Eflatun’u Beğenmeyen Divâneler – Bak Postacı Geliyor – XIX

M. Hayati ÖZKAYA

“Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşâneler gördüm

 Dolaştım mülk-i İslâmı bütün virâneler gördüm.”

Ziya Paşa’nın bu meşhur beyitini ve bu mısraları içinde barındıran meşhur gazelini bilirsiniz. Bu beyitte ve gazelde Paşa lafı hiç evirip çevirmeden Şark’la Garp’ın bir mukayesesini yapar. Tabii sadece mukayesesini yapmakla kalmaz, bir de sebep sonuç ilişkisi kurarak mülk-i İslâm’ın neden virâneler yurdu olduğunu gazelinin sonraki beyitlerinde de açıklar. Bakın ne diyor ikinci beyitte: 

Bulundum ben dahi dar-üş-şifa-yı Bab-ı Âli’de

Felatun’u beğenmez anda çok divâneler gördüm.

Beyitten de anlaşılacağı üzere Ziya Paşa da “Bab-ı Âli” denilen bu yüce devlet kapısından  içeri girerek  devleti yönetenlerle bir süre aynı çatı altında yaşamış. Tabii  doğal olarak bu süreç  Ziya Paşa’ya,  Eflatun’u beğenmeyen bu garip, bu divâne zatları yakından tanıma fırsatı vermiş. Paşa da o zamanki perişanlığımızı  bu zamana da ders olsun diye bir güzel anlatmış.

Aslında bu durum bizim kahrolası sıkıntılarımızın temel ve değişmeyen kaç asırlık hikâyesidir. Eflatun’u beğenmemek aklı kovmak, düşünceyi mahkûm etmek, eğitim-öğretim konusunda sınıfta kalmaktır. Neden mi? Hikâyeyi anlatayım: 

Bizim, Eflatun diyerek takdim ettiğimiz Platon, İsa’dan önce yaşayan bir Atinalıdır. Bir Sicilya seyahati dönüşünde, Atina ile savaş hâlindeki Aigina’da karaya çıkan filozof, burada esir alınır ve satılmak üzere köle pazarına çıkarılır. Tam birrastlantı eseri olarak, dostlarından birinin fidyesini ödemesi sayesinde özgürlüğünekavuşur. Aradan geçen bir zaman sonra Platon, fidye parasını dostuna ödemek ister. Dostu, bunu kabul etmeyince Platon, bu parayla meşhur Yunan kahramanı Akademos’un sığınağının ya da mezarının hemen yanı başındaki bahçeyi satın alır ve orada bir Akademi kurar.  Akademi’nin kapısına da “Geometri bilmeyen buradan içeri giremez!”diye yazdırır. İşte burası, Avrupa’nın ilk, büyük eğitim ve araştırma merkezi olur. 

Platon’dan aldığımız  ruhsatla Geometriyi ilmin ve felsefenin hareket noktası sayarak yolumuza devam edelim.  

Eflatun’dan nice asır sonra XII. yüzyılda yaşayan bilgin ve Kuran tefsircisi İmam Fahrettin Razi “Geometri öğrenmek Müslümanlar için farzdır,”derken XIV. yüzyılda yaşayan Müslüman sosyolog İbni Haldun’la aynı çizgide buluşur. İbni Haldun  da meşhur eseri Mukaddime’de “Bilinmelidir ki geometri onu tahsil edenlerin aklına parlaklık ve fikrine istikâmet kazandırır.” diyerek  geometrinin insanoğlu için ne denli önemli olduğunu vurgular.

Bu dönemde  İslam ülkeleri aklın ve ilmin dostluğu sayesinde gelişmiş ve zirveye çıkmıştır. Her asır bir önceki asrın eksik ve yarım kalanlarını tamamlayarak gelişmeye devam ederken ne yazık ki bizde işler nedense tersine dönmüş, ilmin hareket kabiliyeti git gide elden ayaktan düşerek âdeta kötürümleşmiş. Öyle ki XVII. yüzyıla geldiğimizde büyük tasavvuf âlimi İmam Rabbani Mektubat adlı eserinde “…geometrinin ne dünya saadetine ne de ebedi kurtuluşa faidesi yoktur,”demiş.  

Şimdi yeniden dönelim mi Ziya Paşa’ya, ne diyordu şair ünlü gazelinde: Felatun’u beğenmez anda çok divâneler gördüm.” İşte o divânelerin yönettiği devlet, haktan, adaletten ayrılıp bir de ilimde, fende, teknikte çok çok gerilerde kalınca, kaçınılmaz çöküşten bir türlü kurtulamadık. Ne diyelim,  baht utansın dersek bu sıkıntıdan kurtulur muyuz? Elbette hayır. En iyisi gelin, Eflatun’u biraz daha yakından tanıyalım.

Antik kaynakların bildirdiğine göre, ünlü hocası Sokrates’in infazının ardından Platon on iki yıl boyunca, büyük ölçüde Sokratik diye nitelediğimiz ilk dönem diyaloglarını yazar ve bu arada, gözlem ve deneyim yoluyla görgüsünü artırma ve düşüncesini derinleştirme amacıyla seyahat eder. Önce ilk durağı “kadim harikalar diyarı” Mısır’dır. İkincisi İtalya’dır ve özellikle Arkhytas’ın aracılığıyla I. Dionysios’un sarayına takdim edilir.

Saraya kabul edilen Platon, politik fikirlerini önemli ölçüde hayata geçirmeyi ümit eder.  Sadece I. Dionysios ile değil, prensin karısının kardeşi Dion ile kurduğu ilişkiye de dayanarak bu yönde iki ayrı girişimde bulunur.  Özellikle II. Dionysios üzerinde uygulamaya çalıştığı filozof-kral tipi, mutlak bir başarısızlıkla sonuçlanınca İtalya’dan ayrılır ya da ayrılmak zorunda kalır. Memleketine dönerken başına gelenleri yukarıda yazmış sonra da kurduğu akademiden bahsetmiştik. 

Şimdi de “Bak Postacı Geliyor” diyerek Platon’un Kral Dionysios’a yazdığı oldukça iğneleyici biraz da eğlendirici mektubunu okuyalım:

1.Mektup

Platon’dan Dionysios’a iyilikler…

Uzun yıllar boyunca yanınızda yaşadım. Bu süre içinde devlet işleri konusunda diğer insanlardan daha çok bana başvurdunuz. Ama nimetlerden siz faydalanırken, ben çok sayıda iftiraya uğradım. Ancak yine de kimsenin yaptığınız eziyetlerin benim isteğimle gerçekleştiğine inanmayacağını bildiğimden, olanlara katlanarak ses çıkarmadım. Hem devletyönetiminde sizinle beraber olanlar hem de ceza almaktan kurtardığım insanlar, buna şahitlikedeceklerdir.

 Beni devletin başına birçok kez geçirdiniz ama çoğu zaman da bir dilenciye bile söylenmeyecek sözlerle kovdunuz. Bu kadar uzun süre boyunca sizinle yaşamama rağmen, bir gemiyleoradan ayrılmamı istediniz.Bundan sonra insanlardan daha uzakkalacağım bir yaşam sürmeye karar verdim. Sende yalnız kalacaksın tiran Dionysios! Yolaçıktığım zaman bana epeyce yüklü(!) miktardapara vermiştin. Mektubumu getirecek olanBakkheios sana parayı geri ödeyecek. Verdiğinparane yolculuk masraflarımı karşılamayayeterdi ne de başka bir işe yarardı. Böylesi birparayı vermek senin için, almak da benim içinbir şerefsizlik sayılırdı. Bu nedenle parayı kabuletmiyorum. Zaten bu parayı vermen ya davermemen senin için bir şeyi değiştirmez. Parayıalıp başka bir dostuna ver. Bu sayede benizenginleştirdiğin gibi onu da zenginleştirirsin.Bense senin nimetlerinden yeterinceyararlandım.Burada Euripides’indizelerini tekrarlamakuygun olacaktır. Günün birinde kaderinindeğiştiğini gördüğünde:“Yanında benim gibi bir insanın bulunmasını isteyeceksin.”

Bir hatırlatma daha: Tragedya yazarlarının eserlerinin çoğunda, tiranlar öldürüldüklerinde şöyle derler: “Ne kadar şanssızım! Ölürken yanımda bir dostum bile yok!”

Tragedya yazarlarının oyunlarının hiçbirinde, parasız kaldığı için ölen bir tiran yoktur. Sana akıllı insanların beğendikleri birkaç mısra daha okumak istiyorum:“Ne ölümlülerin hayatlarında bulamadıkları altınlar, ne mücevherler, ne insanların çok değer verdikleri gümüş döşekler, ne sonsuz ovalarda kendi kendilerine olgunlaşan ağır başaklar, erdemli insanların düşünceleri kadar parlaktır.”

Hoşça kal. Bana yaptığın haksızlıkları hatırla ve diğer insanlara daha iyi davran![1]

 

Evet, işte böyle. Milattan önce yazılan bu mektup bir bakıyorsunuz günümüze kadar bütün canlılığını korumakta. İster çağları değiştirin, ister mekânları, hiç fark etmez  her zaman bir şeyler yapmaya çalışan, arayan ,sorgulayan, düşünen kafaların karşısına birileri renk ve şekil değiştirerek mutlaka çıkar. Bu gidişattan rahatsız olan Ziya Paşa Tercî-i Bendinde âdeta gizli bir isyanla Tanrı’ya sorar:

Yârâb! Nedir bu dehrde her merd-i zû-fünûn 

Olmuş belâ-yı akl ile ârâmdanmasûn!

(Yarabbi! Neden bu dünyadaki her bilge adam, akıl belası yüzünden rahat ve huzurlu olamaz?) Yârâb! Niçin bu arsada her şahs-ı ârifin

Mikdâr-ı fazlına göre derdi olur füzûn?

(Yarabbi! Bu dünyada niçin her bilgili kişinin, bilgisi miktarınca çok derdi vardır?)

İlahi Ziya Paşa hoş bir adamdın, bu soruların cevabını bilip de bilmezlikten geliyordun ve hiç rahat durmuyordun… 

Muhbir gazetesinde yazdığı yazılarda devleti yönetenlere ağır eleştirilerde bulununca Sadrazam Ali Paşa tarafından Kıbrıs’a mutasarrıf olarak tayin edilmişti.   Ziya Paşa bu görevi kabul etmeyip istifasını vermiş ve ardından da kendisi gibi Meşrutiyet yanlısı genç arkadaşı Namık Kemal’le birlikte Paris’e firar etmişti.(17 Mayıs 1867)

Bu kaçışın arkasındaki mali güç ve destek  Mısırlı Hidivlerin birbirleri arasındaki saltanat kavgasıydı. Neyse o başka bir hikâye. Biz yine Ziya Paşa’nın Bab-ı Ali’yi rahatsız eden tutumuna dönelim. 

Yıl 1870, Paşa, Türabi Efendi’ye [2]iki mektup yazar ve der ki:   

1.Mektup:

“Sayın Kardeşim Efendi Hazretleri,

(…) Bir vakitten beri ünlü Jean-Jacques Rousseau’nun çocuk eğitimi üzerinde yazdığı Emil adındaki kitabını çevirmeye uğraştığımdan ve bunun bazı yerleri bizim İstanbul çelebilerinin işlerine uymadığından orada basılmasını zor olacak gibi görüyorum. Acaba Mısır’daki Bulak Basımevinde bastırılma imkânı var mı? Burasının lütfet araştırılmasını pek rica ederim…”

Bu mektubundan bir sonuç alamayınca ikincisini yazar. Giriş de aynıdır, istek de. 

  1. Mektup:

“Sayın Kardeşim Efendi Hazretleri,

“(…) Emil’in orada basılması bazı sebepler yüzünden mümkün değilse zararı yoktur. Başka yolda çaresi bulunur. Bu kitabı çevirmekte asıl maksadım “bu gibi edebiyat ve bilgelik  ile ilgili yabancı kitapların Türk diline aktarılması imkânsızdır” diye, şimdiye kadar işe yarar hiç bir kitap çevrilmiş olamadığından bunun olabileceğini ispat ile birlikte, dilimizde  bir yeni çeviri yolu açmak ve bir de bizde çocuk eğitimi ve ahlâk yolu pek yüzüstü bırakılmış olduğundan, onu uyandırıp din ve millete bir hizmetten ibarettir. Umarım İstanbul’daki kurul çok sürmeyip değişir. O zaman bunun basılması orada pek kolaylıkla olur.

(…) Bize iyi gözle bakan zatların hepsine içten sevgilerimi sunduğumu bildirmeye yardım etmenizi rica ederim.”  [3]

Gördüğünüz gibi Ziya Paşa böyle bir adamdır. Paris de bile rahat durmaz.  Bab-ı Âli’nin eğitim konusundaki eksiklerini giderme sevdasına düşer ve Emil’i Türkçeye  çevirir. Bu kitabın önsözünde “İnsan, çocuktan olur, çocuk da terbiye ile insan olur. Bizim ülkede ise çocuk terbiyesine hayvan ve bitki yetiştirmek kadar olsun , önem verilmemektedir,” [4]der.

İşte asırlardır işin içinden çıkamadığımız problem budur. Bu problemi çözecek tek ve yegâne güç de ancak eğitimdir. En süratli bir şekilde kendi bünyemize uygun bir eğitim sistemi geliştirerek kaliteli ve sağlıklı bireyler yetiştirdiğimiz gün Ziya Paşa’nın 

“Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşâneler gördüm

 Dolaştım mülk-i İslâmı bütün virâneler gördüm.”

diyerek yana yakıla dile getirdiği bu dert, kendiliğinden ortadan kalkacak ve biz yediden yetmişe mutluluk şarkıları söyleyeceğiz.  Bu manzara hem kendimiz için hem de bütün insanlık için özlenen bir tablodur. Çünkü Kaşgarlı Mahmut, Divan-ü Lügât’it Türk’te diyordu ki:

“Tanrı devlet güneşini Türk burçlarında yükseltmiş ve onların mülkleri üzerinde felekleri döndürmüştür. Tanrı onlara Türk adını vermiş ve yeryüzüne ilbay kılmış, hakanları onlardan çıkartmıştır.(…) Onlarla birlikte çalışanları aziz kılmış ve Türkler onları her dileklerine ulaştırmış, kötülerin şerrinden korumuştur…”

İşte sadece bu sebepten de olsa sorumluluğunun büyüklüğünü idrak eden, millî ve insani değerlerle donatılmış bir nesil yetiştirmek en büyük hedefimiz olmalıdır. Bunu yapamadığımız takdirde büyüdüğümüzü, geliştiğimizi söylemek , biraz süsleyerek ifade edeyim, lâf ü güzâf’tır.

 

[1]Platon Mektuplar,Eski Yunancadan Çeviren: Furkan Akderin,Say Yayınları, 2010, İst.s.51

[2]Türabi Efendi,Mısır Hidivi ( Valisi) İsmail Paşa’nın adamıdır.

[3]Türk Dili Edebiyat Dergisi Mektup Özel Sayısı, 3. Bas. Aralık 2017 s.106-108 

[4]Türk Edebiyatı, Ahmet Kabaklı, Türkiye Yay. İst. 1968 c.2,s.585

Yazar
M. Hayati ÖZKAYA

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen