5 Haziran 2023

Turgut GÜLER

İstiklâl Harbi günlerinde, fizikî bakımdan sâdece yoklara sâhip olan Türk milleti, varlığından aslâ şüphe etmediği îmânı sâyesinde muhteşem bir destân yazdı. Burada ifâde edilen “îmân” sözü, yalnız dinî mânâlar tedâî ettirmiyor. Elbette, dinî renklere bürünmüş îmân, Türk’ün göğsünden hiç çıkmadı. Ama bu dinî ürperişin hemen yanı başında, millî titreyişleri de içine alan ve ümit, azim, gayret, vatan muhabbeti gibi pek çok hissedişi temsîl eden değişik îmân takviyeleri vardı.

            Yahyâ Kemâl’in:

                        “Şu kopan fırtına Türk ordusudur, yâ Rabbî!

                        Senin uğrunda ölen ordu, budur, yâ Rabbî!

                        Tâ ki, yükselsin ezânlarla müeyyed nâmın,

                        Gaalib et, çünkü bu, son ordusudur İslâmın!”

diye tablolaştırdığı 26 Ağustos 1922 günü, Anadolu denen azîz Türk Yurdu’nda, görünen manzara bu idi.

Şâirin, muzafferiyeti için niyâza durduğu Türk ordusu, yirminci asrın başında, Dünyâ’da ayakta kalmayı başarabilmiş tek “İslâm” ordusuydu. Bu ordunun, mutlaka gaalib gelmesi lâzımdı. Aksi hâlde, Allâh’ın nâmını günde beş def’a minârelerden haykıran “ezân” susacaktı. Son İslâm ordusunun müdâfaa ettiği azîz vatanı da, son İslâm toprağı idi. Son ordu, son toprak, son ümit, son gayret. Hepsinin tek hedefi, ezânı susturmamaktı…

            “Ezânın susmaması, bayrağımızın dalgalanması ve hiç inmemesi”, milletimizin klâsik niyâz cümlesidir.

Dinî ve millî motiflerini böylesine harmanlayıp iç içe yerleştiren başka bir millet var mı? Minâresine bayrak asan, başka bir İslâm ülkesi duydunuz mu? Ama, o Ay-yıldızlı bayrak da, o minâreye ne yakışır!.. Minârede dalgalanan Türk bayrağı… Şiire ne hâcet? Seyreden gözde ve titreyen gönülde mecâl bırakmıyor…

İstiklâl Harbi’ni zaferle noktalayan ecdâdımız, o kadar tevâzû ehli idi ki, yaptığı işi, gündelik hayâtın îcâbı derecesinde ve:

              “Kim olsa böyle davranırdı”

safderûnluğında görüyordu.

Onlar, ne muazzez insanlardı!.. Onlar, muvaffakiyetleri anlatılırken mahcûb olan insanlardı…

Mahcûbiyet hissi, insana şeref veren bir husûsiyettir. Mahcûb insan, eşref-i mahlûkât olmanın mes’ûliyetini idrâk etmiştir. Mahcûb insan, kendini de, haddini de biliyordur. Mahcûb insan, Dünyâ’yı, Ukbâ’yı ve Mâverâ’yı Hatt-ı İstivâ’da birleştiren insandır.

Kaybettiğimiz nice fazîletimiz arasında, maalesef mahcûbiyet de var. Hicâbdan, yâni ar duygusundan kök alan mahcûbiyet, başlı başına bir ahlâk saltanatını temsîl eder. Çünkü müsbet mânâda ahlâklı insanlar, muhcûb olur.

Mahcûbiyet, işlenen bir yanlışlığın sonunda da gelir. Bu çeşit mahcûbiyet, hatânın kefâreti olarak da düşünülebilir. Ne mutlu o mahcûb insana ki, hatâsının farkındadır ve aynı hatâyı tekrârlamamak için hicâba sığınmıştır.

Fakat asıl mahcûbiyet – ki, mahcûbiyet-i ekberdir - muvaffakiyet, hattâ zafer sonrasında şımarmayı ve haddi aşmayı engelleyen tevâzû tarzıdır. Bu yüce mahcûbiyet, aynı zamânda Türk târîhinin îtilâ döneminin de özetidir.

Yazar Hakkında:

Turgut GÜLER

Turgut GÜLER

1951 yılında Afyonkarahisâr’ın Sultandağı ilçe­sine bağlı Dort (bugünkü Doğancık) köyünde doğdu. Âilesi, 1959 Ocağında Aydın’ın Horsunlu kasabasına yerleşti. İlkokulu orada, Ortaokulu Kuyucak’da okudu. İki hafta kadar Nazilli Li­sesi’ne devâm ettikten sonra, Nazilli Öğretmen Okulu’na girdi. Bu okulun ikinci sınıfını bitirdiği 1968 yılında, İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu Hazırlık Lisesi’ne kaydoldu. 1969-1973 yılları arasında, Yüksek Öğretmen Okulu hesâbına, İstanbul Üniversite­si Edebiyât Fakültesi Târîh Bölümü’nde tahsîl gördü.

İstanbul Çapa’daki Yüksek Öğretmen Okulu’nun Kompozis­yon ve Diksiyon Hocası olan Ahmet Kabaklı’nın başkanlığında kurulan Türkiye Edebiyât Cemiyeti’nde, bilâhare bu cemiyetin yayınladığı Türk Edebiyâtı Dergisi’nde vazîfe aldı. Bir tarafdan üniversite tahsîline devâm etti, bir yandan da bahsi geçen der­ginin “mutfak” tâbir edilen hazırlık işlerinde çalıştı. Metin Nuri Samancı’dan sonra da ikinci yazı işleri müdürü oldu (Mart 1973, 15. Sayı). Bu dergide yazı ve şiirleri yayımlandı.

1973 Haziranında üniversiteyi bitirdiğinde, Malatya Mustafa Kemâl Kız Öğretmen Lisesi târîh öğretmenliğine tâyin edildi. Ah­met Kabaklı’nın arzûsu ile bu görevine başlamadı ve İstanbul’da kaldı, Türk Edebiyâtı Dergisi’ndeki mesâîyi sürdürdü. 1975 yı­lında hem Edebiyât Cemiyeti (Bakanlar Kurulu karârıyla Türkiye kelimesi kaldırılmıştı), hem de Türk Edebiyâtı Dergisi, maddî sı­kıntılar yaşadı, dergi yayınına ara verdi. Bunun üzeri­ne, resmî vazîfe isteği ile Millî Eğitim Bakanlığı’na mürâcaat etti.

Van Alparslan Öğretmen Lisesi’nde başlayan târîh öğretmen­liği, Mardin, Kütahya ve Aydın’ın muhtelif okullarında devâm etti. 1984 yılında açılan Aydın Anadolu Lisesi’nin müdürlüğüne getirildi. 1992’de, okulun yeni binâsıyla berâber adı da değişti ve Adnan Menderes Anadolu Lisesi oldu. Bu vazîfede iken, 1999 Ağustosunda emekliye ayrıldı. 2000-2012 yılları arasında, İstan­bul’da, Altan Deliorman’a âit Bayrak Basım-Yayım-Tanıtım’da, yazı ve yayın çalışmalarına katıldı. Yine Altan Deliorman’ın çıkardığı Orkun Dergisi’nde, kendi adı ve müsteâr isimlerle (Yahyâ Bâlî, Husrev Budin, Ertuğrul Söğütlü) yazılar yazdı. İki kızı var.

Yayımlanmış Eserleri: Orhun’dan Tuna’ya Uluğ Türkler, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2014; Takı Taluy Takı Müren (Daha Deniz Daha Irmak), Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 2014; Cihângîr Tûğlar-Selîmnâme, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2014; Ejderlerin Beklediği Hazîne, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2015, Şehsüvâr-ı Cihângîr-Fâtihnâme, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2015.

 

Yazarın diğer makalelerinden: