Kaybedilmiş Bir Maârif Dâvâsı

“Elmas”, aslında bir karbon cinsi. Yerin derinliklerinde billûrlaşan kömür, uğruna cânlar fedâ edilen servet sembolüne nasıl dönüşür? Bu sorunun cevâbı, mücevher âleminin sırrı falan değil. Diğer bütün kıymetli taş ve mâdenler gibi, elmas da insan dimâğında hazîne kurmuş. Yâni, alıcısı olduğu müddetçe, metâ satıcısına keyif verir. Yüzüne bakan kalmadı mı, parmak uçlarından saç teline kadar, temâs ettiğin her nesne elmas olsa, ne yazar?

Türk’ün, başta Fransız diyârı olmak üzere, Avrupa’ya sadaka ihsân ettiği çağda, avucumuzdan meded uman ve gözümüze şirin görünmek için ters, düz taklalar atan nice tâife, bugün bizi bir çukurdan çıkarıp, daha berbat başkasına koyuyor. Sözün özü, elmas muâmelesi gördüğümüz demler mâzîde kalmış.

Mezellet, cemiyetlerin kendi kabâhatleri netîcesinde elde edilen bir ezâ ve cefâ şeklidir. Kurtulmanın tek çâresi, damar ve yürek sâikiyle silkinmek, etrâfımızı saran demir dağları, azmimizin ateşiyle eritmektir. Ergenekon Destânı’ın işâret ettiği muhayyel coğrafya, özünde Türk Dünyâsı’nın tamâmını içine alan, azim ve güven kazanıdır.

“Dârü’l-fünûn”dan “üniversite”ye uzanan yol, kültürümüz başta olmak üzere, bizi yüceltecek ve muhterem kılacak yığınla vasfı, hasleti kırıp yok etti. “Medrese” ile “dârü’l-fünûn” arasındaki istihâle zamânını da deftere yazarsanız, hayıf amelleri çoğalır.

İlmi, lâboratuvara hapsedip iz’ân ve irfâna cüzâmlı muâmelesi yapan maddeci cereyanlar, Türk maârifi üzerinde maalesef hâlâ süren bir tahakküm kurdular. Bir başka deyişle, içimiz boşaltıldı.

Mânevî mefhûm ve tâbirlerle alay eden, onları karikatür malzemesi sayan zihniyet, büyük ölçüde başarılı olmuş, hesapladığı netîceye kavuşmuştur. Bugün, “hamâset” başlığı altında ele alınan bütün mevzûlar, tutanın avucunda paramparça olmaktadır.

Bir vakitler “ordu-millet” görülmekle iftihâr eden Türk insanı; “oğlum olursa, onu askere göndermezdim..” diyenlerin, ciddî tavırlarla kaale alındığı iç burkulmalarına şâhit olmaktadır.

Yaşanan hayâl kırıklıklarının özünde, kaybedilmiş bir maârif dâvâsı yatıyor. Lâkin, yine de yanlışdan caymaya yetecek vakti aramak lâzım. Aksi takdîrde, kuruyan dallara su yürütmek imkânı kalmayacaktır.

Üniversitesi yürek yakan bir cemiyetin, diğer okul seviyelerinde sadra şifâ aramak mümkün mü? Ufûnet, baştan ayağa yayılmış…

“Saâdet”, her türlü ihtiyâcın üstünde ve bütün varlıkların peşine düştüğü bir ala geyik nişangâhıdır. Gelgelelim, henüz hedefe isâbet kaydı yapılmadı. Gâliba, “güzel” târifi ile saâdet arasında dört cihetden görülen bir çapraz berâberlik var.

Bediî zevkin tatmînine hizmet eden faaliyetin kanat uçlarında parıltılı letâfet ve zarâfet pulları yanıp sönüyor. “Estetik” denilen simürg, bu yüzden avcı menzîlinin hep dışında kalıyor. Ne vakit, bir hezâr-fen nişancı çıkıp da hünerini göstermeye kalksa, hüzün bulutunun omuz hizâsına geldiğini fark ile mağlûbiyet bestesi yapıyor.

Saâdetin kendisini gören tek kutlu kişi “Devr-i Saâdet”in müessisi “Hâtemü’l-Enbiyâ” olmalı. Onun dışındakiler, sâdece yaklaşma umûdu taşıyarak saâdet tâkibine koyuldular.

Hani, karıncanın: “Menzîle erişemesem de yolunda ölürüm.” dediği yolculuk var ya, saâdet peşindeki mahlûkâtın çizdiği silüet, aynen karınca hesâbı, hattâ sür’ati ile yürüyor.

San’atın usâresi, hiç şüphe yok ki, “güzellik” şurubundan imbiklenmiş. O damıtma işinin mekânında, saâdetten tuğla ve kiremitler kullanılmış. Kimileri buna “gönül evi” de diyor. “Dil” sözünün, “gönül”e de tekâbül etmesi, ifâde kudretini daha bir rindâne havaya sokuyor…

Ömrünün bahârında terk-i hayât eyleyerek arkalarında birer hoş sadâ bırakan nice tâze vücûd, geride kalanların hissiyâtını bilir mi? Temennî dışında, bu husûsta kimsenin kesin söz söyleme kudreti bulunmuyor. Yalnız, bir ihtimâl hesâbıyla bile olsa, Dünyâ’dan Âhiret’e, oradan da Dünyâ’ya haber nakli, duâ tarîki ile mümkün.

Birilerinin, ısrarla duâ temizleyiciliğine soyunması, elbette tesâdüf değil. Daha da fenâsı, duâya hücûm edenlerin dilinde ve elinde, sözde “dindâr” klişeleri var. Tabiî ki, ortada sakîl durumlar cirit atıyor. Sözün özü, duâmız üzerine panayır kurma gayretleri, kılıçları çekmiş, ha bire kol döndürüyor.

 

Yazar
Turgut GÜLER

1951 yılında Afyonkarahisâr’ın Sultandağı ilçe­sine bağlı Dort (bugünkü Doğancık) köyünde doğdu. Âilesi, 1959 Ocağında Aydın’ın Horsunlu kasabasına yerleşti. İlkokulu orada, Ortaokulu Kuyucak’da okudu. İki hafta kadar ... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen