“Mare Nostrum” dan  “Libya Nostrum”a

“Mare Nostrum”[1]

Esat ARSLAN

Ne dersiniz? Hep birlikte izliyoruz. Nasyonalizmin yükselişe geçtiği Avrupa’da sanki sömürgecilik canlanmaya başladı gibi mi? Bir sınırından öteki hududuna bir saatte varılan ülkeler bile, geçmişte acımasızca yaptıkları sömürgecilikleri akıllarına gelince birden gözleri belermeye başladığını hissediyorsunuz, öyle değil mi? Yanisi, Avrupalı eski bezirgân sömürgecilerin, göz akları iyice belirecek biçimde açılıyor, emperyalizm dediklerinde. Neredeyse yalanacaklar. Bu hallerini hissetmeye başladığımda ise, Belçika dantelleri üzerine özenle yerleştirdikleri hayvansal “Bonsai” yöntemi ile iyice ufaltılmış “Pigme Kafatasları”nı avuçlarının içlerine aldıklarını görür gibi oluyorum. Bu Avrupalı insanlık kaçkınları, sadece öldürdükleriyle kalmadılar, yaşadıkları yerin en mutena odalarına, salonlarına onların kafataslarını küçülterek, yerleştirdiler. Ama şimdilerde bunları hiç kimsecikler anımsamıyor. İnsancıklarımız gittikçe artan bir hızla zombileştiriliyorlar, yabancılaştırılıyor. Ayrıca, Avrupa’nın yalan makinesi İstihbarat Örgütleri ve Sosyal Medya bu yaşananları tamamen silmeye çabalıyor, ama tarihsel bellek bunları hiç silinmeyecek biçimde muhafaza ettiğini de burada not edelim. Tekrardan anımsayalım, Batılıların kırım ve soykırım ile bütünleşen insanlık ayıplarını sadece bunlar değildi, adı bile tüyler ürperten “İnsanat Bahçeleri”nde mezalimlerini göstermesini bilmişlerdi. Avrupalılar tarafından dünyanın dört bir yanından getirilen yerlilerin sanki birer hayvanmışçasına hapsedilerek seyrettikleri ”İnsanat Bahçeleri” 1800’lerin sonları ve 1900’ların başlarında Avrupa’nın ortalık yerinde çok yaygındı. Buralarda yaşanan zulüm yıllarca devam etmişti. En son kalan son “İnsanat bahçesi” de bundan sadece ama yalnızca 60 yıl önce, 1958 yılında Belçika’da kapanabilmiştir. Hem NATO’nun merkezi hem de AB’nin başkenti durumundaki Brüksel’i bu bakımdan gözlerim buğulanarak önemserim, bizlere insanlık dersi vermeye kalkanlara sadece bunun bile anımsatılmasını yeterli görürüm, Sevgili Okurlar.  

Şunu söylemeye çalışıyorum, akşamdan sabaha “Kanonik Hıristiyan Şeriatı”yla istihareye yatanlar, eski sömürgelerinde yeniden at koşturmaya başladıklarını hayal ediyorlar, gibime geliyor. Arapça kökenli “istif’al” kalıbına uyan “istihare” kelimesi, “hayrı, iyiliği, güzel olanı talep etmek” anlamındadır, ama bunlarınkisi başkasının zararına, hatta yok edilmesine hizmet etmektedir. Bizim muradımız kuşkusuz bu değil, bizim söylemek istediğimiz, İngilizcede “incubation” kelimesiyle karşılanan “yatmak, düşünüp taşınmak, herkesten sakla(n)mak” karşısındakinin yüzüne baka baka iplik bükmek anlamına gelen “incubare” kökeninden gelmiş olanını tercih etmeleridir. Avustralya’da Aborjinlere uyguladıkları da bundan farklı değildir.  

Evet, Sevgili Okurlar, Avrupa’da yayılmacılık, sömürgecilik yeniden baş tacı edilmeye başlanmıştır. İnsanın diyesi var ya, “senin etin ne budun ne?”, önce kendi savunmana bak, arkadaş. Bana kalırsa, Trump NATO konusunda bastırmakta haklı. Avrupa’nın savunmaya kaynak ayırmadan ilerlemesi ve gelişmesi noktasından bakıldığında, NATO içerisinde ABD ve Türkiye Cumhuriyeti kullanılan ülkeler konumundadırlar. Başta Almanya olmak üzere bir güzel gelişip, semirdiklerini gördünüz, görüyorsunuz. GSMH’larından savunma bütçelerine yüzde iki bile ayıramayan bu ülkeler, şimdilerde yayılmacılığa hem de birinci öncelikle sarılmışlardır. Ama gelin, görün ki, düşünce güzel de, yorgan küçük, güçleri yetmiyor. Peki,  o zaman? Bunu yapmaktan bir türlü neden vaz geçmiyorlar. Geçmişte yapmış olduğumuz düşünceden vaz geçmeyiz, çünkü sömürmek güzel.  Onlar, bir anlamda kapalı kapılar arkasında diyorlar ki bir başına yapamıyorsak, gelin “Sömürge Ortaklıkları” kuralım, bunu da yapmayı düşündüklerini açığa vurmaya başlamışlardır. Şayet “Monroe Doktrini” gibi ABD’yi Amerika kıtasına hapsedebilirlerse, buna da yeltenecekleri çok açıktır. Soğuk Savaşın bitiminden sonra çokça gündeme getirilen “Avrupa Güvenlik ve Savunma Mimarisi” ile son zamanlarda dillendirilmeye çalışılan “Avrupa Ordusu” tartışmalarında söylenmeyenlerden biri de bu. Almanya’nın kapalı kapılar arkasında durmasıyla, şimdilerde desteklenmeye çalışılan Orta Amerika’daki ülkelerden ABD’ye giriş yapmak için yola çıkan göçmenlerin ABD sınırlarına dayanması “Monroe Doktrini” savımızı güçlendirmektedir. Avrupa’da sıkı bir savunma güvenliği tesisi edildikten sonra eski sömürgelerine yönelmenin parametresi de bu olsa gerek.

Avrupa’daki eski sömürgeci ülkelerin sınır aşırı savunma işbirliğinin derinleştirmek istenmesinin asıl gerekçesi siyasi olduğu kadar bu yüzden askerîdir. Bu yalnızca Belçika Hollanda, gibi küçük ülkeler için sınırlı değil, Fransa ve Almanya gibi ağır toplar için de geçerli olduğunu söyleyelim. Örneğin 2013 yılındaki Fransa Ordusu’nun eski sömürgesi Batı Afrika ülkesi Mali operasyonu, Fransa’nın uzun dönemli bu tür harekâtların tek başına altından kalkmasının mümkün olmadığını da ortaya koymuştur. Suriye rejiminin kimyasal silah kullanması halinde Suriye’deki askeri operasyonlara destek vermeyi gündemine alan Berlin yönetimi de, Alman Tornado avcı uçaklarıyla, ABD, Britanya ve Fransa’yla birlikte Suriye’ye karşı operasyona katılmak yönünde irade göstermesi de işte bu yüzden önem arz etmektedir. Bir de başta taşıma olmak üzere sınır aşan lojistiğe önem vermekte oldukları da ayrıca müşahede edilmektedir.

Bütün bunları bir çırpıda neden huzurlarınıza getirdim, biliyor musunuz? Yeni İtalyan Neo-Faşizanlarının Palermo’da yapılan Libya Konferansı’nda Türkiye Cumhuriyetini masanın dışına itme çabalarından dolayı. Osmanlı Devletinin en zayıf zamanında Osmanlı toprağı Libya’ya saldırıp, Türk aydınları sayesinde Libya halkının şahlanışını bir kayaya çarpmış olduğunu bilmezler gibi. Evet, izlediniz, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay’ın Cumhurbaşkanı Erdoğan ile telefon görüşmesinden sonra, Türkiye’nin Libya Konferansı’nı “derin hayal kırıklığı” ile terk ettiğini açıklamasını. Libya Konferansı’na Türkiye’yi en yüksek seviyede temsil etmek üzere giden Oktay, gazetecilere bir açıklama yaparak;

“Uluslararası toplum maalesef bu sabah tek vücut olamamıştır. Son dakikadaki emri vakisiyle bazıları İtalyan ev sahipliğini suiistimal ederek sürece tek taraflı müdahalede bulunmuştur. Kimi ülkelerin süreci kendi çıkarları doğrultusunda sakatlamaya çalışmaları devam ettiği müddetçe Libya’da istikrar sağlanamaz. Libya’nın daha fazla değil, daha az dış müdahaleye ihtiyacı vardır” ifadelerini kullanmıştır.

Burada düşünülmesi gereken Libya’nın dış müdahaleye gereksinimi olmaması savıdır. Bu savı hep Türkiye ve Türk insanı dillendirmiş ve uluslararası arenada mazlum ulusların sesi olmuştur. Doğrudur. Libya tüm üçüncü Dünya Ülkelerinde olduğu gibi sömürünün evrensel çarkına karşı mücadele vermiştir. Onların küreselleşen dünyaya ayak uydurmak gibi bir gaileleri yoktur. Kendi özvatan’ında çıkan petrolden yalnızca kendileri ve Afrika’nın mazlum uluslarının yararlanmasını istemişlerdir. Onlar bedevi çadırlarında özgürce yaşamayı düşlemişlerdir. Libya’nın, Goethe’nin “Olmazları olur görenlerin hayranıyım” vecizesi gibi “olmazları olur yapan” Bedevi çadırında doğan Muammer Kaddafi gibi bir liderleri olmuştur. Onun zamanında İlk ve Orta Eğitim çağındaki öğrencilerin hepsi, yükseköğrenim çağındakilerin de % 46’sı okula gitmekte olduğunu sizlere hatırlatalım. Sadece Afrika ülkelerinden iki milyon göçmen işçi Libya’da ekmek parası kazanıyordu. Afrika’nın her yanındaki Libya yatırımları kıtadaki yoksulluğu azaltıyordu. Ve bize gelince; küresel anlamda bugün en üst sıralarda bulunan inşaat sektörümüzün emeklediği o dönemlerde iş adamlarımızın elinden tutup onlara ihaleler veren tek devlet Libya olmuştur. Açık seçik ifade edelim, onlar bize hep inanmışlardır. Libya sayesinde birçok işadamı zengin olmuş, yüzbinlerce işçimiz evine ekmek götürmüştür. Bunun aksini terennüm eden var mı? Allah taş yapar. Bu konuda bana katılıyorsunuz, öyle değil mi? Cumhurbaşkanı Yardımcısı Oktay devamla;

“Diğerlerinin aksine biz, Libyalı ve bölgesel tüm aktörlerle geniş diyaloğa açığız. Libya’daki mevcut zorlu durumda sorumluluğu bulunanların ülkenin düzelmesine herhangi bir olumlu katkı yapmaları mümkün değildir” Türkiye’nin alınmadığı bu tür toplantıların sürece katkı sağlaması mümkün değildir. Bu sabah bazı taraflar arasında düzenlenen gayrı resmi toplantı ve bunların Akdeniz bölgesindeki başlıca aktörler olarak sunulması bizim şiddetle karşı çıktığımız çok yanıltıcı ve zarar verici bir yaklaşımdır. Türkiye bu toplantıyı büyük hayal kırıklığıyla terk etmektedir”

demiştir.

Oktay çok doğru söylemektedir. Libya’daki mevcut zoru yaratanların ülkenin düzelmesine herhangi bir olumlu katkı yapmaları mümkün değildir. Doğru söze ne buyrulur? Haydi, birlikte anımsayalım! Libya’da Kaddafi’yi devirmek için düğmeye basıldığında AB ülkeleri ile ABD arasında öncelik kapma yarışı yaşandığını, Fransa’nın Kaddafi’ye “ilk kurşunu” sıkarak, hem ABD’den hem de AB ülkelerinden daha erken davrandığı buna da İtalya’nın destek verdiğini Mısır’daki sağır sultan bilmektedir. “Şıracının dostu bozacı.” İnsan söylemeden de edemiyor, peki bu “yayılmacı oldubitti”ye Türkiye de dâhil olmadı mı? Maalesef bu kervana Türkiye de katılmıştır. Bu davranış biçiminin Fransa’nın Cezayir’e karşı bir İstiklâl Savaşı yaparken Türkiye’nin Fransa’nın yanında bayrak göstermesinin bundan ne farkı olabilir? Bir de üstüne üstlük Cezayir Milli Mücadelesinde Fransa Soykırım Ordusunda görev almak üzere Cezayirli İslam Mücahidi şehit etmek üzere Türkiye’den Lejyonerler gitmedi mi? Efendim maalesef gittiler. Avrupalı haramilerin hemen yanı başlarında boy gösterdiler, onların kırımlarına, katliamlarına eşlik ettiler. Trablusgarp Savaşı ya da diğer adıyla 1911-1912 Türk-İtalyan Savaşında, Libya’da Enver Paşalar, Mustafa Kemaller Libyalı mücahitler yanında yer alırlarken, biz Libya’da tek kelimeyle “Ayıp ettik.” İtalya’nın “Palermo” kentinde bize ayıp ettiklerinde bu hususu bir kez daha düşünmekte yarar var mı, yok mu? İyice düşünelim. Bana sorarsanız,  bu Türkiye’ye verilen büyük bir ihtar ve gözdağıdır. Burada derinlemesine düşünmek lazım.  

İslam Dünyası tarafından yapılan tek “Amfibi Çıkarma, Hava İndirme, Atama  ve Helikopter Uçar Birlik” harekâtını içeren  “1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan sonra, Batı bir bütün olarak Türkiye’ye ambargo uyguladığında yanımızda duran tek İslam ülkesi Libya olmuştur. Unutmayalım, askeri harekâtımızı bütünüyle onlar desteklemiştir. ABD bize harekâta katılan savaş uçaklarımız için uçak lastiği ve JP4 jet yakıtı vermediğinde yanımızda dimdik duran ülke Libya ve onun Millî Lideri Albay Muammer Kaddafi olmuştur. Libya lideri Kaddafi sadece ülkesi için değil, tüm ezilen III. Dünya ülkeleri için de elinden geleni yapmıştır. Durum böyle olmasına karşın, Kaddafi ailesi hakkında yıllarca yolsuzluk iftiraları atılmış, uluslararası yalan makinesi tarafından ne yalanlar söylenmiştir. Hepimiz tanık olduk. Sonradan anlaşıldı ki bunların hepsinin kuyruklu iftiralardır. Peki, şimdi sorarım size; “Atlas Okyanusundan Basra Körfezine, Afrika’nın içlerine kadar, Türkistan’ın Alatov (Aladağ) ve Tanrı (Tengri) Dağları”na kadar mazlum dünyanın lideri konumundaki Kaddafi’nin ülkemize yaptığı iyiliklerin karşılığını buldu mu? Lütfen mırıldanmayalım, bulmadı, efendim. Hem ülkesine, hem de kendisine çok büyük ayıp ettik, seyirci kalsak neyse, zalimlerin yanında yer alarak en büyük kötülüğü de bizler yaptık. Amiyane tabirle söyleyelim, yemek yediğimiz kaba da bir güzel ettik. Bundan yedi yıl önce, 2011 yılında Kaddafi’ye karşı Batı’nın yanına geçmiş olmamızın bedelini 15 Temmuz’la ödemiş olduk diyeceğim ama o mazlum halk bu tarih uyanışımızda bize yine dolaylı yoldan destek olmasını bildiğini de not edelim.  

Merhum Kaddafi 2007’den itibaren liberal ekonomiye geçmeye ve demokratikleşme adımları atmaya başlaması onun sonunun başlangıcı olmuştur. Ama Libya’nın Batı’nın hedefi olmasının asıl nedeni Kaddafi’nin Afrika’da geçerli olacak yeni bir para birimini oturtmaya çalışmasıydı. Kaddafi eski Fransız sömürgesi olan ülkelerde kullanılan Fransa kökenli Afrika Frangının ve ABD dolarının kullanımına son vermek istiyordu. Eski ABD Dışişleri Bakanı ve Başkan Adayı Hillary Clinton’un konuyla ilgili e-posta iletileri iki yıl önce ABD Başkanlık seçimleri arifesinde ortaya çıkmıştır. New York Times’da yayınlanan belgelere göre; Clinton ve Başkan Obama Libya’daki gizli operasyonlarda El Kaide unsurlarının kullanılmasını kararlaştırmışlardır. Bunlar günümüzdeki DAİŞ ve En Nusra’dan başkaları değildir. O zamanlar, Libya’daki sözde isyancılara ve satın alınmış aşiretlere ABD tonlarca ağır silah ve mühimmat vermişlerdir. Gökten adeta silah, güdümlü mermi ve roket yağdırılmıştır. Sorarım size, şimdilerde Suriye’nin kuzeyinde YPG’ye verilen binlerce TIR ve binlerce kargo uçağı dolusu, askeri araç, gereç ve silah, mühimmatla askeri donanımı sizlere bir şeyler hatırlatıyor mu? Kaddafi’ye karşı yürüyüş yapan Muhalefet Ordusu, uçaksavar füzeleriyle yürüyüş yapıyordu. Askerlikten hiç anlamayan birisi bile durumun vahametini anlar. Ki Kaddafi öyle bir zaman diliminde ortadan kaldırıldı ki, Batı’nın tüm isteklerini kabul etmişti. Şimdi sorarım size böyle “barışçı” insanlar gördünüz mü, dağarcığınızda böyle barış gönüllüleri var mı? En azından Suriye’deki AB(D) desteğindeki stüdyo projesi DAİŞ ile Libya’daki ajanların aynı fabrikanın ürünü olduğunu anlamışsınızdır. Yine biliyorsunuz, Libya’dakiler orada işlerini bitirdikten sonra Suriye cephesine gönderilmişlerdir. Lütfen anlayalım, bugün Kaddafi öldükten sonra “Libya” diye bir devlet kalmamıştır. Afrika Ligi’nin Liderliğini yapan bir ülkeden, Libya Arap Halk Cumhuriyetlerinden bahsediyorum. Milletler Müzesine konulacak hiçbir süjesi olmayan bir ülke konumuna düşmüştür, haberiniz olsun. Bütün bunlardan sonra derim ki, ülkemizdeki, modernizasyon ve teknolojik gelişmişlik üzerine gururlananlar, böbürlenenler hiç öyle fazla böbürlenmesinler, bu yazdıklarımı bir kez daha düşünsünler, Sevgili Okurlar.  

[1]Latince  “Bizim Akdeniz” anlamına gelen bu özdeyiş, Roma İmparatorluğunun güçlü döneminde ilk kez İmparator Jul Sezar tarafından Akdeniz için kullanılmıştır. İtalyan faşizminin lideri Benito Mussolini’nin 1930’larda izlediği, Akdeniz’i Roma İmparatorluğu zamanındaki gibi yeniden bir İtalyan denizi haline getirmeye çalıştığı yayılmacı politikasına verilen addır. “Bizim Akdeniz” vecizesi İtalyan Faşizminin yayılmacı politikasının günümüzdeki adıdır.  

Yazar
Esat ARSLAN

Esat Arslan, İstanbul’da 15 Nisan 1947 tarihinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini İstanbul’da; yükseköğrenimini Ankara’da tamamlayan Esat Arslan, Savunma Bilimleri, Kamu Yönetimi dallarında yüksek lisans; Türkiye Cumhuriyeti Tarihi da... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen