Burası Türkiye mi?

Mehmet MAKSUDOĞLU

Yıllar önce, Erzurum civârında vukû bulmuş bir zelzele felâketinden sonra, yetkililerin bölgede neler yaptıklarını televizyonda seyrediyordum. Önce, köylü konuştu, dedi ki: “sağolsun, hükûmet, yıkılan evlerimizi yapmamız için para verdi, ama, ‘evinizi, tarlanıza yapın’ diyor. Ben, tarlama ev yaparsam nereyi ekerim, nasıl geçinirim?” Derken, bölgedeki ilgili ve yetkili görevli konuştu; ezberlediği bir metni okur gibi, tekdüze bir sesle “falanca kanûnun filânca maddesine göre, ödemeler eksiksiz yapılmıştır, sorun yoktur!” dedi. ‘Sıradan’ bir memûrun yaptığı, işin önünü sonunu düşünmeden icrâ ettiği bu faâliyete belki, acı acı gülünüp geçilir. O memuru küçümsemek aklımızın ucundan bile geçmez; kendisine söyleneni yapıyor, verilen emri yerine getiriyor, malûm ve meşhûr tâbirle ‘rutin’ bir iş yapıyor. Ama, ‘sıradan olmayan’, ‘üniversite bitirmiş’, ‘aydın’, ‘bir dünyâ görüşü sâhibi olması gereken, üzerinde yaşadığı topraklara sâhip çıkma şuûruna ermiş olması beklenen’, öğretim üyesi Türk arkeologların ve Türk müze müdürlerinin, hemen hemen her hafta bir Roma kalıntısının bulunuşunu bir bayram havası içinde, başları âdetâ göğe değerek ilân etmelerine ne demeli? Bulunan, târihî eserdir de, KİMİN târihi ile ilgilidir? O eserin orada bulunuşunun tescîlinin orta ve uzun vâdede sonuçları ne olacaktır?

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Sinâ AKŞİN, bir konferansında “Batılılar, bir ülkenin kime âit olduğuna karar verirken, orada kimin yaşadığına DEĞİL, oranın TÂRİHÎ BAKIMDAN KİME ÂİT olduğuna BAKARLAR” diyordu ki, doğrudur; ve dahî, Prof. Dr. Sinâ AKŞİN, ‘gerici, yobaz, tutucu vb. filân’ DEĞİLDİR!

Peki, mârifetmiş gibi, bu yeni bulguları büyük bir sevinçle ilân eden TÜRK arkeolog ve müze müdürlerinin, bu bulgular vâsıtasıyla, Anadolu’nun TAPUSUNUN KİME ÇIKARILDIĞINI farketmeleri, akletmeleri gerekmez mi? Elbette gerekir amma, onlar, daha yetişirken, üniversite öğrencileri iken, kurulmuş olan ‘kültür emperyalizminin tezgâhından’ geçmektedirler! Onlara, ‘insanlığın ortak malı, medeniyetin bir parçası olan eserlerin, kime âit olursa olsun, değerli, gerekli, gün ışığına çıkarılmasının bilime büyük hizmet’ olduğu öğretilmektedir. Bütün bunlar doğrudur da, EKSİK olan bir husûs var: Millî Şuûr. Bu olmadan da, insan, Yunanlı’nın alkışlayacağı, çok sevineceği, kendisi yaparsa dikkat, belki de tepki çekecek olan bir işin, ‘yerlilerce’ yapılmasından doğan sonsuz mutluluğa ereceği işler yapar. Küfe meselesi! (‘Küfe Meselesi’ni merâk edenler, 29 Temmuz 2002 târihli TürkHaber’deki yazımıza bakabilirler.) Çok iyi hatırlıyorum, 1974 Kıbrıs harekâtından önce, Kıbrıs’ta yaşamakta olan bir Rûm kadın, hemen yanıbaşlarındaki Türk bakkaldan bir şey satın alan oğlunu iyice pataklamıştı; kadındaki şuûra bakın!

Peki, yer altında kalmış olan eski eserleri çıkarmayalım mı? Çıkaralım, çıkaralım da, bir ÖLÇÜ OLSUN: Bizim 500 yıl kaldığımız ve binlerce değil, onbinlerce eser bıraktığımız (câmi, medrese, hamam, han, dergâh, imâret, köprü, konak, bedesten, arasta) ‘Yunanistan’ denilen ülkede KAÇ eserimiz var dersiniz? Bildiğime göre, Atina’da sâdece 2 aded bakımsız câmi. Peki, 400 yıl kaldığımız Sırbistan, Bosna-Hersek’te KAÇ eserimiz kalmış? Hırvatlar, Mostar’a girince niçin ilk iş olarak Osmanlı köprüsünü yıktılar? Bizim izlerimizi silmek için! Romanya’da, Tuna’nın kuzeyindeki bütün Osmanlı eserleri nîçin yok edilmektedir? Anadolu’daki eski eserleri çıkaralım ama, MÜTEKABİLİYET (karşılıklılık) esâsına göre bu işi yapalım, aklı başında insanın yapacağı gibi davranalım: Şu şu eserleri çıkarıp onarıyoruz veya onarımına yardımcı oluyoruz, ey Yunanlı, sen de, şu şu câmi, medrese, hamam vb. eserlerin rekonstrüksiyonuunu yap! diyelim. Eldeki kitaplardan faydalanılarak (meselâ rahmetli İ. H. Ayverdi’nin değerli kitapları) birçok eserimiz yeniden yapılabilir, insanlığa ve medeniyete kazandırılabilir.

Kısa vâdede ise, MÜTEKABİLİYET esâsını hayâta geçiremiyorsak, öyle hâhişkâr bir sûrette Anadolu’nun tapusunu Yunanlı’ya çıkarma faaliyetine ara verebiliriz. Nasıl hatırlamazsınız şâirin sözünü:
Bıçak soksan gölgeme, sıcacık kanım damlar,
Gir de bir bak ülkeme; başsız başsız adamlar.

Şuûrlu bilim adamlarımızın, KENDİ eserlerimizle ilgilendiklerini görmek, insanı ümitlendiriyor. Az olan sayılarının, kısa zamanda artmasını dileriz. Yabancılaşma süreci içindeki ‘aydın’ımızın tipik bir davranışını birkaç yıl önce bir daha gördük: Erzurum, Atatürk Üniversitesi’nin ilgili bölümünden bilim adamları, yabancılar AĞRI DAĞI’nda arıyorlar diye, NÛH’un gemisini Ağrı Dağı’nda aradılar. Anlaşılan, kendi Kutlu Kitapları olan Kurân-ı Kerîm’de, Nûh A.S.’ın gemisinin CÛDÎ DAĞI’na oturduğunun beyân buyurulduğunu bilmiyorlardı! Cizre yakınındaki, geminin oturduğu yer kabûl edilen, yüzyıllardan beri, Hıdrellez’de cemâatla namaz kılınan namazgâhtan da haberleri yoktu! Böyle ‘aydın’ ancak bizde bulunur. ‘Öyle öğretim terâzisinin böyle olur dirhemi!’ diyeceksiniz. Kimse çıkıp da: “bilimde nassa dayanılarak hareket edilmez, Kur’ân’a bakmak olmaz!” demesin, Batılılar ‘İncil’e bakarak Ağrı Dağı’na gidiyorlar, o nasıl oluyor? Sahîhlik bakımından Kur’ânı İncil’le karşılaştırmağa, kendine ‘Hristiyan’ diyen, aklı başında âlimler bile CESÂRET EDEMEZ. Onların en korktuğu şey, doğruyu bulmakta en şaşmaz usûl olan KARŞILAŞTIRMAdır; bundan bucak bucak kaçarlar, bilgisizleri, kendilerine İslâmî konularda ciddî hiçbirşey öğretilmemiş, bu konudaki bilgisizliğinin farkında da olmayanları avlarlar.
Yazar
Mehmet MAKSUDOĞLU

Mehmet Maksudoğlu, Eskişehir’de Kırım kökenli bir âile içinde doğdu. İnkılâp İlkokulunu, Eskişehir  Lisesini ve Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesini bitirdi. İzmir İmam-Hatîp Lisesi’nde Meslek Dersleri Öğretmeni olara... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen