürgün hayatı yaşamış, bu esnada da meşhur Hapishane Defterleri’ni kaleme almıştır. 

Kendisi marksizmin salt iktisadi yorumlarla sınırlı kalmasını eleştirmiş, devlet kültür aydın konularına eğilmiş, bu konuda çalışmalarının sonucunda terminolojiye hegemonya kavramını kazandırmıştır. Farklı yorumlamalarıyla, eleştirel yaklaşımıyla neo-marksizmin kurucularından biri olmuştur. 

Peki Gramsci hegemonya kavramıyla bize neyi anlatmak istemişti? 

Marksizm neden başarılı olamadı? sorusunu ‘’tüm hedef kitleyi ortak çatıda buluşturacak bir ideolojiye sahip olamadığı’’ düşüncesinde cevaplandırmıştı. Hedef kitlelerinin kültürel arka planının farklılığı sebebiyle marksizmde istenilen çatı olmamıştı. Örnekle somutlaştıracaksak, Türkiye’deki müslüman bir işçi ile İsrail’de ki bir işçiyi farklılıkları sebebiyle aynı çatı altında toplamak mümkün değildir. Örneği biraz daha daraltırsak Türkiye’nin kıyı sahillerinde yaşayanlarla iç kesimlerde yaşayanlar yine aynı ideoloji çatısında buluşamıyor. İşte bu noktada bu farklılık ortadan kaldırıp, herkesi birleştirebilen çatıya hegemonyademiştir. 

Daha çok hükümet, medya, eğitim devletin ideolojik aygıtlarıyla hegemonya oluşturulurken, Türkiye’de uzunca bir süre hegemonya oluşturulamadı ta ki 12 Eylül’e kadar. 

1970li yıllardan bu yana dünyaya hakim olan tüketim ideolojisine ülkemizde gerek sol gerek milliyetçi düşünce, bu ideolojinin ülkede hâkim olmasına neşrettikleri dergi, kitap gibi yayın organlarıyla karşı çıkmış, esasen bunu da başarmışlardı. 12 Eylül askerî müdahalesi ile iki düşünce mensupları cezaevine alınmış yaklaşık 10 seneye yakın mahkûm hayatı yaşamışlardı. Bu dönemde Özal ile birlikte liberal politika ülkeye hemen hemen hiçbir zorlukla karşılaşmadan nüfûz etmeye başlamış, devletin tüm ideolojik aygıtları bu konuda bilinçli/bilinçsiz seferber edilmişti. Bu değişim yaklaşık 10 yıl gibi kısa bir sürede etkisini o kadar hızlı göstermişti ki 90lı yıllara gelindiğinde ‘‘devletçi’’ politikayı savunmak ‘‘gericilikle’’ suçlanmıştı.  12 Eylül bu etkisi sebebiyle bazı soysal bilimcilere göre Türkiye’nin 1789’u olarak görülür.[1]

Şimdi şu soru sorulabilir, hegemonya tüm vatandaşları etkilediyse neden başlıkta ‘‘Tüketen İslamcılık’’ olarak tanımladım?

İslamcılık gerçek anlamını 20.yy ilk çeyreğinin sonuna doğru tamamen yitirmiş, kendisini besleyen bilgi birikimi, akışı ortadan kalkmıştı. Daha sonraki süreçte Kemalizm ile bir kısmı devletle barışan bir vaziyet almış (daha sonra muhafazakâr düşünceyi oluşturacak) bir kısmı da Türkiye Cumhuriyeti’ne cephe almıştı (şuan İslamcı olarak ele alınanlar).  Bu görüşe en yakın hükümet 1950 yılında iktidar olan ‘‘küçük Amerika’’ söylemi güncelliğini korumaya devam eden Demokrat Parti olup ileri süreçte de gerek ANAP gerek AKP bu dönemle kendi iktidarlarının irtibatından bahsetmişti. Başlığı kullanmamın asıl sebebi ise kendi söylemlerinin tersine bir politika güden, iktidarlarının süresinin uzunluğu göz önüne alınıp İslamcı kesimde de artan refah düzeyi sonucunda ‘‘Çukurambar’’ denildiğinde akla gelen bir kesim gözler önüne geliyor. Lüksten kaçmayan, harcamadan kısmayan, holywood ışıltılarıyla dolu bir Müslüman nesil, yani ‘‘tüketen islamcılık’’.

Tüketim meselesini açacak olursak, göze ilk çarpan noktalardan biri ‘‘yetinmemek’’. 21.YY ile Türkiye’de bir şey ile yetinmeye kalktığınız da ister istemez toplumdan dışlanacaksınızdır. Her zaman sahip olduğunuz şeyin bir üstüne, bir yenisine sahip olmak için tüm enerjinizi seferber etmekle yükümlü olacaksınız. Bunu sağlamak tek taraflı olmayacağı için üretiminde aynı paralellikte olması gerekiyor. Bahsettiğim üretim herhangi bir sanayi veya tarım ürünü değil sağlık, evlilik, eğitim gibi konularda da kendini gösteriyor ama unutmayalım burada önemli olan şey tüketmek, neyi tükettiğiniz değil. 

Bu konuyu Baudrillar ‘‘drugstore’’ kültürü ile şöyle açıklıyor;

‘‘Bu resitalin tüm ‘‘sanatı’’, tam olarak, göstergenin nesnelerdeki muğlaklığı üzerinde oynamak ve nesnelerin faydalık ve meta statüsünü bir ‘‘ambiyans’’ oyununa çevirmektir. Zarif bir yiyecek dükkânı ile resim galerisi, play-boy ile bir paleontoloji kitabı arasında hiçbir farkın kalmadığı yaygınlaştırılmış yeni kültür.’’[2]

Ambiyans kelimesinden biraz bahsedecek olursak; hava anlamına gelen kelime burada mekân anlamına benzetilebilir. Drugstore kültüründe bulunduğunuz mekân ‘‘tuvaletten mescide, atm den yemek yerlerine kadar’’ sizin daha rahat tüketmenizi sağlamak içindir.  

Tüketimin dengeleyici ve devamlılığını sağlayan üretim ayağından söz edecek olursak;

Buradaki üretimin esas unsurunu verimlilik olarak düşünebiliriz. Diğer bir anlamla birim zamanda daha fazla kâr elde edebilmek. Bunu George Ritzer McDonald örneği ile açıklıyor.[3]

‘‘Daha hızlı üretim, daha hızlı satış, daha az zaman’’

Herhangi bir fastfood mağazasına gittiğiniz de verdiğiniz hızla önünüze gelir, hızla tüketir yarım kalan işinizi yapmaya devam edersiniz. Alan da satan da memnundur. Toplumun McDonaldlaşmasını ise birkaç örnekle açıklayacak olursak;

Eğitim konusunda ‘‘bilgi’’ sahibi olmayı düşünürsek, ‘‘information’’ çağında bilgiye ulaşmak gerçekten kolay, cebimizde bile ulaşmak istediğimize hızlıca ulaşabiliyoruz; ancak bilgiye sahip olabiliyor muyuz? Yani ulaşıp 1-2 cümle kurabilmek bilgiye sahip olabilmek midir? ‘‘information’’ kelime anlamını bilgi olarak tercüme edersek evet, ‘‘malûmat’’ olarak düşünürsek hayır. 

Tüketim ideolojisini konu alan Dehşet Palas AVM adlı romanda geçen konuşma güzel bir örnek olacaktır;

” Bilmek gerekmez ki böceğim. İşitmek yeterlidir. Kulak dolgunluğu. Kapiş?” 

Yüzlerce sayfalık kitaplarda bulunamayan şuan için 1-2 dakikalık videolarda mevcut(!) hale geldi; çünkü daha verimli. 

Bu nokta da zaman kavramına da ufak değinmek gerekebilir, Einstein’in görecelik kavramı bilim dünyasında yeni bir çağ açmıştı. Günümüz dünyasında verimlilik 1 dakika ile 2 dakika arasındaki farkı 10 dakikaya çıkarmış vaziyettedir. 

Sağlık sisteminde vereceğim örnek önce Moskova Göz Mikrocerrahisi Araştırma Enstitüsü’nden bir tasvir olacak;

‘‘Birçok açıdan manzara modern bir fabrikayı andırmaktadır. Bir taşıyıcı sessizce beş çalışma alanını geçmekte, periyodik olarak durup sonra tekrar çalışmaktadır. Her çalışma sahasında, üzerinde steril bir maskeyle önlük olan bir bakıcı vardır. Taşıyıcı tekrar hareket etmeden önce işçilerin görevlerini bitirmeleri için sadece üç dakikaları vardır. Ancak montaj hattıyla ilgili diğer her şey olağandışıdır: İşçiler göz cerrahlarıdır ve taşıyıcı sedyelerle taşınmaktadır…’’ 

Hastayı iyileştiren, hikmet sahibi olan, hekim anlayışı yavaş yavaş ‘‘olağan dışı’’ görülüyor. En az sürede en çok hasta görmek gibi bir anlayışa doğru sağlık sisteminde bir kayma var, bu ülkemizde henüz tam yerleşmese de çoğu tıp öğrencisi bu sistemi doğru buluyor. Sağlık sisteminde ülkemizde görülen farklı bir uygulamada şehir hastaneleridir. Sahip olduğumuz SGK sayesinde ülkemizde zengin fakir ayrımı yapılmadan devlet, eğitim araştırma hastaneleri ve aile hekimliklerinde tüm imkânlarından ücretsiz olarak faydalanıyor ancak özelleştirilen devlet hastanelerini düşününce ülkemizde de tüm hastaneler ücretlendirilip zengine yaşama fakir sürünme hakkı mı verilecek diye düşünmeden edilemiyor. Her şeyi ‘‘sayı’’ ile ölçen tüketim toplumunda çok hasta, çok oda düsturuyla ‘‘buharlaşan her şey katılaşıyor’’ diyebilir miyiz?

Evlilik konusunda da internette onlarca ‘‘arkadaşlık siteleri’’ dolaştığını bilmeyen kalmadı belki ancak; İslamî anlayışa sahip insanlar için de bu gittikçe ‘‘moda’’ oluyor. İnternetten istediğiniz bölgede yaşayanı, günde kaç vakit namaz kıldığını, tesettürde hangi markayı kullandığına dair katalogları kullanarak kendinize eş arayabiliyorsunuz. Sevgi gibi zaman harcayacak bir şeye ihtiyacınız kalmıyor, ne kadar verimli değil mi? Tesettür anlayışının modaya uygunlaşmasıyla yine Dehşet Palas AVM isimli romanda hoş bir örnek mevcut;

“Bıcıl bacaklarımın yeterince görünmelerini sağlayacak türden tesettürlü bir kostüm yeğlemiştim anketör ablacığım,”

Sosyal medyada üretim meselesinde oldukça önemli bir yer tutuyor, kendinizin reklamını çok iyi başarırsanız çok takipçi sayısına ulaşır çok beğeni alır çok iyi olursunuz. Doğru pazarlama teknikleriyle ‘‘çok’’u yakalamayı başarırsanız en iyi olduğunuzu kanıtlarsınız, ne yaptığınız nasıl yaptığınız önemli değil ‘‘çok’’ olsun yeter.

Tüketim anlayışının ülkemizde yarattığı keskin dönüş, Namık Kemal ile başlayan hürriyet sevdamızı, Anadolu köyünden Nobel’e, cumhurbaşkanlığına uzanan demokrasi, cumhuriyet ufkumuzu yok edip, bir kesimin yükselip bir kesimin sınırlı alanda koşturmasına izin veren yeni bir dünyaya sürüklenmemize sebep oluyor.

Artık yeni bir sosyolojik bir yapımız var; idealistliğin hüküm sürmediği bir dünyada tek kazanımının tüketmek üstüne olduğuna inanan bir yapıya bürünüyoruz. Tüketim çağında dünyaya gelen ilk kuşak üniversiteye daha henüz başladı, şimdiden sıkıntılar kendini ciddi mânâda kendini gösterirken nasıl bir çözüm uygulayacağımız meçhul. En İslamcısının dahi riyayı ‘‘dinen makbûl’’[4]göreceği bir düzene merhaba.

 

[1]Nur Vergin, Siyasetin Sosyolojisi

[2]Tüketim Toplumu, Jean Baudrillard

[3]Toplumun McDonaldlaştırılması, George Ritzer

[4]Zarif Dinen Makbûl, Akçaoğlu Aksu, İletişim Yayınları

Yazar
Eyüp Ersegun KAHRAMAN

Eyüp Ersegün Kahraman, 1996 yılı Osmaniye doğumludur. Lise, ortaokul ve ilkokul öğrenimini Osmaniye'de tamamladı. Öğrenimine Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde devam etmektedir. İlgi alanları  bilim, basketbol, tarih, edebiyat v... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen