Oryantalistler 5: Dil’in Önemi 

Mehmet MAKSUDOĞLU

Kapitalist/Liberalist Batı dünyâsında, bir yanda servet yığılırken, öbür yanda evsizler, geceyi aç geçiren yığınlar var. Toplum, zengin olduğu için, dünyanın neresinde ne var, neler oluyor, bunları takip etmek için birtakım kurumlar, üniversiteler meydana getirmiş. Bu kurumlar, yeni fikirler getirsinler demişler.

Oryantalistin iyi yetişmesi için, imkânlar boldur; ancak, zavallıyı kendi hâline bırakmazlar, adam gibi kendini gerçekleştirmesine imkân vermezler. Doğu Dilleri Fakültesinin daha ilk sınıfında iken, İslâmı mı öğrenecek, Müslümanların yaşadıkları ülkelerden biri hakkında araştırma yapıp söz sahibi mi olacak; daha  öncekilerin İslâmla ve o bölge ile ilgili yazdıklarından işe başlatılır, bir yandan da dil öğrenmeğe koyulur.

İslâm hakkında söz sahibi olacak kişi, pek tabiî, önce, İslâmın kaynak dili Fasîh (Klasik) Arapçayı çok iyi bir şekilde öğrenmeli, Kur’ân-ı Kerîmi, başlıca Hadîs-i Şerîf kitaplarını anlayarak okumalı, o bölgede yazılmış kaynak kitaplardan işe başlamalıdır. Ama hayır! Kemikleşmiş bir şekilde (Aristo’nun kitapları yerine) diğer oryantalistlerin yazdıklarından yola çıkar, objektif olamaz.

Diyelim ki, Batı ülkelerinde zenginler sınıfı vardır, bir de sürünenler, zor geçinen büyük kitle vardır. Zavallı oryantalistin gerçeği, problemi görmesini, güçlü orta sınıfın bulunuşu engeller. Zenginlik iyi bir şeydir, orta sınıftaki de biraz gayret ederse bir şeyler biriktirip daha iyi bir duruma gelir. Eh, yoksullar her toplumda vardır, biraz da evsiz, uyuşturucu mübtelâsı bulunabilir.

Zavallının konuştuğu dilde hak kelimesi ve kavramı olmadığı için, çarpıklığın farkına varamaz:

Bir yanda belli sayıda kişinin elinde muazzam meblâğlar varken, öyle bir toplumda, Evsiz, geceyi caddede, lüks mağazaların kapı girişlerinde geçiren kişilerin varlığı, onu düşündüremez: çünkü, kafası düşünüp problem çözmeğe değil, İslâm’ı nasıl tenkîd edeceğine, Müslümanları dinlerinden nasıl soğutacağına göre düzenlenmiştir. İslâm’daki zekâttan esinlenerek çok yoksul durumdakilere yardımı düşünemez. Zekâttan bahsedekse, kafa, zekâtın, bâzı Müslümanlar tarafından nasıl yanlış kullanıldığını göstermeğe ayarlanmıştır.

Müslüman milletlerin dilinden, kültüründen bahsedecekse, onları nasıl birbirine düşüreceği konusu ön plandadır. Hemen delîlini gösterelim :

İslâm’ın kaynak dili, Arapça’yı her Arap bilmez; halkın konuştuğu ‘âmmî, dâric denilen konuşma dilidir. Bir Arap genci, en az liseyi doğru dürüst okuyarak bitirmelidir ki Arapçayı öğrenebilsin. Televizyonda, kitaplarda ve gazetelerde kullanılan Arapçayı, okumuşlar konuşabilir.

Arapçanın durumu iyi değildir ya, oryantalist fikir yürütür ve sorumluyu bulur : Türkler!

Ciddî ciddî, maskaralığa devâm eder: Türkler yüzyıllarca İslâm dünyasına hâkim oldular, Arapları hâkimiyetleri altında tuttular, sömürdüler, Araplara dillerini de unutturdular, (kendileri, Avrupa’lılar öyle yapıyor ya, Türklerin de öyle yapmış olması gerekir bu gâvur mantığına göre) bu durumdan sorumludurlar, derler, utanmadan, sıkılmadan, âlemi ahmak yerine koyarak!

Halbuki, gerçek şudur :

Araplar, İslâm’ın verdiği coşkunlukla, ilk 150 yılda büyük işler başardılar; İslâm  80 yılda, yalnız Arap yarımadasında değil, Sûriye, Irak, İran, Türkistan, kuzey Hindistan, Mısır, Libya, Tunus, Cezâyir, Fas, İspanya’da hâkim oldu. Irak, Mısır, Tunus, İspanya, Mâverâünnehir’de ilim, medeniyet merkezleri kuruldu. Arap Dili’nin yapısı için Kûfe, Basra ekolleri ortaya çıkmışken, Berlin’in yerindeki otlakta domuzlar otluyordu, Paris gecekondular yığını idi. Britonlar, hayvan postlarına bürünerek dolaşıyorlardı.

İslâm Ülkesi, 80 yılda bir yandan Çin’e, bir yandan Pirenelere dayanmıştı. 711 de Abdurrahman Gafikî,  Puvatye’de Şarl Martel’i yenseydi, Fransa’dan başlayarak, İslâm Avrupa’da, Batı’dan Doğu’ya doğru yayılacaktı. 

Bu geniş coğrafyaya yayılan Müslüman Arap mücâhidleri, evlenmek için Arabistan’dan gelin getiremediler, Müslüman olmuş yerli kızlarla nikâh kıyıp evlendiler. 

(Daha o zaman Oryantalistler piyasada olmadığı için, onlardan izin almak(!) akıllarına gelmemişti(!). 

Genç adam, evlenecek, bulunduğu yerde görevli. Evlenmek için Arabistan’dan nasıl hanım getirebilirdi? Tabiî, bulunduğu yerdeki, İranlı, Soğdlu, Türk, Hindli, Kopt, Berberî, İspanyol, Portekizli olup da İslâm’a girmiş olan bir hanımla evlendi. 

{Hindistan’a giren ilk İslam kuvvetinin komutanı, 17 yaşındaki Muhammed bin Kasım el Bâhilî idi, Umeyye oğullarının iktidarı (661-750) sırasında.}

Bebek, çocuk, dilini anasından öğrenir; babasından değil: Anadilidiyoruz. İslâma girip Arap mücâhidle evlenmiş kadıncağız, kendisi Arapça bilmiyor ki, doğan çocuğa nasıl öğretsin? Kadıncağız, ibâdetlerini yapacak kadar gerekli âyetleri, duâları ezberlemiştir, o kadar.

Arap mücâhidlerin, yerli hanımlarla evliliklerden doğan çocuklardan başlayarak Fasîh Arapça, halk arasında kaybolmağa yüz tutmuştur.

Türklerin İslâm dünyasına hâkim oldukları doğrudur; İslâm için hemen her nesil cihada katılmıştır; ama bu, varlığı ancak 20. Yüzyılda Avrupalılarca bilinip uğrunda kan dökülen petrol için değildi. Günümüzde, Oryantalistlerin çarpıtarak yazdıkları, bazı Arap ülkelerinde hala okutulanları aşan bazı Arap tarihçiler diyor ki :

Önce Allah, sonra Türkler olmasaydı, Fas, Cezâyir, Tunus, Libya, Mısır, Yemen Arabistan EVET ARABİSTAN İspanya ve Portekiz olurdu! (Çünkü 16. Yüzyılda en güçlü iki Hristiyan, Emperyalist kuruluş, İspanya ve Portekiz idi. Papa, dünyayı bu ikisi arasında paylaştırmıştı; kuzeyde tutmadı, değişti, güney Amerikada görülüyor : Brezilya Portekizdir, Güney ve orta Amerika İspanyoldur.Hint Okyanusu, Portekiz Okyanusu olmuştu; Malezya’da, Malaka şehrinde halâ Katolik Portekiz soylu kişiler yaşar.) Allah Osmanlı’ya nasîb edip Osmanlı durdurmasaydı, bu kâfirleri durduracak yoktu! 

Arapça konusuna gelince :

Türkler, Selçuklular ve Osmanlılar, Fasîh Arapça’nın öğretilmesi için ellerinden geleni yaptılar. Nizâmiye medreselerinde mükemmel Arapça öğretilirdi. Meşhûr Zamahşerî’nin Türk olduğunu unutmayalım. Kâtip Çelebi’nin yazdığı Keşfuz Zunûn, Arap dilini ne kadar akıcı şekilde kullanabildiğini gösterir. Osmanlı Devleti, Tanzîmat’tan (1839) sonra, mekteplerde öğretim yapmıştır ama, dînî ilimlerin öğretildiği medreseler ve tabiî Arapça öğretimi, Devletin sonuna kadar devâm etmiştir. 

Rahmetli, değerli dilci Besîm Atalay, medresede iken arkadaşlarına :

“galiba Türkçenin de sarf’ı (morfolojisi) var, bakın : yazdım, yazdın, yazdı; yazmak fiili tasrif ediliyor  (çekimi yapılıyor) ” der. Arkadaşlarının cevâbı :

“Sarf, Arabî’ye mahsus ilimdir; Türkçenin Sarf’ı mı olur!” 

Buradan, Osmanlı’nın, Türkçeyi ihmâl edercesine Arapçaya değer verdiğini anlayabiliriz.

 Osmanlı Halîfe-Sultânı’nın, Arap Dili’nde iyi bir sözlük yazdığı için bir Hristiyan’a ödül verdiğini hatırlayalım. (el Muncid’ı hazırlayan Bustânî olmalı).

Evet, oryantalistlerin çarpıttığı tarih olaylarını, kültür sunuşlarını ortaya koyabilmek için kaç cilt kitap yazılması gerekir, bilmiyorum.

11 Ekim 2019

Yazar
Mehmet MAKSUDOĞLU

Mehmet Maksudoğlu, Eskişehir’de Kırım kökenli bir âile içinde doğdu. İnkılâp İlkokulunu, Eskişehir  Lisesini ve Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesini bitirdi. İzmir İmam-Hatîp Lisesi’nde Meslek Dersleri Öğretmeni olara... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen