İstanbul’un Bağı, Bahçesi ve Suyu

Turgut GÜLER

1908’de yayımlanan bir listede, İstanbul’un ünlü sebze ve meyveleri, semtlere göre şöyle sıralanmış:

Gümüşsuyu’nun baklası / Bayrâmpaşa’nın enginarı / Yedikule’nin göbekli marulu / Langa’nın hıyarı / Kartal’ın pırasası / Çengelköy’ün çileği / Kavak’ın inciri / Sultanselîm’in beyaz inciri / Yakacık’ın çavuş üzümü / Erenköy’ün alpehlivan üzümü / Beykoz Dereseki’nin fasulyesi / Vaniköy’ün vişnesi ve akhâfız can eriği / Beykoz’un cevizi

Bu uzun liste, yüz yıl önceki İstanbul’u ne güzel anlatıyor. Anılan meyve ve sebzelerden bir bölümü, hâlâ o semtlerin isimlerini yanlarında taşımaya devâm ediyorlar, ama bu, sâdece bir dil alışkanlığı. Yoksa hiçbiri İstanbul’da yetişmiyor. O, münbit ve bağ, bahçe, bostan kelimeleriyle anılan mahâller, heyûlâ hâlindeki binâ ağırlığını çekmeye mahkûm edilmişler.

Bir vakitler, ihtiyâcı olan sebze ve meyvenin en az yarısını kendi topraklarında yetiştiren İstanbul, bugün tamâmen taşraya bağlı hâle gelmiştir. Aynı hâl-i pür-melâl, yavaş yavaş öteki büyük şehirlerimizin de kader defterlerine yazılmaya başlandı.

Hamâsî metinlerde hallâcın pamuğu gibi attığımız vatan toprağı; meyve, sebze, tahıl ve daha bir sürü nîmeti, epeyi zamândır bizden esirgiyor.

Kabâhati toprağa yüklemenin basitliği, karakterimize etiket olmuş. Ne vakit, bu kolaylık yolunu terk ederiz diye, sabırla bekliyoruz. Fakat kul hesâbında olmayan bâzı klimatik gelişmeler, bekleme salonunun havâsını fenâ şekilde bozdu. “Bin düşünüp bir yapma”yı, tersine çevirdik.

***

Çırçır, Hünkâr, Fındık, Kestâne, Sırmakeş, Karakulak, Taşdelen, Çubuklu, Kanlıca, Ayazma, Koru, Vezirçeşmesi, Hacıkâhyâ, Çalkantı, Kanlıkavak, Hamîdiye…”

Ahmed Hamdi Tanpınar, Beş Şehir’in İstanbul bölümüne, her biri mısrâ-ı berceste kıvâmında hâlis şiir olan kaynak sularının adlarını sayarak başlar.

Türk-İslâm medeniyeti, daha pek çok mânâlı sembollerle birlikte, muhteşem bir su medeniyetidir. Bu ihtişâma beş asra yakın merkez olan İstanbul, topraklarından çıkan menbâ sularına öyle efsûnlu isimler vermiş ki, bunları sayan dudaklar, su içmiş gibi haz duyarlarmış.

Artık nesli tükenmek üzere olan o eski İstanbullular, ağızlarına aldıkları suyu, kısa bir müddet dil ve damak arasında dolaştırdıktan sonra, hemen adını söylerlermiş.

Sakalık,  bir zamânların en saygı duyulan ve mahalle halkının ayrılmaz parçası olan bir mesleği idi. Hangi evin kapısına, haftanın hangi gününde ve vaktinde görüneceğini bilen sakalar, saat ayarlama ihtiyâcını giderirlerdi.

Câmide, hamamda, meydânda akan suların mûsıkîsinden, plâtonik aşkı demlendiren seslerden kimse şikâyetçi olmazdı.

Bugünlerde, su kaynaklarının azaldığı, kesinti programının başlamasına ramak kaldığı konuşulurken, bir Allâh’ın kulu da çıkıp:

Dünyâ’ya tanıttığımız su medeniyetinin hakkını verirsek, susuz kalmayız.”

Diyemiyor.

Yazar
Turgut GÜLER

1951 yılında Afyonkarahisâr’ın Sultandağı ilçe­sine bağlı Dort (bugünkü Doğancık) köyünde doğdu. Âilesi, 1959 Ocağında Aydın’ın Horsunlu kasabasına yerleşti. İlkokulu orada, Ortaokulu Kuyucak’da okudu. İki hafta kadar ... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen