Millî Elbîse ve Bîgâne Tavırlar

 

Su ile her dâim berâber olmanın sırrı, onun etrâfında dolaşmak, kısacası onunla hem-hâl olmakta yatıyor. Tabiî, bir de suyu bulandırmamak lâzım. Eskilerin bu husûsdaki duruşu ne kadar sâde, ne kadar süsten âzâdedir.

 “Esâfil-i Şark”, yâni şarkın sefilleri, paryaları, yakın geçmişimizde bir sohbet grubunun adıydı. Midhat Sertoğlu’nun dediğine göre, bu garîb, hattâ Peyâmî Safa’nın “Simeranya”sı tarzında fantastik topluluğun mensupları Nazmi Acar, Mükrimin Halil Yinanç, Ali Nihad Tarlan, Rıfkı Melûl Meriç, Emin Ali Şavlı, Hilmi Ziyâ Ülken, Ârif Dino, Münib Tunç gibi “edîb” ve “lebîb” lerdi.

Esâfil-i Şark’ın toplantı mekânı Şehzâdebaşı’nda – bugün izi, eseri kalmayan – Letâfet Apartmanı’nın altındaki “Dârü’t-Tâlim Kıraathânesi” idi. Burası adını, daha önce aynı yerde faaliyet göstermiş, bir çeşit Türk mûsıkîsi konservatuvarı olan “Dârü’t-Tâlim-i Mûsıkî”den alıyordu. Başka bir husûsiyeti bulunmayan Dârü’t-Tâlim, sıradan bir kahvehâne ve bilârdo salonuydu.

Hafta içinde Dârü’t-Tâlim’de bir araya gelen Esâfil’i Şark, Cum’â günleri Rıfkı Melûl’ün yine Şehzâdebaşı’ndaki evinin şark odasında buluşuyor, gece yarılarına kadar sohbeti koyultuyorlardı.

Bâyezîd’de, şimdi altı da, etrâfı da boşaltılan efsânevî çınar ağacının altında, “Yaz İkindileri”, edebî mektebe dönüşürdü. Esâfil-i Şark’ın mûtâd kadrosuna “Çınaraltı”nda Yahyâ Kemâl, Ahmed Hamdi Tanpınar, Sabri Esad Siyavuşgil, Abdülbâki Gölpınarlı, Kâmil Akdik gibi tanınmış sîmâlar dâhil olurdu.

Teknolojinin sağladığı kolaylıktan mıdır, yoksa insânî değerlere bakışımızda meydâna gelen heyelândan mıdır, bilinmez, bu ve benzeri “üstâd” buluşmalarını, sâdece mâzînin sermâyesi olarak görebiliyoruz. Bu tarzdaki san’atkâr sohbetleri, vücûdun dolaşım sistemindeki ârızasız işleyişi, cemiyete mâl ediyordu.

Ne zaman ki, eli kalem, fırça vb. san’at âleti tutan insanımız sırça köşklere, fildişi kulelere çekildi, icrâ edilen san’at faaliyetinin de “bize âit” olma vasfı iyice azaldı. Çünkü gündelik hayâtın içinde bulunmayan san’at ehli, buzdan kalıplara mahkûm olur. En ufak ısınma emâresi, buz kalıplarını berhavâ eder. Şu ânda, böyle bir aldatma ve aldanma dönemini yaşıyoruz.

Mükrimin Halil’in Fakülte’deki derslerine yetişenler, bitmez-tükenmez bir enerji ile akşama kadar kürsüsündeki akademik faaliyeti dimdik ayakta tutan Hoca’nın, fakülte çıkışında, Lâleli kahvehânelerine girerek, Anadolu’dan kopup gelmiş alaylı kalabalığa Hz. Ali cenklerini büyük heyecân ve iştâhla anlattığını söylüyorlar.

Şimdiki entelektüel duruşumuzda göze çarpan ve de batan, insanımızdan kopukluğun temelinde, sokağa, çayhâneye bigâne tavırlar var. Belli bir takım çevrelerde “cafe” ve “bar” dekorlarında sohbet alışkanlığı, hız kesmeden sürüyor, ama oralara da sâde vatandaşımız uğramıyor.

“Halk için veya san’at için san’at” münâkaşasındaki demode, bayat lâfların hiçbir ağırlığının olmadığı, herkesin mâlûmu hâline geldi. Elbette, bunu da memleketin “hayır” hânesine yazmalı. Ama halkı yok sayan, san’atı ise kadeh diplerine tortu yapan bir idrâk ile varılacak yerde, sadra şifâ ne bulunur? Memleketin hâl-i pür-melâline, biraz da bu pencereden bakmalı… O zaman, belki bize has san’at duruşlarını da hatırlarız. Komedinin bile, millî elbise içinde nelere muktedir olduğunu görürüz.

Yazar
Turgut GÜLER

1951 yılında Afyonkarahisâr’ın Sultandağı ilçe­sine bağlı Dort (bugünkü Doğancık) köyünde doğdu. Âilesi, 1959 Ocağında Aydın’ın Horsunlu kasabasına yerleşti. İlkokulu orada, Ortaokulu Kuyucak’da okudu. İki hafta kadar ... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen