Varna Zirvesinin Düşündürdükleri

Esat ARSLAN

Genel Görünüm

İlk aklınıza geleni,  doğrudan Aristo mantığıyla aklınıza geldiği şekliyle sorabilirsiniz? Kuşkusuz, Varna zirvesiyle ilgili olarak… Sorun, sorun: “Dağ fare mi doğurdu? Diye.   Biz de cevap verelim, zaten bizim de büyük beklentilerimiz yoktu diye. Ama şimdi durum farklı. Tekrardan AB’ye giriş süreci için hem de en üst düzeyde yalnız köşeli değil, uzlaşabilmek amacıyla yuvarlak bir masanın etrafında müzakerelere başlamak önemlidir. Göründüğü kadarıyla, Varna Zirvesi’nde bayağı bir mesafe alındığını söyleyebilirim. Şimdi, en son söyleyeceğimi en başta söyleyeyim. Bana göre, tekrar aynı iklime dönmek bitirmenin yarısıdır, inanın sevgili okurlar. Bulgaristan’ın Avrupa Birliği (AB) dönem başkanı olması dolayısıyla Varna’da gerçekleştirilen Türkiye-AB zirvesi, her iki taraf açısından da önemli gelişmeye sahne oluşturduğu söylenilebilir. Bir kere her şeyden önce, şu konuyu büyük harflerle ifade etmek gerekirse, Ankara ile bazı Avrupa başkentleri arasında ciddi gerilimin arttığı bir dönemde bu zirvenin Varna’da en üst düzeyde katılımla gerçekleştirilmiş olması hem Türkiye hem de AB’nin aralarındaki ilişkiyi ne kadar önemsediğinin de bir göstergesi olduğunu not edelim. Her iki tarafın gündemdeki konulara birbirlerini incitmeyerek, temkinli ve teenni ile yaklaşmaları, Türkiye’nin AB giriş sürecindeki beklentilerini ve umutlarını da tekrardan yeşertmiştir. Yine taraflar külün soğuk yüzüne bakarak değil, içindeki ateşin varlığına inanarak müzakereleri sürdürmüşlerdir. Ama öncelikle ifade etmek gerekir ki, AB’nin karar alma süreçlerinden nasıl da elinin kolunun bağlı olduğu bir kez daha müşahede edilmiştir. Bunu niçin söylüyorum, zirve öncesinde Avusturya Başbakanı Sebastian Kurz’un doğrudan doğruya ırkçı bir tavırla Türkiye ile üyelik müzakerelerinin sonlandırılması talebini dillendirmesinden dolayı vurguluyorum. Bu istem AB’nin “Ortak karar alma yöntemi” karar mekanizmasının ne kadar pamuk ipliğine bağlı olduğunu da göstermektedir. Düşünebiliyor musunuz, AB‘nin iki lideri, Avrupa Konseyi Başkanı Donald Tusk ile Avrupa Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker; tüm AB adına konuşma yetilerinin bile olmadığı bir kez daha teyit edilmiştir. Algılayabiliyor musunuz? AB’nin en üst seviyedeki iki lideri, AB kapısında 59 yıldır bekleyen Türkiye Cumhuriyeti’yle bir zirve yapıyor ve Cumhurbaşkanı Erdoğan ile müzakereler icra edilirken, bir Avusturya Başbakanı tarafından toplantı bir anda sabote edilebiliyor. Diğer bir deyişle, birliğin üyesi bir Başbakanın olumsuz açıklamalarıyla toplantı bir anda tatsızlaşabiliyor. Kuşkusuz burada siyasal birliğe evrilme aşamasındaki AB’nin kendisini yeniden tanımlaması yapılandırması ve karar mekanizmalarını gözden geçirmesi de gerekli görülmektedir. Bu durum, “İğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batır” özdeyişini anımsatmakta ve ne kadar da ön plana çıkartmaktadır. Aslında bunun özeti bir nevi, duygudaşlık, “empati”dir.  Ama AB’nin bu “empati”den ne kadar kaçtığı da ortadadır. Türkiye’nin tam üye olduğu bir AB’nin geleceğini iyi okuyan ve sağduyu sahibi diğer birlik üyeleri tarafından “Ey Avusturya Türkiye ve AB’ye zararı dokunacak bir davranışı yapmadan önce iyi düşün ve kendine bak, kendini de bir eleştir” denilememesinin getirdiği sıkıntıya bir bakar mısınız? Yanıtlayalım, AB’nin, çoğunluğu da milliyetçiliğe eğilim gösteren bazı üyeleri kendilerini hep haklı olduğunu düşünüyor, empati yapmaksızın,  eleştiriyor ve Türkiye hakkında önyargılı bir biçimde devamlı söyleniyor ve hatta Türkiye’ye karşı hırçınlaşabiliyor. Bundan kurtulmanın tek yolu, AB’nin kendisini ve karar alma sürecini sürdürülebilir ve sağlıklı bir yapıya ve yönteme kavuşturmasından geçmektedir. Tabii ki şayet AB; ABD, RF ve Çin ile bir süper güç olarak, rekabete girebilecek bir siyasi birlikteliği önüne hedef olarak koymayı benimsediyse.

Çıkarların Kollanması: Al Gülüm Ver Gülüm

Türkiye’nin Gümrük Birliğine girmesinden bir yıl sonra 1996 yılında Türkiye’nin “Siyasi Denetim” statüsüne yükseltilmiş olması Avrupa’ya ödün vermenin bir getirisiydi. Bu sadece ödün verilmesine endeksli,  kuşkusuz bir karşılıklı kazanım değildi. AKP’nin iktidara gelmesiyle başlayan dış ilişkilerdeki uzlaşı zemininin kazanımıyla, bir buçuk yıl sonra 2004 yılında “Siyasi Denetim” statüsünün bir üst kademesi olan “Denetim Sonrası Süreç” aşamasına geçilmiş ve hemen arkasından 2007 yılında bu sürecin de bir üst kademesi “Tam Üyelik” yolunda görüşmelere geçilmişti. Birden hızlanan “Tam Üyelik” süreci Kıta Avrupa’sının iki lider üye devleti Fransa ve Almanya’nın Türkiye’nin AB’ye girmesinin kendi siyasi ve ekonomik çıkarlarına aykırı olacağı öngörüsü ile her türlü engelin Türkiye’nin üyeliğine giden yola döşenmesi AB’yle görüşmelerin askıya alınma gerginliğini ortaya çıkarmıştı. Hatırlayalım, 2007 yılında Fransa Cumhurbaşkanı açıkça “Ben Türkiye’nin Avrupa’ya ait olduğuna inanmıyorum. Neden basit çünkü Türkiye Küçük Asya’(Anadolu)’dadır. Türkiye’ye şiddetle şunu sunuyorum, Avrupa’yla bütünleşmek değil Avrupa ile gerçek bir ortaklıktır.”  demişti.   Arkasından 2011 yılında da Alman Şansölyesi Angela Merkel, sırça köşkte yürüyen bir fil gibi doğrudan ”Biz Türkiye’nin tam üyeliğini istemiyoruz.”  diyerek ağzındaki baklayı çıkarmıştır. Açık ve net…Ondan sonraki gelişmeleri hep biliyoruz.  Fransa ve Almanya’nın yanında Hollanda, Luxemburg, Avusturya, Danimarka, Kıbrıs Türkiye’nin AB’ye tam üye olarak girişine karşı olduklarını açıklamışlardır. Fransa ve Almanya’nın özellikle AB Komisyonunun Genişleme Müzakerelerinden Sorumlu Üyesi Johannes Hahn’ın ağzından Türkiye’yi “Ayrıcalıklı Ortaklık” kefesine koymaya çalışması, Türkiye tarafından bardağı taşıran bir damla olarak algılanmış, Avrupa Bakanı Çelik tarafından bu durum  “ahlaksız bir teklif” olarak değerlendirilmiştir.  Ayrıca hem Avusturya, hem de Fransa tarafından Türkiye’nin AB’ye giriş konusunda bir halk oylamasına niyetlenildiği açıklamaları yepyeni bir boyutu ortaya koymuştur. Bunlara ilaveten, Hollanda, Luxemburg ve Danimarka’nın eğer Türkiye AB’ye katılırsa AB entegrasyon sürecini tehlikeli bir boyuta taşıyacağından da dem vurmaları bir başka boyutu açmıştır.

Afrin Zaferinin kazanımı olarak adeta Roma’nın Kâbusu Kartaca Kahramanı Hannibal gibi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın uzun yıllar sonra tekrardan Varna’da belki de, AB içerisindeki birçok kesimi rahatsız edecek şekilde, AB üyeliğinin Türkiye’nin stratejik hedeflerinden biri olduğunu söylemesi ve bunun kabul görmesi Varna Zirvesinin en büyük kazanımı olmuştur. Türkiye Cumhurbaşkanının bu kararlı duruşu AB giriş sürecinde tekrardan inisiyatifi ele almasına da vesile teşkil etmiştir. İşte bu kararlılık gösterisi Sarkozy’den bu yana gelen, Alman Şansölyesi Merkel’in seslendirdiği “İmtiyazlı Ortaklık” ve de son zamanlarda adeta ahlaksız bir teklif gibi sunulan “Ayrıcalıklı Ortaklık” fikrini de nihayet gündemden düşürmüştür.

Müzakerelerin İlerlemesinin Önündeki Engeller

Geçen haftaki yazımızda Bulgaristan’ın AB dönem başkanı olmasını gerçekten önemsememin gerekçelerini sizlerle paylaşmıştım. Müzakerelerin ilerlemesinin önündeki engelleri şöylece özetlenebilir: Demokrasi, insan hakları, Kıbrıs, Yunanistan’la ilişkiler hatta bir başına kendi olanaklarıyla Ankara merkezli olarak icra etmiş olduğu Zeytin Dalı Harekâtı.  Bu arada Varna zirvesiyle doruk noktasına çıkan şu çarpıcı husus da belirtmek de yarar var, sanırım. Ankara’nın Osmanlı’dan devraldığı sorumlu politikalar yaklaşımını bazı ülkeler için terk ettiğinin emarelerini, kendine devamlı “Bizantinistik Entrikalar” üreten örneğin, Yunanistan gibi devletlere aynı araçla ve aynı zeminde yanıt verilmeğe başladığını görüyor ve bu çarpıcı açılımı alkışlıyorum. Şunu söylemeye çalışıyorum, Türkiye belki de ilk kez, mütekabiliyeti iklimine göre uygulayarak nabza göre şerbet vermeğe başlamıştır.  Şöyle özetleyeyim, bir nevi muhatabınız olan ülkeye sorumlu ve ciddi devlet yaklaşımları sergileyip, ona inisiyatif alanı tanımak uğruna, bir başına yapabileceğiniz özgürce seçeneklerden vazgeçildiğini görmek gerçekten sevindirici olmuştur. Bu durumun hele ki bizim gibi bir ülke için ne kadar yorucu bir eylem olduğunu takdirlerinize bırakıyorum. Türkiye’nin belki de ilk defa uzun yıllardan beri uluslararası ilişkilerde genel ilkelerden vaz geçerek- doğrusu olan budur- her ülkenin hassas tarafını saptayarak o devlete uygun bir politika uygulamaya başlaması, onun saygınlığını da, itibarını da arttırmıştır.  Yoksa Yunanistan’ın ipini tutmak öyle kolay mı? Akıllara zarar.  Unutmayalım, karşımızda ahde vefası olmayan bir ülke Yunanistan var.  Yunanistan’ı sadece çıkarları ilgilendirir, -bence burada doğrusunu yapıyor da,  bundan sonrakiler hiç doğru değil- üstüne üstlük Türkiye ve Türk insanının en zayıf, ya da en duyarlı olduğu zaman diliminde çakallığını ve dişlerini göstermesi her zaman beklenebilir.  Her iki ülke arasındaki ilişkilerin tarihsel arka planına bakıldığında durum hep böyle cereyan etmiştir. Unutmayalım, Yunanistan, çakallığı DNA’larına sinmiş bir ülkedir, bir de yırtmayı, çalışmadan avantadan geçinmeyi seven, yani tembelaki bir toplumdur. Bu iki önemli özelliği onu diğer ülkelerden ve başka ülke insanından ayırır, sizler de buna şahit olmuşsunuzdur.  Yaşayarak gördüyseniz ya da dokümanlara baktınız mı, ülke biyografik istihbaratında bunları görüyorsunuz. Toparlayalım, onun en büyük özelliği hazıra konacak, hiç çalışmayacak, yeni çakallıklar keşfedecek, seni en zayıf anında avlayacak. Efendim, şunu ifade etmeye çalışıyorum, bu coğrafyada ülke olarak bunlara hazırlıklı olmanız gerekiyor. Yani? Yanisi şu, çakallarla dans etmeyi öğrenmeniz, -yetmez, bilip-, uygulamamız gerekiyor. Şöyle bir anımsayalım. Yunanistan, bizim ve AB ülkelerinin yapmış olduğu güzellikler sayesinde önce ayrılmış olduğu NATO’ya dönüş yapmış, hemen akabinde apar topar AB’ye hızlı bir şekilde asansörle alınmıştır.  Hadi, bir anımsayalım. AB’nin “ İkinci Genişlemesi ”nin tek ülkesi 1 Ocak 1981 tarihinde AB’ye üye olan Yunanistan olmuştur. Bu tek başınalık Yunanistan’ın AB fonlarını alabildiğine kullanmasına olanak sağlamıştır. Üzülerek ifade etmek gerekir ki, bunda en büyük pay da maalesef Türkiye’ye aittir. Yunanistan’ın AB’ye girebilmek için NATO’nun askeri kanadına dönmesinin şart olduğu bir ortamda o zaman ki NATO Başkomutanı Orgeneral Alexander Haig’in sözlü ricası üzerine Devlet Başkanı Orgeneral Kenan Evren’in karşılığında hiçbir şey almaksızın vetosunu kullanmayarak Yunanistan’ın NATO’ya dönmesini onaylaması olmuştur. ABD orgenerali Evren Paşaya asker sözü verdi ya! Keka, Yunanistan ile birlikte AB’ye gireceğiz. Adama sormazlar mı? Sen kimlerle dans ediyorsun diye? İşte bu şekilde Yunanistan hiçbir hazırlık yapmaksızın apar topar önce NATO’ya arkasından da AB’ye tam üye olarak kabul edilmiştir. Bu görüşmeler ve müzakereler sırasında Türkiye’nin adı bile anılmamıştır. Oysa o zamana kadar, Türkiye Cumhuriyeti, Türkiye Cumhuriyetinin de AB üye yapılması kaydıyla Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönmesini şerh (rezerv) koyarak veto etmekteydi.  Ama burada Sezar’ın hakkını Sezar’a, İsa’nın Hakkını İsa’ya vermek gerekirse, bu durum doğrudan doğruya bizim Dışişleri Bakanlığının başarısıdır.

Varna Zirvesinde müzakerelerin ilerlemesinin önünde devamlı engel çıkaran Yunanistan’ı ve Başbakan Aleksis Çipras’ın yine yeni bir Bizantinistik yaklaşım sergilemesine rağmen, Türkiye’yi arkalamasını da önemsiyorum. Malum, Türkiye’de demokrasiye yönelik en ağır saldırı olan 15 Temmuz darbe girişimidir. Bu darbe girişimi sırasında başta Yunanistan olmak üzere AB’nin lider üye ülkelerini meşru hükûmete destek vermek yerine, darbecilere destek veren bir politika izlemelerine karşın hâlâ Ankara’ya demokrasi dersi vermeye kalkmalarına bilmem nereye koymak gerekir. Ülkelerine kaçan darbecilere kucak açıp Türkiye’ye karşı yeni saldırılar için örgütlenmeleri için her türlü olanağı sağlamalarına karşın, Türkiye’ye insan hakları konusunda ders vermeye devam etmelerini nasıl algılamak mümkün olabilir? Türkiye’nin askeri yasak bölgesine girdikten sonra tutuklanan iki Yunan askerini bıraktırmak için Bulgaristan Başbakanını araya sokarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ”Büyük Başkan’a söyle bizim iki askerimiz bıraksın” dedirtmesi karşısında ne dememiz lazım? Sen FETÖ’ye, PKK’ya, YPG’ye, KCK’ya, sanki sürgündeki PKK hükümetine kucak açmış olacaksın, ondan sonra da sıkılmadan bizim iki askerimizi bırak, yalandan Türkiye’ye AB’ye giriş sürecinde koşulsuz destek verdiğini söyleyeceksin. Bir de bu yetmezmiş gibi,  Türkiye’nin tutuklamış olduğu iki Yunan Ordusu askeri nedeniyle Yunanistan Parlamentosunda Başbakan Çipras ile ana muhalefet partisi Yeni Demokrasi lideri Kyriakos Mitsotakis arasında sözlü atışmalarla hükümet ile muhalefet arasında gerginlik olduğu tezgâhını dile getireceksin. Yunanistan olarak Türkiye’ye iade etmeyi reddettiğin darbeci askerler konusunda hukuktan dem vuracaksın ya da sessizliğini muhafaza edeceksin, buna mukabil  yasadışı bir biçimde Türkiye topraklarına giren Yunan askerlerin tutukluluğuna karşı yaygarayı koparacaksın.  Bu durumu tek kelimeyle, yanıtlayalım. “Yemezler!”

Evet, Sevgili Okurlar, müzakerelerin ilerlemesinin önündeki en büyük engel “Kıbrıs Meselesi”dir. Hele ki, Güney Kıbrıs Rum Kesimi (GKRY)-İsrail arasında Doğu Akdeniz’deki petrol ve doğal gaza yönelik “Münhasır Ekonomik Bölge” antlaşmaları imzalanmasından sonra bu sorun daha da bir çetrefilli görünüm kazanmıştır. En son söyleyeceğimi en başta söyleyeyim, GKRK’nin AB-Türkiye zirvesini ipotek altına almaya yönelik çabaları artık bir duraksama evresini girmiştir. Evet, doğrudur, AB’nin güney sınırında iki açık cephede tek başına savaşım veren bir Türkiye artık kolaylıkla vaz geçilebilecek bir ülke olmadığı tüm belleklere kazınmıştır. Ülkesinde 3,5 milyon mülteci ve en az 5 terör örgütüne karşı açık bir mücadele veren ve bunu yaparken, uluslararası yükümlülüklerini aksatmayan bir Türkiye’yi, ne AB ne de ABD kaybetme niyetinde değildir. Gerçekten de durum budur. İşte bunun için söylüyorum ki, Türkiye’deki normalleşme süreci, stratejik vizyonu güçlendirip, adaylık perspektifine de büyük bir ivme kazandıracağı aşikârdır. Şimdi aşağıdaki hususları daha bir görünür hale getirmek Türkiye Cumhuriyetinin bu konuda da bir planlama rehberi olmalıdır, diyorum.  Hatırlayalım, 24 Nisan 2004 tarihinde Annan Planı Referandumu yapıldıktan ve Rumlardan “Hayır” oyu, Türklerden de “Evet” oyu çıkınca, Avrupa Birliği, adı var sanı yok,  Rumların tekelindeki Kıbrıs Cumhuriyeti 1 Mayıs 2004 tarihinde Avrupa Birliğine katılıncaya kadar geçen 7 günlük zaman dilimi içinde AB Konseyi, Yeşil Hat Tüzüğü’nü onaylamıştı.  Konsey iki yıl sonra, 27 Şubat 2006 tarihinde, Kıbrıs Türk toplumunun ekonomik kalkınmasını desteklemeyi amaçlayan yasal aracı oluşturan “Mali Yardım” Tüzüğü’nü de onaylamıştı.  Kıbrıslı Türklere toplam olarak 259 Milyon Avro yardım yapılmasına karar alınmış ve üstelik “AB hibe destek Ofisi” adlı bir de ofis açmalarına karşın maalesef realize edilememiştir. Adı var sanı olmayan Kıbrıs Cumhuriyeti 1 Mayıs 2004 tarihinde Avrupa Birliğine katıldıktan sonra da bu tüzükleri felç edip, çalışmaz hale getirmiştir. İşte bu nedenle ne Mali yardım Tüzüğü, ne de Yeşilhat Tüzüğü istenildiği gibi iş yapamamıştır. Yapılan tüm harcamalar, Avrupa Komisyonu’nun Kıbrıs Rum tarafındaki “AB Kıbrıs Temsilciği” denetimine verilmiş, testiyi girenin değil kıranın önüne konulmuştur, bu para.

Çözümsüzlüğün bir diğer bacağı, Doğu Akdeniz’deki petrol ve doğal gaza yönelik “Münhasır Ekonomik Bölge” nin Yunanistan ve GKRY tarafından çetrefilli hale getirilmesi çabalarıdır. Anımsayalım, Annan Planı referandumundan bir hafta sonra GKRY Yunanistan’ın açık ara desteğiyle, AB üyesi yapıp ödüllendirerek sorunu çözümsüz hâle getiren AB’nin kendisidir.  Türkiye’nin Kıbrıs’ın doğal kaynaklarında adada yaşayan Türklerin de hakkı olduğu teziyle, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin tek başına izin verdiği doğalgaz arama faaliyetlerini engellemesinden rahatsız olmasını anlamak mümkün değildir. Sanırım, sorun ve çözümü şimdi daha iyi anlaşılıyordur.

Türkiye’nin Değişmez Hedefi Batı

Bilinen ve yadsınamaz bir gerçektir ki, Türk insanının “Orta Asya”dan beri Batı’ya doğru hareket ettiğini, yüzünün de her dönemde, belli açılarla, bazen çok, bazen de az, Batı’ya dönük olduğu ve bu nedenle göz ardı edilmemesi gereken bir varsayımdır.  Kurtuluş Savaşında Büyük Taarruz sonrası, Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın “Ordular ilk Hedefiniz; Akdeniz’dir” demesi bu varsayımın en çarpıcı örneğidir. Dikkat edin, Gazi, bir Yunan terimi olan Ege Denizi dememiş, doğrudan Batı’yı hedef olarak göstermiştir. Çünkü Türkler tarih öncesinden bu yana yönleri renklerle ifade eden uygar bir millettir. Doğu sarı, kuzey kara, güney kızılla ifade edilirken, ak ise batıdır. Yerleşim yeri olarak, merkezi bölge anlamına “yeşil” renk benimsenmiştir. Karadeniz, kuzeydeki denizdir, Karaköy İstanbul’un tarihi yarımadasının kuzeyindeki köydür. Kızıldeniz Türkiye’nin güneyindeki denizdir. Sarı Irmak, Sarıkamış doğudaki nehir ve yeri simgelemektedir.  Bütün bunlardan sonra demem o ki, Türkiye’nin ve Türk insanının yönünü döneceği yer batıdır, uygarlığın bulunduğu yerdir, hedef çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak ise. Bir şeyi daha unutmamak gerekir, Türkiye sadece kendisi için değil, yönünü batıya dönmekle Avrupa’daki halklara da yol göstericiliğini sunabileceği yadsınamaz bir gerçektir.  Eğer bizler, mantıkla duygularımızı karıştırmamayı başarabilirsek, Türkiye’nin yönünün batı olması gerekmektedir. Bu doğuya giden bir gemide batıya yürümek değildir. Ancak yeni bir strateji belirleyerek, Türkiye’nin yönünün batı olması tarihten gelen bir misyonik görevdir

Bir gerçeğin daha altını çizmek gerekirse, AB’nin bölge üzerindeki politik ve ekonomik vesayetinin olumsuz sonuçlarından etkilenen özellikle de Balkan ulusları Türkiye’ye daha bir yakın görünmektedir. AB’den hoşnutsuz bölge uluslarına Türkiye Cumhuriyetinin yumuşak güç konumu daha cazip görünmektedir. Osmanlının adını pek zikretmediği, ancak Balkan ulusları arasında yaşayan ve gelişmiş bir ekonomik ve kültürel birliktelik, bir başka deyişle “Osmanlı Devletler Topluluğu” (Ottoman Commonwealth) fikrinin tekrardan hayatiyet kazanması üzerinde durulması gereken önemli bir husus olduğu düşünülmektedir. 

Sonuç

Türkiye Cumhuriyeti, Varna zirvesinde bir tür yeni bir “Vizyonik Kararlılık Gösterisi ve Duruşu” sergilemiştir. Son derece veciz bir biçimde AB’den, Kıbrıs konusunda “tarafsızlık”; mülteciler, insan hakları ve demokrasi konusunda “içtenlik”; terör konusunda “küresel dayanışma”, Türkiye’ye yönelik tehditler konusunda “içinde bulunduğumuz askeri ittifakın felsefesine uygun hareket” ve her ne şekilde olursa olsun Türkiye’nin egemenliğine ve toprak bütünlüğüne “saygı” beklediğini büyük harflerle ifade etmiştir. Varna’dan sonra bu yeni dönemin en önemli algıları sayesinde Türkiye’nin temel hak ve özgürlükler başta olmak üzere,  gerçekleştireceği yapısal reformların miktarı ve derinliği AB tarafından Türkiye’nin tam üyelik statüsüne yönelik bakışını güçlendirebileceği düşünülmektedir.

Yazar
Esat ARSLAN

Esat Arslan, İstanbul’da 15 Nisan 1947 tarihinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini İstanbul’da; yükseköğrenimini Ankara’da tamamlayan Esat Arslan, Savunma Bilimleri, Kamu Yönetimi dallarında yüksek lisans; Türkiye Cumhuriyeti Tarihi da... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen