Aşk İnsanın Her Dem Gönlündedir

Allah Azze ve Celle muhabbetini, kendi hazinelerine anahtar yapmış, bununla sonsuz hikmetlerinin, cûd ve kereminin, gayb âleminin hakîkat kapılarını açarak sırlarını görmeğe vâsıta kılmıştır. Kullarına karşı Raûf ve Rahîm olan Allah (c.c), onları sevdiğini, kendisini sevmelerinin fayda ve fazîletlerini Kur’ân-ı Kerîmin muhtelif âyetlerinde beyan buyurmuştur. Allah onları sever, onlar da Allâh’ı severler” (Mâide,5/54) âyetin devamında da şöyle buyrulmuştur: “Bu, Allâh’ın bir lütfudur; onu dilediklerine verir.” Allah Teâlâ, kendisini seven mü’minlere ihsânıyla lütuflarda bulunduğunu belirtmiştir.

Aşk, hub, sevdâ ve hullet gibi isimler de verilen muhabbet tasavvufun esâsıdır. Çoğu zaman mevzûu muhabbet olduğu ve muhabbeti artırdığı için tasavvuf ehlinin sohbet meclislerine “muhabbet meclîsi” denir. Mevzûu muhabbet olan eserlere de “kitâbu’l-mahabbe” ve “mahabbetnâme” adı verilir. Bir de “muhabbet-i asliye” vardır ki, temel sevgi demektir. Yâni, zâten başka bir şey için değil, sırf zâtı için sevmesi. İmam Kâşânî Hazretlerine göre, diğer bütün sevgilerin kaynağı işte bu sevgidir.

Aşk, Allâh-u Teâlâ Hazretlerinin sırrı, tecellinin semboludur ki, bir kutsi hadiste “Ben insanın sırrıyım, insan benim sırrımdır” buyuran Cenâb-ı Hak (c.c) sırrına insan-ı kâmili varis kılmıştır. Nitekim Allâh-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, varlık âlemini kendi zatına duyduğu aşk sebebiyle meydana getirmiştir. İşte tasavvuf inancının en güçlü ve müsamahalı yanı da budur: Allah’a (c.c) korku veya bir menfaat umarak değil de sevgiyle aşkla yaklaşmak. Tasavvuf cereyanlarının, özellikle edebiyatımızı etkileyen yanı da budur.

Sevgi ve muhabbet, kalbin, sevgilinin kalbine yönelmesi, meyletmesi, duygu ve düşüncenin sevgilinin güzellik ve özelliklerine uzanması ve devamlı onunla meşgul olmasıdır. Öyle ki bu yöneliş ve meşgûliyetle seven ile sevilen arasında rûhî ve mânevî bir dostluk ve sevgi bağı meydana gelir. Böylece sevgi kuvvetlenerek dostluğa, dostluk güçlenerek hevâ’ya, hevâ da artarak aşka dönüşür. (İbn-i Arabî (k.s) Fütuhat’ında hevâ’yı aşk ile ifâde ediyor).

Aşkı gönülde yaşamanın ilk şartı, Allah Resûlünü (s.a.v) aşk ile sevmektir. Allah Teâlâ onu sevmiş, beğenmiş, âlemlere üstün kılmış, kıyâmete kadar hükmü bâkî İslâm’ı tebliğ ile görevli kılarak göndermiş ve adına “Levlâke levlâk, vemâ halaktü’l eflâk” (Sen olmasaydın, sen olmasaydın eflâki yaratmazdım, yâni hiçbir şeyi yaratmazdım) buyurmuş. Şânında ise “Vemâ erselnâke illâ rahmetenlil âlemîn” “Biz seni âlemlere, ancak rahmet olarak gönderdik” buyurmuştur.

Allah Teâlâ bizim için muhabbet dînini kurmuştur. Dîni yaşamanın itâatte kemâlin değil, aşkta kemâl olduğunu bize Sâhabe-i Kirâm ve Ehli Beyt göstermişlerdir. Özellikle Asr-ı Saadet’te gönüldeki “Muhabbet-i Muhammedî”nin nasıl hayata yansıdığını en müthiş şekilde gösterdiler. Ashâb-ı Güzinin hayatlarına baktığımızda, Muhabbeti ifâde etmenin en üst derecesi kendilerini fedâ etmek olduğunu görüyoruz. Hz. Ali (k.v.) daha on üç yaşındayken Peygamber Efendimiz’e (s.a.v) sevgisini şöyle haykırdı; “Canım canına, kanım kanına, her şeyim sana fedâ olsun, yâ Resûlallah.”Bu sebepledir ki, varlıkların en şereflisi olan insanı, fanîlere bağımlılıktan kurtararak Rabb’ine yücelten ve ahsen-i takvîm mertebesine ulaştıran yegâne müessir budur. Ancak bu yolda, Rûhaniyetin harcı olan aşk ve sevgi yerine nefsanî heva ve heveslerin peşinde koşmak, bu ilahî gayeye ters düşen bir bedbahtlıktır.

Hak âşıklarını dinlediğimizde, muhabbeti şu şekilde tarif etmişlerdir. “Aşk, rûhânî bir latîfedir. Yâni, tesirli bir incelik, şeffaflık ve gizli bir güzelliktir. İşte bu özelliği ile, aşığın “bedenî ağırlıkları”na galebe çalar ve “lâtif” olan, “kesif” olanı yok eder. Aşkın sultanlık kuvveti ile yâni üstün gelme, her tarafı istilâ etme kuvveti ile, topraktan olan beden ağırlıkları “rûhâniyet” tarafından mahvedilir. Seven kişi, o rûhâniyet yâni, aşk ateşi altında âdetâ erir. Çünkü aşk ateşinin olağanüstü bir tasarrufu, aşk sultanlığının istilâsının acâib bir kuvveti vardır. Aşk, ateşini hissettirince “Rabbimin emriyle her şeyi parça parça eder.” (Ahkâf,46/25) Aşkın yanında, bir başka şeyin sağlam kalması veya aşkın yerini alması mümkün değildir.

İşte, ilk zamanlarda senden de “hislerinin buharı” “nefsinin hayalleri” bir duman gibi yükselmektedir. Aşk ateşi, seni tamâmen istilâ edince, senin beşeriyet sıfatların gider, yerine aşkın sıfatları gelir yerleşir. Senin varlığının yerine onun varlığı gelir. Aşkının özel letâfeti sebebiyle “sevgili” ebediyen çekicidir. Kendisi gibi aşkı dileyen âşıklarının bütün zerrelerini kendisine cezbeder, çeker. Zîrâ, âşığın üzerinde olağanüstü etkiye sâhip bir sultanlık kuvveti tasarruf etmektedir.”

Bu ise mâsivâdan perhiz etmekle ve nefsi terbiye etmekle mümkün olacak bir şeydir. Mânâya muvâfık olarak Hz. Mevlânâ (k.s), Mesnevî’sinde şöyle buyurmuşlardır:

“Ağyardan halvet etmek gerek, yârdan değil

Kürk kışın işe yarar, bahârın değil.”

Bu ezelî muhabbet vuslatının letâfeti nasıldır? Aşk, yine aşkın özünde gizli. Aşk, yine aşkı parlatıyor. Aşk, sînelerde yapacağını yapıyor, kalblerde olanlar oluyor. Çadırlarını nasıl kuruyor ki, aşkın hükmü gelince, bütün hükümleri ortadan kaldırıyor. Âşık, orada nasıl yok oluyor, gözden kayboluyor da, sonra sevgili, O’nu sevenin makâmına geçip nasıl borcunu istiyor ve diyor ki: “Hasta oldum, beni ziyâret etmedin! Senden yiyecek istedim, beni doyurmadın…” (Müslim)

“Ben bilmez idim gizli ayân hep Sen imişsin

Tenlerde vü canlarda nihân hep Sen imişsin

Senden bu cihân içre nişân ister idim ben

Âhir bunu bildim ki cihân hep Sen imişsin.”

 

Tasavvuf kitaplarına baktığımızda, Allah sevgisine erişmenin en kestirme yolu, “nefsi ölmeden önce öldürmek”olduğunu görürüz. Ve rûhu Allâh’a ulaştırmakla güldürmektir. Bütün vuslata erenler bu hengâmeden geçmişlerdir. Ölmeden evvel ölmüşler ve hayât-ı ebediyyeyi bulmuşlardır. Ölmeden önce ölenlerin en güzîdelerinden birisi de (yâni aşk şehîdi de) Hz. Ebû Bekir (r.a) Hazretleridir. Resûlullah (s.a.v) Efendimiz, Hz. Ebû Bekir ile alâkalı olarak şöyle buyurmuşlardır: “Kim yeryüzünde yürüyen ve dolaşan bir ölü çehre görmek isterse, Ebû Kuhâfe’ye baksın.”

Bu hususta şöyle denilmiştir: Ölüm, sadece toprağın altına girerek vukû bulan ölmek gibi değildir. Aksine o, kabir ötesi hayâtı ebediyen yakalamaktır ve bu yaşarken de olur. Zîrâ hakîki bir sâlik, giydiği elbisesini kendisi için bir kabir kabul ederek, ebedî hayâta erişebilir.

Sâlik, nefsini öldürüp, hayât-ı ebidiyyeye eriştiğini zannettiği anda bile, nefis mücâdelesine devam etmesi lâzımdır. Zîrâ nefsin hileleri pek çoktur. Ne zaman ki, müşâhedesi kemâle erip evliya ve enbiyâların yaşadığı müşâhede ayarına ulaşırsa, işte o zaman sâlik olan kimse, müşâhedesinden emin olabilir. Zîrâ “müşâhede, gösterilen gayretin takdirincedir” hakîkatini “Kişinin ecri, çektiği yorgunluk nisbetindedir” hakîkati teyid etmektedir. Onun için selefimiz: “Ey Rabbim, aramızdaki nefis perdesini kaldır” diye dua etmişlerdir.

Rûzihân Baklî (k.s) Hazretleri: “Allah yolunda ölenler ve öldürülenlere ölüler demeyin. Aksine onlar diridirler. Fakat siz farkında değilsiniz” (Bakara,2/154) âyet-i kerîmesinin tefsîrinde şöyle buyurmuştur: “Yâni aşk ve muhabbet kılıcıyla ölenlere ölüler demeyiniz. Bilakis onlar beşerî hayattan fenâya ermişler ve Rabbânî hayâta geçmişlerdir. Lâkin sizler bunu bilemezsiniz. Çünkü ey kullarım, siz vücûdiyet ve âdemiyet esâsında mahbussunuz.”

İnsanın rûhu, imtihan gâyesiyle bulunduğu şu fânî dünyada, ten kafesine hapsedilmiş muzdarip bir kuş gibidir. Onun derûnunda, vatan-ı aslîsinden ayrı düşmüş olmanın ıztırâbı vardır. Bu ıztırâbı dindirip huzur ve itmi’nâna erdirecek olan da, Allâh (c.c.) ile beraberliktir. Bu yüzden, Hak âşıkları nazarında ölümün ürkütücü hâli kaybolur ve ölüm Rabb’e vuslat yolculuğu olarak idrak edilir. Nitekim ashâb-ı kiram da ölüm döşeğindeki hastalara, Allâh’a ve Rasûlü’ne kavuşmaları yaklaştığı için gıpta ile bakmış, onlarla Gönüller Sultânı Efendimiz’e selâm göndermişlerdir.

Bâzı âşıklar, vuslatı ölümde (nefsin öldürülmesinde) gördükleri için:

“Hayâtı câvidânı şeyhi kâmilden suâl ettim

Ölümden önce ölmektir deyince intikâl ettim”

 

demişler ve Hak yolunda ölmeyi câna minnet saymışlardır.

 

 

 

 

Yazar
Hilmiye KETENCİ

Hilmiye Ketenci, 1973 yılında Bursa ilinde doğdu. İlkokulu Bursa Minâreli Çavuş, Orta kısmı Mudanya İmam Hatip Lisesi, Liseyi Bursa Kız Lisesinde, Üniversite eğitimini Anadolu Üniversitesi Eczacılık Fakültesini bitirdi. Dinî eğitim... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen