Savaşların Vüs’atı Değişirken:” Hibrit Savaş”

Esat ARSLAN

Çok mu hazırlıksız yakalandık bilmiyorum, ama ortalık bir kavram karmaşası, toz duman. İnsanoğlu barış, huzur sükûn için kafa patlatmaktan çok, daha çok savaşı çeşitlendiriyor, katmanlaştırıyor. Çıplak, yalın gerçek bu. Ama konu alt etme, çatışma, savaş oldu mu? Tutabilene, insanoğlunu tutabilene aşk olsun. Savaş, çatışma ve şiddet, görüyorsunuz ve yaşıyorsunuz, karmaşık ve hiyerarşik toplumlara geçişle birlikte artmaktadır. Her bir şeyin parası olana biçimlendiği toplumları kast ediyorum. İnsan savaşa, çatışmaya, şiddete meyilli bir varlık, -doğayı, diğer türlere karşı anlıyorum ama- kendi türdeşine karşı da kin ve nefretle dolabilen bir varlık. Şöyle bir etrafımıza baktığımızda bütün bunları hissetmemek mümkün değil. İnsanoğlunun fıtratında, doğasında var, çatışmak, savaş yapmak, yıkmak ve yok etme eylemi. İnsanoğlu önüne gelen her şeyi acımasızca yok ediyor, bitiriyor,  tüketiyor. Savaş aletinin taş olduğu “Taş Devri”nden, günümüzdeki “Dijital Savaş” aletlerine kadar, yöntemler değişse de, değişmeyen tek gerçek ne yazık ki gittikçe artan bir ivmeyle  savaş olduğu realitesi. Tabii bu arada söyleyelim, Amerikalıların sık sık “Kızılderili yok, herkes Kızılderili Şefi” (No Indian, All Chiefs) özdeyişinde terennüm ettikleri gibi, her bir yerde, sivil “Savaş Bakanları”yla lebalep dolu. Ama sahaya inen, “er” olmak isteyen yok, hemen herkes general, savaş bakanı olmak istiyor. Bu sadece bize mi özgü, yok canım, batıda da durum aynı. Sizler de, başta sivil General / Amirallerimiz olmak üzere, bayağı bir beyin fırtınası yapıldığına şahit oluyorsunuzdur. “Paintball” gibi arazide oynanan savaş oyunu bir yana, sanal ortama girin ne kadar çok savaş oyunu, stratejik savaş oyunu olduğunu göreceksiniz. 1962’de bir araştırma laboratuvarında doğan bilgisayar oyunları bugün cep telefonlarından interaktif televizyonlara, internet kafelerden PSP (Playstation Portable)‘lere yayılıyor, genişliyor. Çocuk odalarından salonlara taşınıyor ve gün geçtikçe daha çok şiddet içeriyor. Hemen ilk bakışta akla gelenler:  Tyranny, Company of Heroes, Unity of Command, The Witcher 3: Wild Hunt, Operation Flashpoint, Total War: Arena” ne ararsan, hangi devirde savaş etmek istersen mebzul miktarda var. Sokak savaşları 1990’ların ortalarında kişisel bilgisayarlarda oynanmaya başlanan, sonra PlayStation’lara taşınan “Grand Theft Auto”, bu türün en sert örneklerinden biri…  Dilleri dolaşsa da, küçücük yaştaki çocukların bunları bir çırpıda söylediğini duyduğunuzda şaşırıp kalırsınız. Denemesi bedava, gidin bakın bir İnternet Kafe’ye siz de şaşırıp kalacaksınız. Kuşkusuz, bu kadar savaş ve strateji oyunu oynarsan bunları gerçek yaşamda da başkalarına göstermen icap eder. Büyükler de evlerde kurmuşlar oyun bilgisayarlarını, oyun konsüllerini, her yeri kaplamış, yumruk sesi, silah sesi ve kemik sesi. Sadece bununla kalsa iyi. Biraz entelektüel olanlar ise buldukları hemen her mekânı savaş geyiği ile dolduruyorlar. Eskiden erkekler arasında av ve avcılık geyikleri modaydı ya, bunun gibi… Şimdilerde bunları savaş terminolojisine aktaranlar, başta medya olmak üzere, sosyal medya, televizyon ekranları, açık oturumlardan her yerden savaş, savaş diye sesleniyorlar. Neler demiyorlar ki, “Yeni Nesil Savaş, Dördüncü Nesil Savaş, Geleneksel Olmayan Savaş, Asimetrik Savaş, Gayrinizami Savaş, Vekâlet Savaşı, Düşük Yoğunluklu Savaş, Birleşik Savaş, Ticaret Savaş(lar)ı ve Hibrit Savaş” gibi kavramları sular seller gibi kullanıyorlar. Bakıp da kalıyorsunuz. Bu bir şekilde savaşların vüs’atının da genişlediğinin ve değiştiğinin bir göstergesi. Ancak bütün bunlar arasında çok kullanılan sözcük, ”Hibrit Savaş“. Allahtan Türkçe dilbilgisi kaidesini iyi bilenler bunu “t” ile yazıyorlar, ama çoğunluk biraz da ABD’ye güzelleme yapanlar, bunu “Hybrid’den mülhem “d” ile söylemeyi ve yazmayı yeğliyorlar. Neden “Melez Savaş” terimini benimsemiyorlar, inanın anlayamıyorum. Karakter yönünden farklılıkları bünyesinde barındıran,  hemi de Türkçe bir sözcük. ”Hibrit Savaş“ yerine, geleneksel ve geleneksel olmayan savaş araçlarının bir kombinasyonundan “Melez Savaş”tan bahsediyorum, sevgili okurlar. Bu ortamda, bu iklimde diplomasi var, askeri kuvvet var, özel kuvvetler var, gayr-i nizami savaş birlikleri var, içinde psikolojik harekâtı barındıran enformasyon harbi ve propaganda var, ekonomik ve ticaret savaşları var, siber saldırılar var, bölgesel huzursuzluk ve isyanların, ayaklanmaların ve kalkışmaların desteklenmesi var, var oğlu var.  Kuşkusuz bu düşünce kesitlerinin algılanamadığı bir ortamda, iyice kafası karıştırılanların belleğinde tüm bunlar kaotik bir olgu olarak yerleşmiştir.

Evet, efendim, günümüzde bizlere yaşattırılan bu ortam içindeki çatışmacı olgular, bu arada klasik savaşın ileri ve yeni boyutu olduğu için “Melez Savaş” tanımlamasına bire bir uyuyor, gibime geliyor. Ancak yine söylemem gerekir ki, bu söylem ve söyleyişler dünya savaş tarihinin de bir kronolojisi vermesi bakımdan son derece önemli. Tabii burada “Birleşik Savaş” kavramını ayrı bir yere koymamız icap edecektir. Çünkü birleşik savaş terimi bir yöntemdir, metottur. Tehdidin yapısına göre farklı uluslardan meydana gelen kuvvet çarpanlarının eklektik bir modelidir, desek, çok mu teknik olacak ben de pek bilemiyorum.

Malum, “Kuvvet Çarpanı”, harekât alanında genel olarak harekât birliklerinin manevra, istihbarat ve ateş destek ihtiyaçlarını karşılamak maksadıyla oluşturulmuş modellerden biridir. Literatürde, tehdit değerlendirmesi yaptıktan sonra, bu kuvvet yapısına  “Seç/Topla” (Choose&Pick) deniliyor. Çokça kullanılacak şekliyle örneğin, “Tabur Görev Kuvveti”, “Alay Muharebe Grubu”, daha büyük birlikler için kullanılan şekliyle “Birleşik Koalisyon Güçleri” gibi.  Bunlar için daha belirgin bir örnek mi istiyorsunuz, işte örnek: Olası bir Avrupa Ordusu’nun çekirdeğini oluşturabileceği düşüncesiyle 1989 yılında oluşturulan “Alman-Fransız Tugayı” adlı askerî kuvvet. Berlin Duvarının yıkılmasıyla birlikte bu düşünce kuvveden fiile geçmesi ilginç. Avrupa Ordusu tartışmalarından tamı tamına 30 yıl önce. İşte bu tam anlamıyla bir birleşik kuvvettir. İki ülkeden toplam altıbin askerden oluşan piyade tugayı, hâlihazırda dünyanın tek iki devletli askerî birliği konumundadır. Bu tugaya bağlı olan ve Fransa’nın Alsas bölgesindeki Illkirch-Graffenstaden’de bulunan 291. Avcı Taburu, Almanya’nın sürekli olarak yurtdışında konuşlu bulunan tek askerî unsurudur. Sadece komuta kademesi ve Hizmet Destek Taburu müşterek olan Alman-Fransız Tugayı’nın diğer birimlerinde ulusal kimlikler muhafaza edilmektedir. Bu oluşumun en önemli özelliği ulusal kimliklerin muhafaza edilmiş olmasıdır. Almanya, benzeri bir ortaklığı Hollanda ile de yapmıştır. 1995 yılında “Alman-Hollanda Kolordusu” kurulmuştur. Her iki ülkeden de ihtiyaç durumunda kırkar bin askerin dâhil olduğu bu askerî unsur bünyesinde muhabere ve hizmet destek olmak üzere iki de tabur bulunmaktadır. İlk başta sadece komuta kademesi ortakken, zamanla diğer unsurlar da birbirine bütünleştirilmiştir. Örneğin Alman 414. Tank Taburu hâlihazırda Hollanda 43. Mekanize Tugayı’nın bir parçası. Diğer yandan Alman Tank Taburu’nda 100 kişilik bir Hollanda bölüğü de yer almaktadır. Almanya Savunma Bakanı Ursula von der Leyen, iki ülkeye ait askerî unsurların bu entegrasyonunun “Avrupa Savunma Birliği”nin kurulması için örnek teşkil ettiğini” söylemektedir. Bayan Bakan çaktırmadan “Avrupa Ordusu” diyor, ya, anlayana. Bütün bunları niçin açıklamak zorunluluğu hissettim. Çünkü bu teşkilatlanma sistematiğidir. Bugün “Avrupa Ordusu” düşüncesini sanki yeni bir şey gibi tartışanlara bu bilgi birikimini anımsatmakta yarar var diye düşünüyorum. Adamlar tartıştıkça coşuyorlar, tekrardan başa dönüyorlar. Evet, efendim, var olan bu düşünce kâğıt üzerinden ya da eskilerin deyimiyle kuvveden fiile geçirilmiştir. Peki, o zaman neden serzenişte bulunuyorum? Böylesine yanlış tanımlamalar, savaş alanında bir eleman olarak bulunmamış, Medya Tower’larda çöreklenen kişiler tarafından üretildiğinden. Ama bu arada, bu tabirlerin savaşın iklimine pek de uymadığını bir yerlere not edelim. Yani şunu söylemeye çalışıyorum, üzerinden kurşun geçmemiş, alanda, sahada çalışmamış adını ne koyarsanız koyun ister Nobelli(?)bilim insanı, isterseniz Pulitzer(?) ödüllü dahi bir gazeteci kapalı kapılar arkasında terim üretiyorlar. Efendiler üretemezsiniz! Terimler ter, kan ve gözyaşı ile sahada üretilirler.

Bu sayılan terimlerin içeresine bir de ben “Etki Odaklı Savaş” ‘ı eklemek istiyorum. Önemi neredeyse unutuldu gitti. Tarihe not düşmek adına yazıyorum. Bunun TSK’lerinde görev yaparken en yılmaz savunucularından birisi de 25. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’tı. Yaşar Büyükanıt daha Genelkurmay Harekât Başkanlığı’ndan sonra gelmiş olduğu II. Başkanlık görevinde ve daha sonraki Kara Kuvvetleri Komutanlığı görevinde “Etki Odaklı Harekât Konsepti”ni hemen her vesile ile dile getirmiştir. Genelkurmay II. Başkanı olarak, 29 Mayıs 2003 tarihindeki Genelkurmay Başkanlığı çatısı altında yapılan “Küreselleşme ve Uluslararası Güvenlik Sempozyumu” açış konuşmasında günümüze ışık tutacak şekilde küresel temelde aşağıdaki değerlendirmeyi yapıyordu:

“Son yıllarda giderek daha karmaşık, çok boyutlu ve kaotik bir hâle gelen güvenlik ortamında, meydana gelen değişimleri ve dinamikleri inceleyerek; ortaya çıkan fırsat, risk ve tehditleri birlikte değerlendirecek bir stratejiye ihtiyaç ise kaçınılmazdır. Proaktif diğer bir deyimle kendi iç dinamiklerinin ortaya çıkardığı açılımları öngören, ‘Etki Odaklı Harekât Konsepti (EOHK), ortaya çıkan fırsatları değerlendirme ve ülke bazında topyekûn güvenlik anlayışının geliştirilmesinde olmazsa olmazlardandır. Bu konsept bağlamında Türkiye, öncelikle bulunduğu coğrafyada kendi ‘güvenlik algılamaları ve tanımlamaları’[1] çerçevesinde mevcut ve muhtemel risk ve tehdit parametrelerini belirleyecek; bu tehlikeleri bertaraf edecek, ulusal ölçekte bir koordinasyon, günün koşullarına ayak uyduracak şekilde yeniden yapılandırılmış çağdaş bir güvenlik politikası ve sinerji oluşturacak bir kurumsallaşmayı geliştirmek zorundadır. Zira geleceğe hazır olmak ancak geleceğe yönelik öngörü yeteneğimizi sağlıklı bir biçimde geliştirmekle mümkündür. Geleceği yaratmanın en sağlıklı yolu ise geleceği öngörmektir.”[2]

Evet, bu duruma göre bu söylemlerin bir kronolojisini yapacak olursak,  “geleneksel olmayan savaş, gayrinizami savaş, düşük yoğunluklu savaş, etki odaklı savaş, asimetrik savaş, vekâlet savaşı, dördüncü nesil savaş, yeni nesil savaş ve hibrit savaş” biçiminde olması gerekir biçiminde düşünüyorum.  Teknolojisiyle beraber terimler de kendi içerisinde evrimsel bir süreç yaşamıştır, yaşamaya devam etmektedir. En son kullanılmaya başlayan terim de, “Hibrit Savaş” terimidir. Hibrit Savaş da bu değişimin bir ürünü olarak 2007 yılında literatüre girmiştir. İlk defa Frank Hoffman tarafından kullanılan Hibrit Savaş kavramı; birçok savaş çeşidinin, esnek ve gelişmiş düşman tarafından o andaki şartlara en uygun olacak şekilde aynı anda kullanıldığı bir savaş türünü ifade etmektedir. Hoffman, önümüzdeki dönemde konvansiyonel kuvvetler, gayri nizami harp unsurları, terörist gruplar ve suç örgütlerinin aynı harekât alanında ve aynı zamanda mevcut olacaklarını iddia etmektedir. Doğrudur, aynen günümüzde yaşadığımız olay ve olaylar zinciri bundan farklı değildir. Bu durumda hibrit savaşın en belirgin özelliği, düzensiz savaş taktiklerinin ve yüksek teknolojinin beraber kullanımı oluşturacağı olgusudur. Hibrit savaş sadece devlet dışı aktörler ile sınırlı kalmayacak, gelecekte devletler, konvansiyonel olarak daha güçlü devletlere karşı bunu kullanabileceklerdir.[3]

Savaş yaklaşımlarının her biri kuram ve metodoloji anlamında farklılıklara sahip olmakla birlikte, hem geleneksel savaş çalışmalarının hem de yeni nesil savaş çalışmalarının tümünün “savaşın doğası” ve “savaşın karakteri” konusunda bir cevap arayışı içinde oldukları da gözlemlenmektedir. Savaşın doğası denilince ne anlamak gerekiyor? Savaşın karakteri savaşın doğasından farklı mıdır? Savaşın doğası ve savaşın karakterinden ziyade, bence “savaşın iklimi” denilmesi daha doğru bir yaklaşımdır. Nedeni açık, savaş alanı ve sahası sözcüğünden “Savaş Sahnesi(Theater of War)ne doğru eğilim II. Dünya Savaşından sonra kullanıla gelmiştir. Bu konu üç boyutluluğu göstermesi bakımında son derece ilginç bir yaklaşımı da sergilemektedir. Oysa “Savaş sahnesi” olgusu üç boyutluluktan ziyade uzay da dahil olmak üzere çok boyutluluğu göstermektedir.  Aynen Hoffman’ın belirttiği gibi, konvansiyonel kuvvetler, gayri nizami harp unsurları, terörist gruplar ve suç örgütlerinin aynı harekât alanında ve aynı zamanda birbirlerine karşı olacakları durumu ifade etmektedir. Kuşkusuz burada silahlı kuvvetlerin dışındaki savaşa doğrudan ya da dolaylı olarak etki eden sivil unsurların işlevlerini de içermektedir. Bunu sadece cephe gerisi olarak da algılamamak gerekmektedir.  Burada önemle belirtmemiz gereken husus ise savaşların analiz edilmesi için karakterinin ve doğasının ortaya konulmasının yeterli olmadığı, olamayacağı düşüncesidir. Adını ne koyarsanız koyun ben olayları günümüze getirebilmek için buna “yeni nesil savaş” diyeceğim. Şunu söylemeye çalışıyorum, savaşa katılan aktörleri doğrudan etkileyerek olaylardan çok, kullanılan silah sistemleri ve kontrol ağları da savaşın alt unsuru muharebeyi taktik, operatif ve stratejik seviyede etkileyeceğini düşünmekteyim. Savaş alanının tüm katmanlarında hem milli gücü tehdit eden tüm unsurlar ile onlarla mücadele edebilecek unsurların bulunduğu bir ortamı kastediyorum. Bu ortamda mili güç unsurları dışında yasa dışı örgütler ile organize suç örgütleri de bulunmaktadır. Malum Savaş zamanca kademeli olarak icra edilen birçok muharebelerden meydana gelmektedir. Burada neyi kast ediyorum, örneğin, 21-29 Şubat 2008 tarihleri arasında gerçekleştirilen 8 gün süren Güneş Harekâtını. Eskiden şimdiki gibi sınır harici harekât yapabiliyor muyduk? Ne gezer? Türkiye’nin Irak’ın kuzeyinde PKK / Kongra-Gel terör örgütüne yönelik gerçekleştirdiği sınır ötesi harekâtlardan en can alıcıları ve örgüte darbe indirilenleri; “Kuzey Irak Harekâtı”,Çelik-1 Harekâtı”, “Çekiç Harekâtı”, “Şafak Harekâtı” olarak sıralanabilir.[4] 5 Ekim-15 Kasım 1992 tarihleri arasında gerçekleştirilen Kuzey Irak Harekâtı 41 gün; 20 Mart-2 Mayıs 1994 tarihleri arasında gerçekleştirilen Çelik-l Harekâtı 43 gün; 12 Mayıs-7 Temmuz 1997 tarihleri arasında gerçekleştirilen Çekiç Harekâtı 53 gün; 25 Eylül-15 Ekim 1997 tarihleri arasında gerçekleştirilen Şafak Harekâtı 20 gün sürmüş ve 21-29 Şubat 2008 tarihleri arasında gerçekleştirilen Güneş Harekâtı ise 8 gün sürmüştür. İzin verdikleri kadar, bir de gittikçe azalan bir zaman süresi. Şimdi geldiğimiz seviye için bunları bilmek gerekli. İşte bunları yaparken TSK’lerinin edindiği tecrübeler, bize kazandırdı, “Afrin ve Zeytin Dalı Harekâtı’nı. Bunda, inancın tabii ki yeri var ama aksakallıların herhangi bir dahli ve katkısı yok. Kuşkusuz, Allah’ın inayetini bir kenara koyalım.

Gelelim şimdi Güneş Harekâtının irdelenmesine: Kolordu Komutanlığı güdümünde yapılan bu harekât örneğin sadece üç tip operasyonla sınırlandırılmıştır. Bunlardan birincisi, şiddetli soğuk ve derin karda yapılan bir “Arktik Harekât” olması; ikincisi, gayrinizami harbe karşı koyma harekât nevileri bakımından “Tepkide ön alma ve imha harekâtı” tipinde yapılması ve genel düşünce açısından üçüncüsü ise “Etki odaklı harekât konsepti” ne göre icra edilen bir harekât olmasıdır. Günümüz savaşlarının temel karakteri ve geçmişteki savaşlardan farkları budur. Soğuk Savaş sonrası, devletlerarası geleneksel savaş yaklaşımlarının devamlılığı bu nedenle sorgulanmıştır. Savaşın karakterinde değişimler yaşandığı algısıyla yeni bir savaş konseptinin geliştirilmesi gerektiği düşüncesi bu nedenle egemen olmaya başlamıştır.  

Bütün bunlardan sonra demem o ki, nerelerden nerelere geldik, sevgili okurlar, Türk Silahlı Kuvvetlerinin savaş deneyimleri, günümüzdeki ortama uyumları tüm dünya ordularına örnek olabilecek boyutta olduğunu sizlerle bir kez daha paylaşmaya çalıştım.

Dipnotlar

[1] Yaşar Büyükanıt, “Küreselleşme ve Uluslararası Güvenlik Sempozyumu Açış Konuşması”, 29 Mayıs 2003.

[2] Yaşar Büyükanıt; “KHO”, Çizgi Ötesi Dergisi, Ankara, Şubat 2005, Sa.:51, s.1

[3] Yücel Özel Ertan İnaltekin (Editörler),  Çeviren Melih Arda Yazıcı, Savaşın Değişen Modeli: HİBRİT SAVAŞ, İstanbul, Temmuz 2018, s V

[4] Saygı Öztürk; Sınır Ötesi Harekâtın Kurmay Günlüğü, İstanbul, Ağustos, 2007, s.169

Yazar
Esat ARSLAN

Esat Arslan, İstanbul’da 15 Nisan 1947 tarihinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini İstanbul’da; yükseköğrenimini Ankara’da tamamlayan Esat Arslan, Savunma Bilimleri, Kamu Yönetimi dallarında yüksek lisans; Türkiye Cumhuriyeti Tarihi da... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen