ATATÜRK-İYE

Esat ARSLAN

Işıklar içerisinde yatsın, Rahmetli Babam, “Türkiye Cumhuriyeti” devletinden, ona göre “Devlet Baba”dan bahsederken özellikle ağzı dolu dolu olacak şekilde “Türkiya” sözcüğünü vurgulamayı pek severdi. O zaman ki onun arkadaşları da bu betimlemeyi sık sık yaparlardı. Bir gün dayanamayıp sormuştum:

“- Baba, okulda öğretmenlerimiz bize “Türkiye” derken siz ve arkadaşlarınız neden “Türkiya” diyorsunuz?

–Evladım, bunun nedeni açık, çünkü “Türkiye” sözcüğü “dişi”; “Türkiya” sözcüğü ise “erkek”, vücut dilini kullanarak “Devlet Baba” savının doğruluğunu ortaya koymaya çalışmıştı.

Gerçekten de “Türkiya” sözcüğü Osmanlı yazı dili yazılışı “elif” ile dimdik bütünleşirken, “te merbutalı”, ya da sonu hemzeli “Türkiye” sözcüğü biraz daha ılımsallığı simgeleştirirdi. Yani, demek istenirdi, “Türkiya” sözcüğü ile –itiraf ediyorum, ancak yıllar sonra kavrayabilmiştim- patrimanyol bir vatanı, vatanın aile reisliği kurumuyla bütünleşikliğini açıkça ortaya koyardı. Eski adamlar, eğilmeyen, dik duruş sergilemesi zorunlu olan “Devlet Baba” için böyle bir açıklama gereği duyarlardı. Halkımızın, II.Abdülhamit’e, Süleyman Demirel’e “Baba” lakabıyla hitap etmesinin de sanki bir açıklamasıydı.

Sonra elime bir dünya haritası alıp, sonu “–istan-“la biten, “Macaristan, Belucistan, Afganistan, Pakistan ve Hindistan” gibi ülkeler ile sonu –“ia”, ya da “ya” ile biten “Yugoslavya, Bolivya, İspanya” gibi diğer ülkeleri karşılaştırmaya başladığımda bir büyük gerçekliği adeta yeni baştan algılamıştım. Ancak Osmanlı, kendinden isyan ederek ayrılan uluslara adı “Hungaria, Bulgaria, Croatia, Greece” olsa bile o bunu yapay ulus-devlet olarak görüp ve bu yeni oluşumları “Macaristan, Bulgaristan, Hırvatistan, Yunanistan” demeyi sürdürmüştü.

Evet sevgili okurlar, bu şekilde gördüm ki sonu “–istan-“ ile biten ülkeler, inorganik bir coğrafi birlikteliği simgelerken; sonu “ia, ya” ile biten coğrafyalar üzerinde bulunan ve sübjektif olarak birlikte yaşamanın tek betimleyicisi millet denilen canlı organizmanın coğrafi birlikteliğini, kültür birliğini ortaya koyuyordu. Ancak bir farkla. Sormak gerek. Söz konusu coğrafyada benzerliklerin kurumsallaştırıldığı, canlı dinamik bir bütünleşiklik mi egemendir? Yoksa ayrımsallıkların kurumsallaştırıldığı gevşek bağlarla statik bir bütünlük mü hâkimdir? Öncelikle buna cevap vermek gerekiyordu. Örneğin “Güney Slav Birliği” anlamına gelen “Eski Yugoslavya” ayrımsallıkların özenle kurumsallaştırıldığı konfederatif bir birliktelikti. Sonu “ia-ya”  ile bitmesine karşın sıkı bir coğrafî birliktelikten ziyade, ayrımsal kültürün şekillendirdiği bir yansımayı simgelemekteydi. “Üçüncü Dünya” lideri Tito, Osmanlı’nın bırakmış olduğu Balkan coğrafyasında ayrımsallıkları özenle kurumsallaştırmıştı. “Sırbistan, Hırvatistan, Makedonya, Slovenya, Karadağ, Bosna Hersek” federal cumhuriyetleri ile iki özerk bölge bir araya gelerek modüler ve konfederatif yapıdaki “Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’ni teşkil etmişlerdi. Ancak bunu demir yumruklu “Tito” başarmıştı, onun ölümüyle birlikte deözenle kurumsallaştırlan uluslar, birbirlerinin boğazlarına sarılarak, 21. Yüzyıla beş yıl kala “soykırımı” tekrardan tarihin karanlık sayfalarından gün yüzüne çıkarmışlardı. Aynı ırka mensup, aynı dili konuşan “Güney Slav Birliği” 24 Ağustos 1572 tarihinde “Aziz Barthelemy Günü” kanlı kıyımını bile gölgede bırakacak birbirlerine karşı büyük kırımlar gerçekleştirmişlerdi. Bundan en çok da burada yaşayan Müslümanlar etkilenmişti. 1995 yılında aynı ırktan aynı etnik gruptan gelen ve aynı dili konuşan bir halkın sırf din farklılığı nedeniyle birbirlerine karşı İnsanlık Tarihinde daha önce hiç olmadık, yaşanmadık katliamlara girişmişlerdi. Ve de sırf Müslüman oldukları için ve zaman zaman da “Sen Türk’sün” diyerek insanlar Srebrenitsa’da soykırıma uğramış ve 50.000 Müslüman Boşnak kadın ve kız vücutlarına “Ay ve Yıldız” çizilerek ırzlarına geçilmişti. Bu onursuzluk yüzünden 800’ün üzerinde intihar vakasına rastlanılmıştır. 2008 yılında Birinci Dünya Savaşı’nın bitişinin 90. Yıl Etkinlikleri için gitmiş olduğum Modern Sırbistan’ın kurucusu Kara Yorgi’nin mezar duvarlarına yağlı boyalarla “1995 Toplu Irz Kıyımı” (Rape 1995) yazısını yazıp önünde gösteri yapan Müslüman Boşnak kadınların feryatlarını işittiğimde irkilmiştim. Bu olayın arkasından yüzlerce Boşnak kadını intihar etmesi ya da intihar girişiminde bulunması, Avrupa’nın yanı başında yaşanan bir katliamın bir başka yüzüydü.

Oysa Mustafa Kemal Atatürk’ün benzerlikler üzerine biçimlendirdiği bitişken, bütünleşik kültürü esas alan genç Türk Cumhuriyeti yaklaşık bir asırdan beri yoluna güçlenerek devam etmektedir. Dışarıdan ve içeriden her türlü karşı koymalara karşın bir türlü yıkılamayan bir birliktelik Atatürk ile bir bütünleşiklik sergileyerek günümüze kadar gelmiştir. Son günlerde, A&G Halkla İlişkiler Araştırma Şirketinin yapmış olduğu istatistiki araştırmalar göstermektedir ki, Türkiye’de hangi partiye mensup olursa olsun Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Atatürk’le bütünleştiğini ortaya koymuştur. Atatürk Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmanın bir halitası, amalgamı olarak ortaya çıkmış bulunmaktadır. Onsuz Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı olunamayacağı, adeta DNA moleküllerine kazanmış olduğu bilimsel veriler ile tekrardan ortaya konulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı, Atatürk’ü vatan kavramı ile bütünleştirmiş, daha doğru bir ifadeyle “Atatürkiye” kavramını “Türkiye kavramının bile önüne geçirmesi bilmişti. Ama üzülerek ifade etmek gerekir ki, “Türk” ve “Türkiye” kavramı bile siyaset arenasında maalesef birilerinin eliyle yaralanmıştır. Ama yadsınamaz bir gerçektir ki, “Atatürk” bu badireden de güçlenerek çıkmıştır.

Hadi şimdi de hep beraber bu olgunun parametrelerine bakalım. Birinci sorumuz klasik. Kuruluşundan itibaren Türkiye Cumhuriyeti neden Atatürkçü Milliyetçilik anlayışını esas olarak olarak ele almıştır? Bir kere söyleyelim, bu yaklaşım “irredentist” değil, aksine insancıl bir anlayıştır. Bu anlayış, ırk ya da din bazlı değil, bin yılda oluşmuş bir kültür ortaklığı üzerinde yükselen, etnik “alt kimlik”leri, yurttaşlık bağıyla ulusal “üst kimliğin” doğal parçaları sayan bir düşünce sisteminin açılımıdır. Yani? Yanisi şu: Bu topraklar üzerinde yaşayan herkesin, ulusun eşit haklara sâhip bireyleri olduğu ilkesine dayanmaktadır. Bu yüzden 1924 Anayasası (Teşkilat-ı Esasîye Kanunu)’nın 88. maddesi “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibarıyla (Türk) ıtlak olunur” diyerek anayasal yurttaşlık kavramını veciz bir biçimde tanımlamıştır. Kültür üzerine bina edilen milliyetçilik “Tam bağımsızlığı”, “Uluslararasında eşitliği” ve “Yurtta barış, dünyada barış” insanlık değerlerini savunmaktadır.

Kemalist düşünce sistemi içerisinde en temel ilkelerden de biri olan milliyetçilik anlayışı, yukarıda da izah edildiği gibi bitişken, bütünleşik (compasant) kültür bağlamında akılcıdır, çağdaştır, medenidir, ileriye dönüktür, demokratiktir, toplayıcıdır, birleştiricidir, insanlık değerlerini yücelticidir, hümanist ve barışçıdır. Çağdaşlaşmanın ön koşuludur. Öte yandan, “Dış Türk Meselesi”ni bile soydaş statüsünde ele alan, burada yaşayan soydaşlarımızın evrensel ve kültürel boyuttaki sorunlarını uluslararası platformlarda birincil görev olarak algılayan ve takip eden, ancak onları yurttaş yapmama çaba ve çalışmaların bir bütünüdür. Saldırgan irredentist değildir. Kısaca soydaşlarımızı bulundukları coğrafyada tüm evrensel ve kültürel değerlerimizle kucaklayan bir milliyetçilik anlayışıdır. Atatürkçü milliyetçilik anlayışı “Yurt Kavramı” ile doğrudan bağlantılıdır, gerçekçidir ve barışçıdır. Atatürk ile bütünleştirilen milliyetçilik, ulus egemenliği kavramı ile doğrudan bağlantılıdır; demokratiktir, ulusal dayanışmacı, sosyal adaletçidir.

Mustafa Kemal Atatürk, cumhuriyet kurulduktan sonra düşüncede defalarca, eylemsel olarak iki kez ülkeyi çok partili sisteme geçirmeye teşebbüs etmiş, ama her ne hikmetse, her defasında bu ikinci parti, cumhuriyet karşıtlarının, görünürde cumhuriyet sözcüğünün arkasına sığınıp, cumhuriyetin adını ağızlarına almayan hilafet yanlılarının, siyasal İslâmcıların yuvası olup çıkmıştır. “Anadolu İslâm Federe Devleti”’nin manifestosunu Ocak 1923 ayında ortaya koyan Hoca Şükrü Efendi’nin “Hilafet-i İslâmiye ve Büyük Millet Meclisi” risalesinde bir çırpıda atılan sözcük “Türkiye” ‘olmuştur. Bugün de bilinen cemaatçi çevrelerin “Türk ve Türkiye” sözcüklerini bir türlü söyleyememelerinin ardında yatan çıplak gerçek budur. Örneğin, Numaracı Cumhuriyetçi(?) FETÖ’nün bilindik kalemşörlerinden Mehmet Altan “İkinci Cumhuriyet ve Anayasa” başlıklı makalesinde Türkiye adını zikretmediği gibi, Türkiye için “Bura” sözcüğünü de garip bir biçimde üretmiştir. “Bura” denilen ülkenin adı “Türkiye”, devletin adı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir. Heyhat ki ne heyhat…

İki Dünya Savaşı arasındaki devrede Avrupa’nın neredeyse tüm ülkelerinde “Tek Parti Devleti” olurken, Atatürk döneminde, zorunlu olarak “tek parti hükümeti” olmuştur, Bu hakikati bütün çıplaklığı ile ortaya koyan ünlü Fransız anayasa hukukçusu ve siyaset bilimcisi Prof. Dr. Maurice Duverger, Atatürk dönemini aşağıdaki şekilde değerlendirmektedir:

  • Kemal rejimi plüralizme (çoğulculuk) üstün bir değer tanır.
  • Çoğulculuk devletin felsefesi çerçevesinde faaliyet gösterir.
  • Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası denemelerinin yapılmış olması tek başına derin bir anlam taşır.
  • Hitler Almanya’sında ya da Mussolini İtalyası’nda böyle bir şey düşünülemez.
  • Atatürk döneminde Türkiye’de tek parti olgusu mevcut olmuş, ancak tek parti ideolojisi ya da doktrini mevcut olmamıştır.
  • Türkiye’de tek parti sürekli ve arzulanır bir model olarak meşrulaştırılmamıştır.
  • Darbeler ve ihtilallerden sonra askerî hükümetler hemen iktidarı sivillere devretmişlerdir. Aksine zamanı geldiğinde yerini çoğulcu bir demokrasiye bırakacak olan geçici bir rejim olarak görülmüştür.
  • Parti yöneticilik hakkını siyasal elit ya da işçi sınıfının öncüsü olması niteliğinden yahut da liderinin Tanrı iradesine dayanışından değil, seçimlerde kazandığı çoğunluktan almaktadır.

Evet, sevgili okurlar demem odur ki, şimdiye kadar “Numaracı Atatürkçüler” ve Atatürkçülükten geçinen devletçi seçkinler elinde tutsak olan “Atatürkçülük” onların tekelinden kurtarılarak milletin gönlünde, bağrında yer etmiştir. Milletin kalbinde yer ettiği bir kez daha sınanan “Atatürkiye” mizi saygıyla ve minnetle selamlıyorum, efendim.

Yazar
Esat ARSLAN

Esat Arslan, İstanbul’da 15 Nisan 1947 tarihinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini İstanbul’da; yükseköğrenimini Ankara’da tamamlayan Esat Arslan, Savunma Bilimleri, Kamu Yönetimi dallarında yüksek lisans; Türkiye Cumhuriyeti Tarihi da... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen