Osmanlıyla İlgili Yanlışlar / İMPARATORLUK – 1

Geçen haftaki yazımda, şuûrun (bilincin) öneminden bahsetmiş, gerek dilimiz ve gerekse târihimiz konusundaki şuûrsuzluğumuzu ifâde etmiştim. Bu cümleden olarak, târih kitaplarımıza kadar girmiş olan ‘Osmanlı İmparatorluğu’ şaşkınlığından söz etmiştim. Önce, yakın târihimizle, Osmanlı târihi ile ilgili yanlışları belirtip, sonra da Türkçe konusundaki yanlışlara geleceğim.

Ad, isim, çok önemlidir; canlı ve şuûrlu varlık, kendisinin nasıl bilinmesini, nasıl tanınmasını istiyorsa, ona göre bir isim benimser. Eski Türklerde ve Araplarda, erkek çocuklarına yırtıcı mahlûk ismi takmak boşuna değildir; daha ismi işittiğinde, muhtemel düşmanın yüreğine korku salmak içindir. Suûdî Arabistan Kralı’nın adı Fehd’dir; ‘pars’ demektir. (Bizim çok bilmiş TV spikerlerimiz, klasik kültürümüzden kopuk olduklarından, kelimenin manâsını bilmezler, İngilizce ‘a’ (ey) harfinin açık ‘e’ okunacağını da hatırlamadıklarından, hâlâ ‘Fahd’ diye okurlar. Sûriye devlet başkanının adı da Esad değil, ‘Esed’dir, ‘arslan’ demektir. (Bizim tv spikerlerini seyrederken insan, ‘sanki cehâleti tahsîl etmişçesine câhil’ sözünü hatırlamadan edemiyor.)

İslâmla şereflendikten sonra, Türkler, isimlerinin başına birer de islâmî isim eklemişlerdir: Muhammed Tuğrul Beğ, İhtiyârüd Dîn (Dînin seçme kişisi, seçkini) Osmancuk, (Osman Gâzi), Şucâüd Dîn (Dînin bahadırı) Orhân Beğ, Türkçe ilk mevlid kendi zamânında okunan Erbil Atabeği Muzafferüd Dîn (Allah tarafından dîne zafer kazandırmağa muvaffak kılınmış) Gökbörü…gibi. (Çocuğun ana-babası üzerindeki üç hakkından birinin, kendisine güzel ad verilmesi idiği konusunda hadîs-i şerîf vardır.)

Bir varlığa ‘karşı’ olan, ‘düşmanlık besleyen’ ona, başka bir isim takar: Komünistlerin, kendileri gibi olmayan, başka herhangi bir görüşü benimseyenlerin hepsine birden ‘faşist’ demelerinin altında bu yatar; onlara göre, Mussolini’yi, Hitler’i hiç sevmeyen bir müslüman da faşisttir. Hişâm oğlu ‘Amr, kuduz İslâm düşmanı idi, Mekke’de statükoyu temsîl ediyordu, inkârcıların, İslâma karşı çıkanların en önde gelenlerinden biri idi. Hz. Muhammed, bu azgınlığından dolayı, ona ‘Ebû Cehil’ (Cehâlet babası, kötülük timsâli) dedi ve o kişi, Kıyâmet’e kadar öyle anılacaktır. Öyle ki, Araplara ‘Amr b. Hişâm kimdir? denildiğinde tereddüde düşerler, bilmekte güçlük çekerler ama, ‘Ebû Cehil’ denince derhâl o nasipsizi hatırlarlar.

Arapçada ‘alem (‘âlem değil, türküde geçen : ‘minârenin alemi, karakaşın kalemi’ndeki alem: minârelerin ve kubbelerin üzerlerindeki hilâl) hem bayrak, hem de özel isim demektir. Bir devlet için bayrak ne ise, insan için de ismi odur. Bunun içindir ki çeşitli alanlardaki mühim şahsiyetlerin hayatlarını anlatmağa tahsîs edilmiş kitaplara, “kaamusul a‘lâm” adı verilmiştir: “özel isimler sözlüğü” gibi bir anlama gelir.

Gelelim Osmanlıya; acaba, kendi siyâsî kuruluşundan, ‘imparatorluk’ diye söz etmiş mi? İlk Osmanlı vak‘anüvîsi (resmî târih yazıcısı) Mustafa Na‘îmâ Osmanlı siyâsî varlığının ortaya çıkışından şöyle bahsediyor: ‘el Kelâm fî Zuhûrid Devletil ‘Aliyyetil Osmâniyye’ (Orientalistlerin kullandığı, bizde de pek gerekliymiş gibi kullanılan ‘çevriyazı’ denilen transkripsiyona îtibâr etmek mecbûriyetinde değiliz): Pek Yüce Osmanlı Devleti’nin Ortaya Çıkışı Hakkında Bahis. (Na‘îmâ, Ravzatul Hüseyn fî Khulâsati Akhbâril Khâfikayn, İstanbul 1280, I, s.6.) Demek ki, Osmanlı, kendi siyâsî kuruluşu için DEVLET ismini kullanıyor ve bu devlet PEK YÜCEdir. Muhteşem bir tevâzu sergileyerek de, bu devletin Osman’la ilgisini, en sona ekliyor. Yâni, ortada bir ‘devlet’ var, bu devlet ‘pek yücedir’, eh, bu devletin kime âid olduğu da, sona eklenen ‘Osmâniyye’ ile ifâde ediliyor. Aslında, kuruluş, Osman’nın Devletidir, o zamanki ifâdeyle : ed Devletul Osmâniyye veya Farsça söylenişiyle : Devlet-i Osmâniyye denir, sonra da, sıfat sona eklenirdi: ‘ed Devletul Osmâniyyetul ‘Aliyye’ veya Farsça ifâdeyle : ‘Devlet-i Osmâniyye-i ‘Aliyye’ olurdu. Küçük ve güçsüz tevâzu gösteremez, tekebbür eder. Osmanlı, gerçekten güçlü ve büyük olduğu için, bu muhteşem tevâzuu göstermiştir. Burada, çoğu zaman gözden kaçan bir noktayı da belirtelim: Osmanlı Devleti’nin sıfatı olan, ‘pek yüce’ anlamına gelen kelime ” ‘aliyye” dir, “âliye” değil. “‘aliyye’, ‘fa‘iyle’ veznndedir, abartma, mübâlağa ifâde eder, ‘pek yüce’ demek olur. “‘âliye’ ise, ‘fâ‘ile’ veznindedir, ismul fâil (active participle)dir, ‘yükselmiş’, ‘yüce’ demektir. Câlis (fâ‘il veznindedir), oturan demektir, oturan hemen kalkabilir; celîs (fa‘iyl veznindedir), sürekli oturan, bir mecliste, toplantıda sürekli bulunan demektir. Aynı şekilde, ‘âlim (fâ‘il veznindedir), bilen demektiir, bilen, zamanla, bildiğini unutabilir; ‘alîm (fa‘ily veznindedir), çok iyi bilen, bilgisi süren demek olur. İki kalıp arasında böyle bir fark vardır. ‘Aliyye’nin sonundaki -e (o yazıdaki yuvarlak te), muennes (feminine) olan Devlet kelimesinin sıfatı olduğu için, ona uymak üzere, bu sıfatı da muennes yapmak için eklenmiştir; klâsik kültürümüze biraz âşina olanlar, bunu bilirler. Devlet-i Âl-i Osman’daki ‘âl’ âile demektir, elifle yazılır; hâlbuki, âliyye ve ‘âliyedeki ilk harfler ‘ayndır.

Osmanlı, devletinin sıfatı olarak seniyye (parlak, azîz, ulu) kelimesini de kullanmıştır, saltanat-ı seniyye (parlak, muhteşem sultanlık) gibi.

Osmanlı târihlerinde, devletin adı, ‘devlet-i ‘aliyye’ veya ‘devlet-i seniyye’, yâhut ‘saltanat-ı seniyye’ şeklinde zikredilir. Nitekim, Osmanlı Cihân Devleti’nin resmî görevlisi, 18. yüzyıldaki vak‘anüvîslerinden Ahmed Vâsıf da, Mehâsinul Âsâr ve Haqâiqul Akhbâr ‘da (Bulaq, c.II, s.257) Osmanlı Devleti’nin resmî sıfatı olarak ‘aliyye kelimesini kullanmaktadır.

Osmanlı, ‘imparatorluk’ sözünü/sıfatını/yaftasını benimsemiş olsaydı, onu kullanırdı, o kelimeyi bilmiyor değildi. Nitekim, Sultân Abdülazîz, Paris Andlaşmasında tâdilãt yapmak için 1870 yılında Londra’da toplanan ilgili taraflar temsîlcilerinin hazırladığı belgeyi tasdîk ederken, Osmanlı siyâsî varlığından Devlet-i ‘Aliyyemiz diye bahsediyor; öbür siyâsî teşekkül başkanlarının sıfatları da, kendi benimsemiş oldukları şekillerde, şöyle sıralanıyor:

Alamanya İmparatoru ve Prusya Kralı,
Avusturya İmparatoru ve Bohemya ve Macaristan Kralı,
Fransa Hükûmet-i İcrâiyyesi Reîsi,
Birleşik Krallık ve Bretanya-yı Kebîr ve İrlanda Kraliçesi,
İtalya Kralı,
Bütün Rusyalar İmparatoru.

(Başbakanlık Osmanlı Arşivi,Nâme-i Hümâyûn Defteri, 13, s.73.)

Gerek Osmanlı arşiv belgelerinde, gerekse Osmanlıların kendi devirlerinde yazılmış olan kitaplarda, ‘Osmanlı İmparatorluğu’ ibâresinin, dilimizin o zamanki kullanılışına göre karşılığı olması gereken ‘İmparatoriyye-i Osmâniyye’ sözünü bulmadan -çünkü öyle bir saçmalık olmaz- bu kirli, sömürücülük kokan sıfatı kullanmak mümkün değildir. Öyle bir komiklik olsaydı, Osmanlı, başındaki hükümdâr için, ‘Hân’, ‘Hâkan’, ‘Hünkâr’, ‘Padişâh’, ‘Sultân’,’Halîfe’ değil, ‘İmparator’ sıfatını kullanırdı! Osmanlı hükümdârlarının hiçbirinden ‘İmparator’ diye söz eden Osmanlıca bir belge gösterilemez. ‘İmparatoriyye-i Osmâniyye’ şeklinde Osmanlıca bir ibâre gösterilemez. Bunlar olmadan da, Osmanlı Cihân Devleti’nden, ‘imparatorluk’ diye söz etmek ciddiyetle bağdaşmaz. Bu mantıkla, ‘mehter’, ‘bando’ olur. Zâten bâzı kanallardakiler, mehtere ‘konser’ verdirtmeğe başladılar bile!

Gerçekten çok bilgili, ünlü bâzı târihçilerimizin, hâlâ ‘imparatorluk’ yaftasını Osmanlı’ya yapıştırarak kullanmaları esef vericidir. Onlar, ‘Hakka rucû, bâtılda isrârdan hayırlıdır’ kaaidesini hatırlamalıdırlar. Bir târihçi, ne kadar bilgili olursa olsun, tahlîl ve muhâkeme kaabiliyeti ne kadar üstün olursa olsun, isterse, Osmanlıca yanında, Osmanlı Târihi ile ilgili araştırmalar yapılmış dillerin hepsini, diyelim ki, birkaç düzine yabancı dil bilsin, bütün Osmanlı târihlerini ve Osmanlı Arşivi’ndeki, sayısı yüz elli milyondan fazla tahmîn edilen belgelerin hepsini ezberlemiş olsun, bütün bunlar, ona, büyük îtibâr kazandırır, ama, öyle bir târihçinin bile yapamayacağı, hakkı olmayan bir tek şey vardır; o da Osmanlı Devleti’nin adını değiştirmektir. Bütün birikim, kaabiliyet, bilgi, insana, tahrîf etme salâhiyeti kazandırmaz. Cihânşumûl bir kaaidedir ki, ÖZEL İSİMLER DEĞİŞTİRİLEMEZ. “Ben, ‘imparatorluk sözüyle, emperyalist bir siyâsî kuruluş kasdetmiyorum, şöyle şöyle bir değerlendirmede bulunuyorum’ demek, ‘dört kenarı birbine eşit, karşılıklı kenarları birbirine paralel, dört iç açısı da dik açı olan kareye, ben değişik bir isim veriyorum, alanı daha da geniş olan ‘dikdörtgen’ diyorum” demeğe benzer. Kare karedir, dikdörtgen de dikdörtgendir. Devlet, devlettir, imparatorluk da imparatorluk; iç yapıları, yönetim biçimleri, dünyâ görüşleri, iktisâd ve kültür politikaları farklıdır.

Günümüzde, Avrupa dillerindeki nation karşılığı kullanılmakta olan millet sözünü, Osmanlı, kendi idâresindeki gayr-ı müslim inanç zümreleri için -doğru olarak- kullanmıştır. (Arapça’da ‘millet’, ‘dînî zümre, inanç topluluğu, kısaca ‘dîn’ demektir; vefât etmiş olan bir müslüman, kabre, “‘alâ milleti Resûlillâh:Allahın Resûlünün dîni üzre” diye yatırılır.) Osmanlı ile kirli, şâibeli ‘imparatorluk’ sıfatını yanyana getiren iyi niyetliler, (kasıtlı Batılılar, bunu bilerek ve isrârla, Araplarla aramızı açmak, Osmanlı’nın onları yüzyıllar boyunca sömürmüş olduğu iftirâsını yerleştirmek için yapıyorlar), bu yaftayı, ‘birçok zümreleri, toplulukları içinde bulundurmuş olan Büyük Devlet’ diye yapıyor olsalar gerek; ama, Osmanlı’nın, böyle bir yaftaya ihtiyâcı yok, kendi kullanmadığı bir sıfatı ona ‘yamamanın’ gereği de, manâsı da yok.

Batılı, bunu bilerek yapıyor: Türk – Arap İlişkileri İnceleme Vakfı’nın yıllar önce Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlediği bir ilmî toplantıda, Cambridge’den gelmiş olan İngiliz târih profesörüne, Osmanlı ile ilgili bu ‘imparatorluk’ sözünün değişmesi gerektiğini söylediğimde, adam, ‘asla değiştiremeyeceksiniz!’ demişti. ‘İmparatorluk’ta isrâr eden yerli târihçilerimizin o konuşmada bulunmalarını isterdim! Bizim, vaktiyle her nasılsa ‘Osmanlı imparatorluğu’ ibâresini kullanmış olan târihçilerimizden bâzıları, bu yanlıştan dönmeyi gurûrlarına yediremiyorlar; hâlbuki gurûr, ‘aldanmak’ demektir. İlim adamına yakışan ve gereken de, doğruyu kabûl etmektir. (to be proud of… bâzı televizyon kanallarında, …le iftihâr etmek yerine…le gurûr duymak diye aktarılalıberi, bu gülünç kullanış sürüp gidiyor: politikacı çıkıp, göğsünü gere gere ‘aldanmaktayız!’ der gibi ‘gurûrluyuz!’ diyor. ‘Öyle kültür terâzisinin böyle olur dirhemi’ diyeceksiniz.)

İmparatorluk yaftası Osmanlı’ya yapışıp kalırsa ne olur? ‘Türkleri yenmek yetmez, târihlerini de yenmek gerekir’ mantığı gâlip gelir, Osmanlı’yı emperyalist olarak tanıtırlar; Osmanlı, idâresindeki diğer milletleri sömürmediği, onları, dillerini, dînlerini değiştirmeğe zorlamadığı, onlara karşı, Batılıların bugün bile ulaşmaktan çok uzak kaldığı bir insânî seviyeyi temsîl ettiği, kendilerine, engin müsâmaha gösterdiği hâlde, Osmanlı’dan kopan otuz küsûr devlet de faturayı bize çıkarır, geri kalmışlığının sebebi olarak bizi görür. Oynanan oyun budur.

Onbeş yıl kadar önce, Hatay’da zirâî ilaçlama yapan bir uçağımızı, Sûriyeli bir pilot düşürdü ve uçaktaki üç kişi şehîd oldu. Hükûmetinin haberi ve emri var mıydı, yok muydu, ayrı mesele, ama kesin olan, Arap komşularımız da, Batılıların yazdığı ve onlardan tercüme edilen kitaplarında, ‘el İmbaratoriyye el-Osmâniyye’ (Osmanlı İmparatorluğu) diye okuyorlar. (Arapçada P sesi olmadığı için B diye okurlar.) Anlayana sinek sesi saz!

Öte yandan, ‘imparatorluk’la ilgili olarak yazdıklarında, Batılılar, bakınız ne diyorlar: “Emperyalizm (Latince imperium, kudret, güç, iktidar’dan türeme) : genellikle, ticârî ve endüstriyel yayılmanın bir parçası olarak bir imparatorluk elde ediş ve yönetiş. Onbeşinci yüzyıldan başlayarak İspanya, Portekiz, Hollanda, Fransa ve İngiltere denizaşırı imparatorluklar kurmağa başladılar.” (Chris Cook, Dictionary of Historical Terms, London:Macmillan, 1983, p.152.). Buyrun bir iktibâs daha: “Yabancı halkların ve diğer ülkelerin Avrupalılar tarafından yönetimi, Avrupa hegemonyasının en çarpıcı tezâhürüdür… Ondokuzuncu yüzyılda Avrupa emperyalizmi daha da uzaklara taşındı ve daha öncekinden çok daha etkili hâle geldi. Bu, iki belirgin safhada oldu, aşağı yukarı 1870 yıllarına kadar olanı, ilk safha olarak kabûl edilebilir. Bu safhada, eski emperyal güçlerden bâzıları, imparatorluklarını, etkisi sürekli kalacak şekilde genişletmeğe devâm ettiler, Rusya, Fransa ve Büyük Britanya böyleydi. Diğerleri durakladı ve imparatorluklarını küçülmüş buldu; bu grupta Hollandalılar, İspanyollar ve Portekizliler vardı.” (J.M.Roberts, The Hutchinson History of the World, London:Hutchinson, 1987, p.835.)

 

Yazar
Mehmet MAKSUDOĞLU

Mehmet Maksudoğlu, Eskişehir’de Kırım kökenli bir âile içinde doğdu. İnkılâp İlkokulunu, Eskişehir  Lisesini ve Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesini bitirdi. İzmir İmam-Hatîp Lisesi’nde Meslek Dersleri Öğretmeni olara... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen