Kültür İstilâsı

Mehmet MAKSUDOĞLU

Kültür İstilâsı, askerî işgalden çok daha kötü ve tehlikelidir; bir ülke askerî işgale uğrarsa, o ülke halkı, gelen “yabancı” güçlere karşı direniş gösterir ve gelen “yabancı”, en gelişmiş silahları kullanıyor da olsa, zamanla o “yabancı” güçten kurtulur. Kültür İstilâsı’na uğramış ülke halkı ise, o “yabancı” kültürün gönüllü köleleri hâline geldiği/getirildiği için,  kurtuluş söz konusu olmaz; tersine, “kendi kültürüne dönüş” bilinci ve çabaları, “geriye gidiş”, “gericilik” diye algılanır.

Ülke askerlerce işgal edildikten sonra, orada kurulan okullar, üniversiteler, diğer müesseseler ve hâkim kılınan “yabancının değerleri” yoluyla o ülke halkı, ‘aydın’larından başlanarak, gelen yabancı ‘gibi’ yapılır, dünyaya bakışının, yabancınınki gibi olması sağlanır [ona o attitude of mind kazandırılır.]

Kültür İstilâsı için, her zaman askerî işgale gerek yoktur; o ülkedeki insanlar, “yabancı”ların “değer”lerini, “dünyâ görüşlerini” düşünmeksizin, körükörüne benimserlerse, “yabancılar” gibi davranırlarsa, üstelik bunu, “çağdaşlık gereği”, “ilerilik” zannetmek bilinçsizliğine düşerlerse Kültür istilâsına kendileri dâvetiye çıkarmış olurlar. Modaya önce, en zayıf karakterli, şahsiyeti hemen hiç gelişmemiş kişilerin uyması gibi, “yabancı” kültür tezâhürlerini, giderek de değerlerini, öncelikle, ülkedeki en zavallı kimseler benimser, buna öncülük ederler. Bu kimseler, çok şatafatlı diplomaların sâhipleri olabilirler, çok yüksek, etkili ve yetkili mevkilerde bulunabilirler, bir veya birkaç Batı dili de bilebilirler. Aslında, bizim gibi, kültür istilâsının en ağırına uğramış topluluklarda, bu, hiç de istisnâî bir durum değildir; çünkü, kültür istilâsının ana damarını, eğitim (dedikleri öğretim) meydana getirmektedir. ‘Bir kısım Medya’ da bu konuda önceliği kaptırmamak için yarış hâlindedir. O ‘bir kısım Medya’da, sunucu olarak, ‘yabancı dil bildikleri için’ yabancı okulda okumuş olanlar kullanılmakta, onlar da Türkçeyi, (intonation, stress hak getire) ‘yabancının konuştuğu gibi’ söylemektedirler.

Misâllere, “yabancı gibi” davranışlardan başlayalım:

Bir şeyle ilgili, ‘tamam’, ‘oldu’ demek için, 50-60 yıl önce HİÇ kullanmadığımız, eli yumruk yapıp baş parmağı yukarı kaldırma ‘eylemini’ HİÇ DÜŞÜNMEDEN yapanlarımız vardır. Batılılar öyle yapıyor ya, o da öyle yapınca Batılı, ‘çağdaş’ oluyor. Peki, o hareket nereden geliyor? Biraz târih bilgisine bile hâcet yok; filmlerde görüldüğü gibi, Roma’da (Batı’nın 3 kültür damarından biri Roma [düzeni] diğer ikisi Eski Yunan ve Hrıstiyanlık) ARENA’da boğuşan iki gladyatörden biri, ötekini altına alıp öldürebileceği durumda İmparator’a bakıyor. İmparator, başparmağını aşağı getirirse altındaki zavallıyı öldürüyor, başparmak yukarı kalkarsa öldürmüyor. Fecâate bakın: iki İNSAN öldüresiye birbiriyle boğuşuyor, diğer SAYIN İNSANLAR onları SEYREDİYOR! Sonra bu ‘başparmak yukarıda’ işâreti ‘can bağışlama [geçici olarak da olsa] sembolü oluyor, Batılı, bu işâreti (o kötü, insanlık dışı ARENA olayını unutmağa ve unutturmağa çalışacağına) mârifetmiş gibi, utanmadan kullanıyor; bizim karikatür aydınımız da Batılı “gibi” yapıyor!

Eskiden, bir işi, bir olayı beğendiğimizde, bir elimizin bütün parmaklarını bir araya getirip parmak uçları yukarıda olmak üzere hafifçe sallardık. Şimdilerde ise bâzılarımız, aynı durumu anlatmak için elin başparmağı ile şehâdet parmağını bir yuvarlak meydana getirecek şekilde birleştirip karşısındakine göstermektedir. Aynı hareket 20-30 yıl önce, kan dökülebilecek kavgalara sebep olabilirdi. (karşısındakini,                    Lût AS. kavminde doruğa çıkan [eskiden sapıklık denirdi] sıradışı eylemin pasif bireyi olduğunu ima etmek olurdu). ‘Amerika’lı, bir şeyi beğendiğini böyle gösteriyor, ben de öyle yapayım’ zihniyetinin sâhibi, Amerikan denizcilerinin, on sekizinci yüzyılda Akdeniz’e girebilmek için Osmanlı’nın Cezâyir Ocağı’na haraç vermek zorunda olduğunu nereden bilsin?

Kimi televizyon kanallarında gördükleri için “demek ki çağdaş, ileri insanlar böyle yapıyor” diyerek olmalı, sâdece orta öğrenim öğrencileri değil, bâzı yaşlı başlı baylar, bayanlar da karşılaştıklarında birbirlerinin yanaklarını öpüyorlar, muhafazakâr denilenler de onlara uyuyorlar; dudaktan olmayınca, mesele yok. O öpüşen öğrenciler, ileride evlenecekler mi, evlenmeyecekler mi önemli değil; bir gencin ileride evleneceği ‘kız’ başkası tarafından defalarca öpülmüş de olsa, nasıl olsa, kendisi de başka ‘kız’ları defalarca öpmüştür. Bunun daha “ileri” safhasını, bir Avrupalı ile iyi görüşen bir arkadaşım anlatmıştı: O Batılı, sex konusunda demiş ki: “Hiç sevişmemiş bir bayanla niçin evleniyim? Sevişmesini öğretmek için onunla mı uğraşacağım!” Orada, kantarın topuzu kaçtığı için, mantık kendi içinde tutarlı. Bâzılarında üç, bâzılarında iki bebekten birinin, babası belirsiz  olarak doğduğu Batı Avrupa ülkelerinde, çok geçmeden, nikâh da “çağdışı”, “eski zamanlarda insanların yerine getirdikleri, zamanı geçmiş bir gelenek” sayılabilir. Zâten bizdeki bâzı ‘süper ilericiler’ bu konuda Batı’yı aşmış durumdalar; çoktaaan yerleşmiş oldukları yazılı basın kuruluşlarında ve TV kanallarında halkı bu konuya ‘alıştırıyorlar’

Televizyonda Batılı’ların ‘öyle’ konuştuklarını görmüş olmalarından olmalı: ‘aydın’larımız arasında da kelimeleri derin bir kuyudan çıkarıyormuşçasına başlarını kâh iki yana, kâh öne sallayıp silkeleyerek konuşma eğilimi (çağdaşlar bunun İngilizcesiyle trend diyorlar) giderek yaygınlaşıyor. Halbuki, bir dili konuşmak konusunda, bizim dilimize ‘öz’ deyim var: Türkçe konuşmak; Türk ‘nasıl’ konuşuyorsa ‘öyle’, ‘Türk gibi’ konuşmak demektir. Başını, Batılıya özenip öyle silkeleyerek söz söyleyen ‘aydın’ımız, Türkçe konuşmuyor; konuşurken Türk Dili’ni kullanıyor.

Bu konuda, bir de, dinleyenlere hakaret edercesine, öğürür gibi, ikide bir, hiç gereği yokken eeeee,   ııııııııı sesleri çıkarıp mârifet yaptığını sananlar var. Sorumlu mevkide olup, kullanacağı kelimeleri seçmek için zaman kazanmak maksadıyla böyle yapanlar, bir dereceye kadar mâzûr görülebilir; ama, adam dediğin odur ki, diyeceğini, düpedüz, çekinmeden, açıkça, rahatlıkla söyleye. Rahmetli İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun dediği gibi “evde hanımla kavga eder gibi” konuşa.

Son zamanlarda, Yaradan’ın güzel yarattığı, ama kafasının içi çeşitli sebeplerle boş kalmış veya yanlış şeylere mekân olmuş bâzı alımlı bayanlar, bir dilek durumu veya sığınma için; ineğe tapan, yüzlerce ilâhı benimsemiş olan Hindular gibi, iki elinin avuçlarını göğsü hizâsında birleştirme ‘jesti’ yapmaktadırlar.

Kulaklarına küpeler takan erkeklere, it otaran (köpeğe hizmetçilik edip onu dolaştırma eylemine, dilimizde ‘it otarmak’ denir) bay ve bayanlara ne demeli?    Kim kimi taklîd eder? Aşağı olan, üstün olanı. Batılı’lardan görünceye kadar küpe takmayı akıllarından bile geçirmeyen baylar, it otaran bayan ve bayların kafalarının bir yanında, belli belirsiz bir “çağdaşlık”, “gelişmiş ülke vatandaşları gibi yapmış olmanın öğüncü” olsa gerek; doğrudan olmasa da, dolaylı olarak böyle: bu ‘moda’yı ilk getirenlerin zihin röntgeninden söz ediyoruz; sonrakiler, günümüzdekiler, daha çok ‘yerli’ bay ve bayanlardan etkilenerek böyle yapıyorlar. Peki, o “gelişmiş kabûl edilen ülkeler”in vatandaşları gerçekten ÜSTÜN müdürler? Batı Lokantası’nın sâdece vitrinini gören, mutfağından habersiz bu bay ve bayanlarda eksik olan, yalnızca târih bilgisi midir acaba? Batı’da genel olarak “insanın öldüğünü, ağlayanının olmadığını” fark edebilmek için, galiba gözleri, kulakları beyin yerine kullanmaktan vazgeçmek gerekecek. Gerçekte üstün olmayanı, kendinden üstün görme havasına girenin psikolojisini anlamak için psikolog olmaya gerek var mıdır? Bu taklîd meraklılarının, on sekizinci yüzyılda Fransa’da yeniçerilerin eskimiş, yıpranmış giyimlerinin revaçta, ‘moda’ olduğunu bildiklerini düşünebilir misiniz?

Hatırlatalım: Sirkeci sâhil yolunda heykeli bulunan, Cezâyirli Gazi Hasan Paşa, gerçekten, yanında arslan gezdiriyordu!

Çayı, ince belli bardakla veya, zarîf biçimli, ağız kısmında ve ortasında çepeçevre yaldızlanmış, içine çay konulduğunda çok güzel bir manzara ortaya çıkan  bardakla, çayın rengini görerek içeriz; milletin zevki, bu konuda böyle şekillenmiş. Yine dışarısının etkisiyle olmalı, büyük otellerde filân, çay, beyaz porselen fincanla verilmekte; bu da fenâ değil, çayın rengi görülüyor, çay, içenin göz zevkine de hitâb ediyor. Peki, bâzı televizyon kanallarında, konuşanlara verilen çayın, İngiliz’in mug dediği, kalın, kavanoza benzer, içindeki nesnenin ne olduğunu göstermeyen, zevksizlik şâheseri kaplarda içilmesine ne demeli? Çayı, öyle, rengini görmeden, Batılı’nın kullandığı ‘gibi’ kaptan içince, konuşan kişi çok mu ‘çağdaş’ oluyor? Bu özentinin sebebi ne ola? Zâten çok değişmiş olan yeme-içme kültürümüzün ulaştığı -şimdilik- son nokta olmalı. Tanzîmât’a kadar, bu millet, sabahleyin kuşluk vaktinde bir, ikindiden sonra, akşama doğru da bir olmak üzere, günde iki öğün yemek yerdi. (Günde iki öğün yemeğin yettiğini, sağlığa uygun olduğunu ilgili ve bilgililer bildiriyorlar. Televizyonda konuşan bir doktor, güneş battığı sırada, akşam yemeğinin yenmiş, bitirilmiş olması gerektiğini söylüyordu. Hangi saatte olmasını soran sunucuya da, saatin mevsimlere göre değişeceğini hatırlatıyordu.) Tanzîmat’dan sonra ‘kahvaltı’yı aldık. (Araplar da aldılar: ‘fetûr’ diyorlar.) Eh, öğle ile ikindi arasında ‘saat beş çayı’ da artık bâzı kesimlerde yerleşti sayılır; çağdaşlık kolay değil. Kaldı, beşinci öğün; gece tiyatrodan gelince, yatmadan önce hafif bir yemek. İyi de, Batılı, ‘obez’likten, şişmanlıktan kurtulmağa çalışıyor, biz ne yapıyoruz? Bilen var mı? Taklîdde ne denli ‘ileri’ gittiğimizi, Sümerbank’ın îmâl ettiği çay takımlarını anarak bitirelim: çayı bâzılarımız, tadına varmak için, ‘şeker bile koymadan’ içerler. İngilizler ise (eski sömürgeleri olan Hind halkı ve Pakistan’lı kardeşlerimiz de onlardan görerek olmalı) çayı sütlü olarak içerler. Çay takımında, demlik, fincanlar, tabakaların yanında, süt koymak için ‘sütlük’ de bulunur. Bizim Sümerbank’ın yaptığı çay takımlarında da ‘sütlük’ vardır!

Televizyonda, bir açık oturumda, kıvırcık saçlı, sanatçı olduğu söylenen, bir aralık ülkemizin en köklü partisine başkan adayı da olan çok ‘aydın’ bir yurttaş, konuşanlardan birini tenkîd ederken onu, “ülkeyi ‘Ortaçağ karanlığı’na götürmek” istemekle suçladı. ‘Ortaçağ’ dedikleri, bilindiği gibi, Roma İmparatorluğu’nun Mîlâdî 395 yılında ikiye ayrılmasından, Doğu Roma İmparatorluğunun (Bizans değil!) 1453 te yıkılışına kadar geçen, Avrupa için gerçekten KARANLIK, yıkanmanın yasak olduğu, kralların bile pis koktuğu, bâzılarının, karşısındakinin uzuuun zamandanberi yıkanmadığı için burun yıkan kokusundan kurtulmak için, elinde taşıdığı yarım portakalı burnuna yakın tutarak dolaştığı çağdır. İnsan pisliklerinin sokaklara atıldığı, (Paris’teki ünlü bir sarayda helâ olmadığı bilinmektedir) erkeklerin, pislik bulaşmasın diye paçalarını kıvırdığı (paçalardaki ‘duble’ bu ‘olay’ın anısıdır!) bayanların topuklu ayakkabı giydiği çağdır. Fizik’teki ‘bileşik kaplar’ olgusu gibi, toplumlarda da her şey birbiriyle uyumlu seviyede oluyor: Ortaçağ Avrupa’sında öğretim/zihnî işler manastırlarda yürütülürdü. Manastırda, Avrupa’lı bilginler, ‘atın kaç dişi var?’ sorusunu tartışırlarken, kimi Aristo’nun bir kitabına, kimi de yine Aristo’nun diğer bir kitabına atıfta bulunarak ‘Aristo böyle diyor’ havasında iken, Manastır’a yeni girmiş, zihni henüz dogmatizme göre ‘formatlanmamış’ genç, ‘öyle Aristo’nun kitaplarına bakarak atın kaç dişi olduğunu belirleyeceğimize, gidip, atın ağzında kaç diş var kendimiz saysak?’ diyecek olmuş. Vay sen misin bunu diyen! ‘Aristo saymış; sen kim oluyorsun atın dişlerini sayacak!’ deyip derhâl Manastır’dan kovmuşlar. Bu, şaka, abartma filân değil; atın dişleri diye ünlü bir olgudur!

Aynı çağlarda, (Milâdî sekizinci yüzyılda) İslâm âleminde şöyle oluyordu: Mezhep sâhibi (isterseniz ekol kurucusu deyin), hukuk otoritesi İmâm A‘zam Ebû Hanîfe, Sâbit oğlu Nu‘mân, kendisine ‘atın kaç ayağı var?’ diye sorulduğunda; attan inip atın bacaklarını saydıktan sonra dört diyordu: komiklik olsun diye öyle yapmıyordu, tahkıyk ediyordu! ‘Ortaçağ’ dedikleri zaman diliminde, Müslümanların meridyeni ölçtüğünü, İbn Heysem’in optik kanunlarını belirlediğini, Müslümanların, Harvey’den yüzyıllarca önce kan dolaşımını fark ettiklerini, (Avrupalıların Avicenna dedikleri) İbn Sînâ’nın el Kaanuun fit Tıb adlı eserinin Avrupa tıp öğretiminde onyedinci yüzyılda bile okutulduğunu, (Averreos dedikleri) İbn Rüşd felsefesini okuduklarını, Avrupa’dan alarak kullandığımız bugünkü rakamların, Arap rakamları olduğunu, bilgi birikiminin Avrupa’ya Palermo (İtalya) ve İspanya (Endelüs) yoluyla geçtiğini kaç ‘aydın’ımız bilir? ‘Aydın’ımız, üniversitede okurken, Edebiyat Fakültelerinde ‘Klasik Diller’ bölümünde ‘Eski Yunanca ve Latince’ öğretildiğini görünce ‘bu diller bizim klasik dillerimiz mi?’ diye sormayı akıl edemez. ‘Arapça nerede öğretiliyor?’ diye baktığında, onu ‘Doğu Dilleri Bölümü’nde bulunca’, ‘Cezâyir, Tunus, Fas’ demek ki ‘doğumuza düşüyormuş’ mu der? Hiç aldırmaz bile; nasılsa ‘düşünme zahmetinden’ kurtulmuştur!

Bizim ‘aydın’ımız çoğunlukla ‘düşünme özürlü’ olduğu için, Mîlâdî 395 yılında başlayıp 1453e kadar sürdüğü kabûl edilen, “Ortaçağ” denilen zaman bölümüne nîçin bu târihlerin başlangıç ve son alındığını düşünmek zahmetine katlanmaz; “Standart aydın”ımıza göre, Batı’dan gelen “her şey” kayıtsız şartsız doğrudur. Roma İmparatorluğu’nun 395 yılında ikiye ayrılması, o sırada Asya’nın çok büyük bölümüne hâkim olan Türkler için, Çinliler için, Afrika’da yaşayan insanlar için, Avrupa’lının henüz keşfetmediği, kendine özgü medeniyeti olan Aztek, İnka, Maya gibi kavimlerin yaşadığı koskoca kıt’a için niye ‘târih’ bölümü olurmuş, hiç ilgilendirmez bizim ‘aydın’ı. Avrupa merkezli bu târih bölümlendirmesine göre, 1453 yılı, İstanbul’un ‘kâfir’ Türklerin (Hz. Îsâ Aleyhis Selâmı, onlar gibi Allah’ın oğlu kabûl etmediğimiz için bize öyle derlerdi) eline düşmesini unutturmamak için dönüm noktasıdır; oradan kaçan bilginlerin Rönesans’a katkısı yalan ve uydurmadır; o ‘bilginler’ meleklerin kanat sayısını, erkek mi, dişi mi olduklarını, devenin iğne deliğinden nasıl geçeceğini tartışıyorlardı! Rönesans’a katkısı olan bilginler, Peleponnes (Mora)dan gitmişlerdi, İstanbul’dan değil! Aslında, 15-16. yüzyıllarda bir dönüm noktası belirlemek gerekirse, Martin Luther’in, tezini Wittenberg Katedralinin kapısına çivileyip Protestanlığı başlattığı 31 Ekim 1517 târihi çok daha uygundur; Max Weber’in belirttiği gibi, Dünyâ, Protestan dünyâsıdır! Bu oyunun farkında olmayan ‘aydın’ımız: “çağ açıp çağ kapadık” diye nutuk atar!

Hemen herkes, “Türkiyede nüfûsunun yüzde doksan şu kadarı müslümandır” der; elhak DOĞRUDUR. İyi de, bu “müslümanlar”ın yüzde kaçı İslâm’ı biliyor? Taklîd konusuyla ilgili bir olayı analım: inananları ibâdete çağırmak için ne yapılması görüşüldüğünde, kiminin aklına çan çalınması geldi, kimi boru öttürülmesini, kimi de ateş yakılmasını uygun buldu. Hristiyan, Yahûdî ve Mecûsîlerden böyle görmüşlerdi. HİÇBİRİSİ KABÛL EDİLMEDİ. Görülen rüyâ üzerine, EZÂN benimsendi; insan sesinin ne denli etkili olduğu bilinir: İslâm’ın esâslarını, müezzinler, her günün bütün dakîkalarında, Yerkürenin her meridyeninde îlân edip insanları ibâdete ve felâha çağırmaktalar.

Bu konuda, Kâinât’ın Efendisi’nin Şerefli Sözünü analım:

Men Teşebbehe Bikavmin Fehuve Minhum

(Bir topluluğa benzeyen, onlardandır.)

Bizim ‘standart’ aydınımız, halkının dîni İslâm’dan kopuk olduğu için Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Nûh A.S.ın gemisinin Cûdî dağına indiğinin bildirildiğini BİLMEZ; Batılılar, çoktaaan tahrîf edilmiş kitaplarının, Eski Ahid kısmında öyle yazılmış olduğu için, gemi kalıntısını Ararat/Ağrı dağında ararlar. Atatürk Üniversitesi’nden arkeologlarımız da öyle yapmışlardı. Ağrı vilâyetimizde de turist gelsin diye ve Batıyla UYUMLU OLMAK İÇİN benzer “etkinlikler” yapılmıştı.

Vâkı‘alar ise özet olarak şöyledir:

 Ağrı Dağı’nda gemi kalıntısının olduğu zannının kaynağı, Ağrı Dağı’ndaki bir çoban’ın, daha sonra Kudüs ve Bâbil Archdeacon’u Dr. Nûri’nin, Birinci Dünya Harbi’nde orada uçan Rus pilotu Roskowitzki’nin, İkinci Dünya Savaşı sırasında bölgede uçan bir Rus ve dört Amerikalı pilotun[1]iddiâları’dır.  Tûfân Uzmanı Amerikalı Dr. Aaron Smith yıllarca çalışıp Nûh’un Gemisiyle ilgili yayınların tam bir koleksiyonunu yaptı. Tûfân hakkında 72 dilde 80 000 eser vardı ve bunlardan 70 000 i, Gemi’nin efsânevî kalıntısından söz ediyordu. Dr Smith 1951 yılında, 40 kişilik ekibiyle Ağrı Dağı’nın buz tepesinde 12 gün kaldı: HİÇBİR ŞEY BULAMADI. (In 1951 Dr. Smith spent twelve days with forty companions to no purpose on the ice-cap of Ararat)[2]

1970 li yıllarda Alman araştırmacı Freideric Bender ise Cûdî dağına çıkmış ve orada bulunan tahta parçalarının 6630 yıllık olduğunu duyurmuştur.[3]İktibâs ettiğimiz The Bible as History’de, Tûfan anlatılırken, Gılgamış Destanı ile Tevrât nakli paralel olarak verilmektedir. Gılgamış Destanı’nda geminin Nisir dağında, Tevrat’ta ise Ararat dağlarında karaya oturduğu anlatılmaktadır.[4]Eski Bâbil çiviyazı tabletlerinin, Nisir Dağı’nın yerini itinâ ile belirttiği, onun Dicle ile Zab ırmağının mansabı arasında olduğu bildirilmektedir.[5]İlk basımı 1956 yılında yapılan, kullandığımız nüshası, 13 üncü basım olarak 1967 de yapılmış olan kitapta belirtilen, Nisir adı ile geçen dağın Cûdî olduğu anlaşılıyor. Bu bakımdan, kitabın yayımlanmasından onlarca yıl sonra da olsa, Alman araştırmacı Bender’in yaptığı iş, önemlidir;  gerçeğe yöneliş’in habercisi, öncüsü sayılır.Fakat ne yazık ki, bu, GERÇEĞE YÖNELİŞ İŞİNİN ARKASI GELMEMİŞTİR: gelseydi, Nûh’un Gemisinin Cûdi’de olduğu ilân edilirdi! Bu ilân da, özellikle Hristiyan âleminde 

büyük bir depreme yol açardı!

Diğer bir araştırmaya bakalım:

Bilindiği gibi, Basra körfezi’nden başlayıp Mısır’a uzanan hilâl biçimindeki  bölgeye Bereketli Hilâl (the Fertile Crescent) denir; Bu bölge uygarlığın beşiği kabul edilir.

The Bible as History, p.29. uygarlığın 4000 küsûr yıl önceki büyük merkezleri

Tecrübeli Amerikan ve İngiliz arkeologlardan kurulu,başlarında Sir Charles Leonard Woolley’in bulunduğu bir araştırma ekibi, 1923 yılından başlayarak, kazı mevsimlerinde 6 yıl müddetle, Basra Körfezi’nin kuzey-batısında, Sümer kral mezarlarının bulunduğu Tell Mukayyar’da kazı yaparak Ur kentini ortaya çıkardı. Kral mezarlarını kazmağa devam ettiler, çanak, çömlek parçaları buldular, Woolley ham toprağa ulaşmak istiyordu. Epeyce kazıldıktan sonra çömlek parçaları bitti.

Woolley zemîne dikkatlice bakınca gördü ki, alttaki BALÇIK idi KATIKSIZ BALÇIK! Üç metre kadar kalınlığı olan balçıkta, SUDA YAŞAYAN HAYVAN FOSİLLERİ VARDI! Balçığın altındaki tabakada ise çömlelçi çarkının îcâdından önce yapıldığı anlaşılan kaba saba parçalar vardı:

1 Kralların mezarları

2 Çanak çömlek parçaları

3 Balçık tabakası (3 metre)

4 Tûfândan önceki çağdan kalan parçalar

Woolley, acaba Fırat ırmağı yatak mı değiştirdi? Bu mil (balçık) tabakası oradan mı kaldı? diye düşündü; Ama HAYIR! Bu balçık, mil tabakası, Fırat’ın yatağından daha yüksekte idi! Bu mil tabakasının altında da insanların yaşamış olduğunu gösteren çömlek parçaları vb. Vardı. Ham toprak daha da altta idi!

O gün Mezopotamya’dan TUFAN’I BULDUK telgrafı çekildi. Bu haber bütün Amerikan ve İngiliz gazetelerinde başlıkta verildi.[6]

”The Flood –that was the only possible explanation of this great clay deposit beneath the hill at Ur, which quite clearly separated two epochs of settlement. The sea had left its unmistakable traces in the shape of remains of little marine organsims embedded in the clay.”[7]Sonra Woolley tamamen emin olmak için 300 m kadar ileride bir kazı daha yaptırdı, sonuç aynıydı. Tufan’ın Basra körfezindeki kapladığı alanı tesbit etti: 400 mil uzunluğunda ve 100 mil genişliğinde bir alandı.

Bunlar,’aydın’ diye yetiştirdiklerimizin, vâkıalar karşısındaki durumlarını ve ‘yabancılaşma’ yolunda aldıkları mesâfeyi gösteren örneklerdir.

Öyle görünüyor ki adam olmamızın, İnsanlık Medeniyetine katkıda bulunmamızın ilk adımı, halktan kopmamış, halka yabancılaşmamış, kendi değerlerimize bağlı aydınımızı yetiştirmek olmalıdır.

 

DİPNOTLAR 

[1]Werner Keller, The Bible as History, (translated from the German by William Neil D.D.), (London: 1967) pp.58-59. (Bu kitabın 1967 basımını kullanıyorum. Daha sonraki basımlarında bâzı değişiklikler gördüğümü belirtmeliyim. 

[2]The Bible as History, p.59.

[3]Cavit Yalçın, Kavimlerin Helâki, İstanbul 1995, s. 23 ten naklen : Mûsa Kâzım Yılmaz, “Kur’ân-ı Kerîm ve Tefsirlerde Hz. Nûh ve Tûfan”, Cizre Kaymakamlığı, Hz. Nûh’tan Günümüze Cizre Sempozyumu, 1999, s. 27.

[4]“İlkçağlardan bugüne kadar Cûdî dağı, Novakin, Hılgirt, Gudi, Missir ve Cûdî adları ile anılmıştır… Asurlular Gudi adını yasaklayıp, yerine Asurca bir kelime olan Missir (Nissir)adını kullandılar ve Cûdî dağınının adı artık Missir dağı oldu… Missir adının Cûdî (Gudi) dağı olduğunu biz yine bölgedeki incelemelerimizden de anlıyoruz. Cizre’nin 3 km. kuzeyinde adı Kurtuluş köyü olarak değiştirilen köyün adı Missiriköyüdür.”: Abdullah Yaşın, “Nûh’un Gemisi, Cûdî ve Cizre” Hz. Nûh’tan Günümüze Cizre Sempozyumu, 1999, s. 38.

[5]The Bible as History,  p. 57. 

[6]The Bible as History, p. 50.

[7]Loc. cit.

Yazar
Mehmet MAKSUDOĞLU

Mehmet Maksudoğlu, Eskişehir’de Kırım kökenli bir âile içinde doğdu. İnkılâp İlkokulunu, Eskişehir  Lisesini ve Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesini bitirdi. İzmir İmam-Hatîp Lisesi’nde Meslek Dersleri Öğretmeni olara... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen