Haysiyet-İ Hümâyûn

Hristiyan kiliselerinin, Hristiyan olmayan ülkelerde bu dini yaymak maksadıyla kurdukları müesseselere “misyon”, bunları idâre eden din adamlarına da “misyoner” deniyor. Misyon kelimesinin sözlük mânâsı, “görev” demek. Bu görevi yerine getirenler de “görevli” oluyor.

Misyonerin işi propaganda, yâni, yoğurt satmaktır. Türk halkı arasında misyoner faaliyetleri hep kınanmış, hattâ dışlanmıştır. Bu işi yapanlar, çok ağır bir dille “takbîh” edilmiştir.

Mes’eleye Hristiyan penceresinden bakıldığında, bu tam mânâsıyla bir sevap kazanma işidir. Misyonerler, Hristiyan Dünyâsı’nın bâzen alenî, bâzen de gizli kahramanlarıdır.

Aynı propagandayı İslâm dini adına yapanlar, nasıl “evliyâ” mertebesinde değerlendiriliyorsa, Hristiyan misyonerleri de kendi çerçevelerinde ele almak ve tabiatlarına uygun ifâdeler kullanmak lâzım. Fakat en önemlisi, misyoner faaliyeti karşısındaki Müslümanın duruşudur. Hristiyan reklâmına kanacak ve bu şekilde din değiştirecek bir Müslüman, ne kadar zayıf, yetersiz ve “îmân”sızdır.

İslâm târîhinde, Hristiyanlığın bâtıl olduğunu, bu dinin mensuplarına isbât eden nice gönül eri bulunmaktadır. Bilhassa Anadolu’nun fethi esnâsında, “alp-eren” dediğimiz yüce insanlar, Îsevîliğin cüceliğini anlatarak silâhlı kuvvetlerimizin rehberi olmuşlardı. Aynı yol açma ameliyesi, 14. yüzyılın ikinci yarısından îtibâren Rûmeli’nde sahneye çıkmış, Sarı Saltuk menkıbeleri kıt’adan kıt’aya söylenmişti. Îmânı tam olanın, misyoner endîşesi olmaz. Yarım veya çeyrek îmânlılarla da, zâten yola çıkılmaz.

Timur’a esir düştüğü için, Sultan Beşinci Mehmed Reşad’a kadar hiçbir Osmanlı hükümdârı Yıldırım Bâyezid’in Bursa’daki türbesini ziyâret etmemiş. Sondan bir önceki Pâdişah’ın, bu an’aneyi bozması, yirminci yüzyılın Osmanlı coğrafyasında kopardığı fırtınadan, tûfandan kaynaklanan “meded” psikolojisiyle ilgili midir? Yine aynı Halîfe-Sultân’ın, Arnavutluk üzerinde otorite tesis etmek maksadıyla yaptığı seyâhat ve Yıldırım’ın babası Murâd-ı Hudâvendigâr’ın Kosova’daki türbesini ziyâreti, kopmak üzere olan “pamuk iplikleri”ni, bir müddet daha dik tutmaya yönelikti.

Demek ki; Yıldırım’ın, protesto edilen “esâret” hâli, yirminci asra girildiğinde “Haysiyet-i Hümâyûn”a – bırakın ağır gelmeyi – ilticâ edilecek bir liman hükmünde görünmüştür.

Yalnız, burada, teşekkül eden ve zaman içinde gelenekleşen ziyâret yasağında rol oynayan “hânedân asabiyeti”ni, “Yıldırım’a rağmen” bir dekorda düşünmemelidir. Kahramanlık timsâli, korkusuzluk sembolü Yıldırım’ın, kendi elinde olmayan sebeplerle Timur’a yakalanışı, onu aslâ küçültmez ve “ta’n eyleme” merkezi yapmaz.

Ne var ki, Osmanlı dâhil, bütün Türk hânedânlarında “şehâdet” makbûl ve imrenilecek bir fiil olurken, “esâret” hep kınanmış, “karganmış”tır. Esârete meydân okuyan bir hayat tarzında – velev ki, Yıldırım’ın başına gelsin – düşman eline düşene gösterilecek en ufak toleransa yer yok. Aslında kınanan, şahıs değil, fiildir.

Sultan Reşad’daki “grev kırıcı” tavır, zamânın eğip-büktüğü ve gidecek adres bulamayan bir şahsiyet bozukluğudur.

 

Yazar
Turgut GÜLER

1951 yılında Afyonkarahisâr’ın Sultandağı ilçe­sine bağlı Dort (bugünkü Doğancık) köyünde doğdu. Âilesi, 1959 Ocağında Aydın’ın Horsunlu kasabasına yerleşti. İlkokulu orada, Ortaokulu Kuyucak’da okudu. İki hafta kadar ... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen