Suriye’deki Cihatçılar ile Esad Milislerinin Libya’ya Konuşlandırılması  

Nasıl da görüldü ve iyice anlaşıldı ki, Türkiye’nin teknik desteği ve Suriye’deki Cihatçıların Libya’ya geçişi sonrası Libya’da Ulusal Mutabakat Hükümeti Silahlı Kuvvetleri (UMHSK)’nin başarılarının birbiri peşi sıra gelmesi. Önceleri El Kaide’ye bağlı olan En Nusra Cephesi militanlarının kurduğu cihatçı Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) ‘ın Libya’ya geçtikten sonraki faaliyetlerini televizyon ekranlarından hep birlikte görüyor ayrıca Libya’daki sosyal medyadan da yerinde izlemekteyiz. Ama bütün bunların zamanlaması ne kadar manidar, nasıl da cuk diye oturuyor? Öyle değil mi? Sevgili Okurlar.  Aslında AB(D) de, RF’da Türkiye’nin ve UMHSK, başarısızlıkları üzerine yapmışlardı planlarını,  böylesine bir başarıyı, Sezar’vari bir zaferi hiç ama hiç beklemiyorlardı. Önce aileleriyle birlikte 60-70’i bini bulan silahlı En Nusra’nın Türkiye’de sığınmacı olarak geçmelerinde ısrar ettiler, besbelli Türkiye’nin bütününde karışıklık çıkartmayı düşlüyorlardı. Sonradan Türkiye’nin araya girmesiyle Libya’ya gidişlerine olur dediler,  şimdi ise koro halinde yan çiziyorlar.  Onların tek istedikleri çatışma bölgelerinde girift bir çözümsüzlük ve ‘Arap Saçı’na dönüşen bir ortamın devam etmesi. Bu arada söyleyelim, Libya’da en çok telaşa kapılan da RF’dur. NATO şemsiyesi altında Muammer Kaddafi rejiminin alt edilmesinde dışlanmış olduklarını bildiklerinden bu defa hata yapmak istemiyorlar. Onların varsa da yoksa tek düşünceleri Suriye’de sağlamış olduğu durum üstünlüğünü Libya’da sağlamak için elinden gelen her şeyi yapmaya meyyal olmalarıdır. Durum üstünlüğü bağlamında RF, her ne pahasına olursa olsun Libya hava sahasında hava üstünlüğünü sağlamak, sıklet merkezi kapsamında Wagner güçlerini belirgin üslerde toplamakta, kuvvet zafiyetini ise Esad milisleriyle karşılamaya ummaktadır. Bu tür bir plan Suriye’de birbiriyle kanlı bıçaklı hale getirilmiş, Sunnî En Nusra ile Nusayrî Esad milisleri sanki İdlip’in rövanşını Libya’da alınması için karşı karşıya getirilmesidir. 

Peki, ey Rusya Federasyonu, kendi güvenliğiniz için ‘En Nusra’nın artık Suriyede ki “de facto”olarak durumunun sürdürülemez olduğunu bildiğinizden,  Libya’ya geçmesine izin verdiniz “peki şimdi n’oldu?” da karşı çıkıyorsunuz? Suriye senaryosunun Libya’da tekrarlanmasını tehlikeli bulan Fransız Dışişleri Bakanı Jean-Yves le Drian’ın “Libya’nın Suriyeleşmesi ile karşı karşıyayız.”ifadesini anlayabilen bir adım ileri çıksın. Suriye’deki ötekileşmenin Libya versiyonu bu kadar güzel anlatılabilir.  Efendim neymiş? Bu bir “Libya’nın Suriyeleşmesi Senaryosu”ymuş. 

Bir kere hemen söyleyelim. Bu hiç de yeni bir şey değil. Geçen yüzyılın birinci çeyreği bitmeden, ABD ve Fransız donanması Karadeniz’e çıkıp Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşında yenilgisinden yararlanarak mütareke koşullarında Halk Komiseri Divanı ve Hükümet Başkanı Lenin’in emrindeki Bolşevik “Kızılordu” önünde kesin yenilgiye uğrayan “Beyaz Ordu’yu ve Beyaz Ruslar”ı Kırım’dan İstanbul’a getirmemiş midir?ABD bu nedenle hâlâ Montrö’yü delmeye çalışmıyor mu? Anımsayalım, Bolşeviklerekarşı bir isyan ile başlayan savaşı kaybeden, Beyaz Ordunun komutanlığını Güney Rusya’da bulunan General Denikin ve General Wrangel ile Sibirya’da da Amiral Kolçak yapmıştı. İstanbul ve civar illere tahliye işleminde Amerikan Hükümetinin doğrudan emriyle Wrangel ordusuna ait bakiyelerin ve Çarlık rejimine bağlı halkın, Bolşevik tehditlerinden kaçabilmesi ve tahliyesi için 1919 ile 1920 yılları arasında Amerikan donanması Kırım’a gelerek faaliyet göstermiştir. Peki, bütün bunlar sizlere Hafter kuvvetlerini anımsatmıyor mu? Bir farkla, NATO şemsiyesi altında Albay Muammer Kaddafi’ye karşı yapılan harekâtta umduğunu bulamayan RF şimdilerde parsa peşinde koştuğunu hep birlikte görmekteyiz, sevgili okurlar.

 17 Kasım 1920 tarihinde, Dolmabahçe rıhtımına ayak basan General Wrangel’le başlayan mülteci statüsündeki Beyaz Rus misafirleri 1920 yılı sonuna kadar 150.000’e; rıhtımdaki gemi sayısı da 138’e ulaşmıştır. Daha sonra yapılan tahliyelerle birlikte İstanbul’a gelen 250.000 kişiye ulaşan “Beyaz Ruslar”toplumsal hayatlarını Türk topraklarında tekrar kurarak, “Rusya”düşüncesini yeniden canlandırmışlardır. Ancak sefalet ise diz boyudur. O aylarda bir patronun kahvesini bir prenses getiriyor ya da bastonunu bir general tutmaktadır. Profesörler, eski milyonerler, soylu kadınlar, âdeta yalvararak İstanbul sokaklarında sigara ve kâğıttan çiçek satmışlardır. İstanbul’a 41 gemilik filosunu mürettebatıyla getiren Amiral İvan Petrospesioty, Türkiye’ye yerleşmiş ve Şehir Hatları vapurlarında kaptanlık yaparken 1950’lerde ölmüştür.(1) Çarlık taraftarı Rusların üçte biri İstanbul içerisindeki Mevlevihane bölgesine yerleştirilirken, geriye kalanları Gelibolu’nun 8 km. ilerisindeki metruk bir araziye yerleştirilmiştir. Çamur deryası içerisinde insan istifleri şeklinde yerleşilen bu arazi kesimi,  bu yılın kış aylarındaki derme çatma çadırlarda İdlip’deki kadın çoluk, çocuk ve yaşlıları anımsatmaktadır. Aynen İdlip’dekiler gibi kısa süre içerisinde buradaki insanlar bulaşıcı hastalığa arkasından da bigâne dünya Korana virüsünün neden olduğu “Küresel Salgın”a yakalanmıştır. Ama yine de her şeye karşın Çarlık taraftarı Ruslar, Gelibolu’daki bu bölgeye biraz da sempatiyle bakarak “gül ve ölüm vadisi”adını takmışlardır.(2) Günümüzdeki Çar Putin’e bütün bunları anımsatmakta yarar vardır, sanırım. 

Peki, yakın tarihte, buna benzer başka bir olay yok mu? Hiç olmaz olur mu? Yaser Arafat liderliğindeki 17 örgütün birleşmesinden oluşan çatı örgütü Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ). FKÖ Lübnan’a yerleşmiş, bugünkü Hizbullah gibi eylemlerini buradan gerçekleştiriyordu. 1973’de Yom Kippur savaşıyla bir kez daha Arapların İsrail’e yenilgisi sonrası esasen Arap dünyasında mevcut rejimlere karşı olan tüm yasadışı örgütler Bekaa vadisini kendilerine mesken tutmuşlardı. Şu düşünülüyordu, mademki biz düzenli savaş ile İsrail’i yenemeyeceğiz, o halde gayri nizami savaşla İsrail’e rahat yüzü göstermemeye ve İsrail’i bu şekilde geriletmeye çalışırız, demişlerdi. İsrail’in o tarihlerde Lübnan’ı işgal etmesinin ana hedeflerinden birisi de FKÖ’yü Lübnan’dan çıkartmaktı. İsrail ordusu, başkent Beyrut’u kuşatınca, kuşatmanın kalkması için Arafat’ın 1982 yılının yazına doğru Beyrut’u terk etmeye zorlanmıştır. 1982 sonlarında ABD’nin garantörlüğü ve birçok ülkenin desteğiyle varılan anlaşma uyarınca Filistinli lider ve savaşçılar farklı Arap ülkelerine dağıtılacaktı. ABD, Lübnan’daki Filistinli mültecilerin güvenliğinden sorumlu olacaktı. Peki n’oldu? FKÖ’nün Lübnan’dan çekilmesinin hemen ardından, 16 Eylül 1962 tarihinde, Beyrut’taki Sabra ve Şatila kamplarında yaşayan 2.200 civarında Filistinli mülteci, İsrail güçlerinin gözleri önünde katledildi. Katliamı gerçekleştirenler, İsrail yanlısı ve aşırı sağcı Hıristiyanların kurduğu Lübnan Falanjistleri’ne bağlı milislerdi. FKÖ karargâhı, ‘Sabra ve Şatila Katliamı’üzerine Tunus’a taşınmıştır. Örgütün lider kadrosu Tunus ve Suriye’ye yerleşirken, savaşçıları tüm Orta Doğu coğrafyasını mesken tutmuşlardır. Peki, şimdi sormak lazım değil mi? Sabra, Şatilla katliamları, Ruanda ve Serebrenitza soykırımlarının habercisi olmamış mıdır? Bir tarafta Fransız Silahlı Kuvvetleri diğer yanda hem de barış gücü kimliği ve sorumluluğu ile Hollanda birliğinin gözleri önlerinde bu soykırımlar yapılmamış mıdır? Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF)verilerine göre öldürülenlerden 300 bini çocuktu. Çoğu dövülerek öldürülmüştür. Batının tarafgirliğine örnek mi istiyorsunuz? İşte size şaşırtıcı bir örnek. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM),Fransa Ulusal Bilimsel Araştırma Merkezi’nde (CNRS)görev yapan Fransız araştırmacı François Graner’in Ruanda soykırımına yönelik arşivlere ulaşma talebini iç hukuk yollarının tüketilmediği gerekçesi ile geri çevirmesine ne buyrulur? Efendim onlar batı uygarlığının insanları, hikmetinden sual edilmez.

Şimdi soru şu? “Neden RF, Suriye’de olduğu gibi Libya’da da Türkiye’nin karşısına çıkmaktadır?”Diplomatik olarak Ulusal Mutabakat Hükümeti ile temasta ve görüntüde kalsa da Rus özel harp şirketi Wagner eliyle Tobruk merkezli Halife Hafter güçlerini örtülü bir biçimde destekleyen RF, 14 Ocak 2020 tarihinde Hafter’i Moskova’ya davet etmiş, ancak TC-RF görüşme ve müzakereleri sonucu ortaya konulan mutabakatı imzalatamamıştı. Başkent Ankara özellikle de her iki tarafın silahlı kuvvetleri arasındaki görüşme ve müzakereler devam ederken,  Halife Hafter’in komutasındaki isyancı Ordunun ana destekçileri olarak Birleşik Arap Emirlikleri (BAE)ve Mısır’a aba altından sopa göstermesini bilmişti. BAE’nin bir başka özelliği ise, 1.400 Rus paralı askerin, 3.000 Sudanlı milisin ve 700 Çad’lı silahlı isyancının doğrudan kendisi tarafından finansmanını üstlenmiştir. Ancak, Hafter’i silahlandırmak için bir servet harcayan BAE, Libya’da istediğini elde edemediği gibi şu anda günah keçisi haline bile gelmiş durumdadır. Kuşkusuz bu arada Türkiye’nin zamanında ve yerinde müdahaleleri için ayrı bir parantez açılması gerekmektedir. Çünkü son altı ayda Türkiye’nin yerinde müdahaleleri dengeleri Hafter aleyhine değiştirirken, ABD ve NATO’nun tutumunu Türkiye’den yana belirginleştirmesi Ankara’yı rahatlatmıştır. ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’nun 22 Mayıs 2020 tarihinde Ulusal Mutabakat Hükümeti Başbakanı Fayiz Serrac ile görüşmesi, arkasından Serrac ile görüşen ABD Trablus Büyükelçisi Richard Norland’ın açıklaması da Ankara’nın elini o ölçüde güçlendirmiştir.

Ama bütün bunların sonunda Türkiye, Libya’da da, en son İdlip’te olduğu gibi, karşısında RF’nin olacağını biliyordu. Türk Silahlı Kuvvetlerinin araç, gereç, silah ve donanım ile istihbarat ve teknik desteği sayesinde Ulusal Mutabakat Hükümeti Silahlı Kuvvetleri tarafından ‘Vatiyye Hava Üssü’nün ele geçirilmesi tartışmasız bir zaferdir. Ancak Başkomutan Erdoğan’ın bu zafer sırasındaki tüm istihbarat faaliyetlerinin etkinleştirdiği istihbaratta esas olan “Esas Bilgi Unsuru”ise RF’nının Halife Hafter’in neyle ve ne şekilde destekleyebileceği olmuştur. Tabii bu arada BAE ve Mısır kanalıyla asi General’e ulaştırılan Pantsirlerin savaş alanında etkinliğinin neredeyse bir hiç olduğu da görülmüştür. Ulusal Mutabakat Hükümeti Silahlı Kuvvetleri ancak bu şekilde bölgesel hava üstünlüğünü ele geçirmiştir. Bütün bunların sonunda Hafter’e silah, araç, gereç vermek durum üstünlüğünü ele geçirmek için hiç bir şey ifade etmediği görülmüştür.  

Bir başka soru da pamuk ipliğine bağlı bölgesel hava üstünlüğünün RF’nın eline geçip geçmeme meselesidir. Bu nedenle Türkiye ve Almanya’da konuşlu ABD Afrika Bölge Komutanlığı (AFRICOM)’nın tüm istihbarat faaliyetleri, pilotlarıyla birlikte Libya’ya gelmesi beklenilen Rus Hava Kuvvetlerinin Suriye’de konuşlu Su 24 ve Mig 29’lar üzerine yoğunlaşmıştır. Bu yoğunlaşma bir müddet sonra meyvesini vermiştir. 21 Mayıs 2020 tarihinde,  Ulusal Mutabakat Hükümeti İçişleri Bakanı Fethi Başağa, Suriye’deki Rus Hava üssü Hmeymim’den en az altı adet MiG-29 ve iki adet Su-24 uçağının Jufra ve El Khadım’a indiğini açıklayıvermiştir. Kuşkusuz bu bir haber ve belki de bir savdı. Teyide ihtiyacı vardı. Hemen arkasından AFRICOM Komutanı Stephen Townsend 26 Mayıs 2020 tarihinde Suriye’nin Hmeymim Üssü’nden Hafter’in kontrolündeki üslere gönderilen bayrakları gizlenen ve yeniden boyanan şimdilerde Jufra hava üssünde sayıları 14’e ulaşan Su-24 ve MiG-29 jetlerine dikkat çekmiştir. Ayrıca Komutan, bu askeri uçakların tıpkı Wagner kuvvetlerinde olduğu gibi paralı Rus pilotlarca kullanılacağını iddia etmiştir. AFRICOM Komutanı Townsend bununla da yetinmemiş, Tunus Savunma Bakanı Imed Hazgül ile yapmış olduğu telefon görüşmesinde RF’nın Libya’daki faaliyetlerinden duyduğu kaygıya dikkat çekerek Tunus’a ‘Güvenlik Güçleri Yardım Tugayı’nı konuşlandırabileceklerini de söylemiştir.  

Şimdi gelelim, General Townsend’in Libya’ya getirilen milliyetsiz Rus yapımı uçakların paralı Rus pilotlarca kullanılacağını iddiasına.  Bu sav doğru mudur? Bence doğrudur, çünkü bu muharebe uçakları oldukça karmaşık yapıda “IV. Nesil” sofistike uçaklardır, bu nedenle uçakların Hafter’in isyancı pilotlarınca kullanılabilmesi de mümkün görülmemektedir. Ruslar Hafter ile anlaşıp kıyı üslerini ele geçirebilirlerse bundan sonraki adımları ise tıpkı Suriye’de yaptıkları gibi hava sahasını bütünüyle kapatmak olacaktır.  Yunanistan’ın, İtalya’yı Türkiye ile iş birliği yapmakla suçlayarak paniklemiş durumda olsa bile Libya açıklarında Türk Deniz Kuvvetleri Fırkateynleri ile İtalyan Fırkateynlerinin birlikte bulunmasının sebeb-i hikmeti ise bu tehdide karşı olmasındandır. Mavi Vatan Ordusu Türk Deniz kuvvetleri her türlü olasılığa karşı benzer ihtimalat planlarını eyleme sokmuştur. Ancak Libya’da kimin düşman kimin müttefik olduğu da belli değildir. Bu cümleden olmak üzere Birleşmiş Milletler’in (BM)gizli ibareli bir raporu, Türkiye’nin Libya’ya silah sevkiyatını engellemek için sekiz ülkeden katılımla özel bir tim oluşturulduğunu ortaya çıkarmıştır. Alman Haber Ajansı’nın (dpa)eriştiği yaklaşık 80 sayfalık bu raporda“Opus Projesi”adı verilen misyonda, Libya açıklarındaki Türk gemilerine baskınlar düzenlemek üzere “Batılı”bir özel timin görevlendirildiği, projenin Birleşik Arap Emirlikleri’nden (BAE) yönlendirildiği belirtilmektedir.(3)

Şimdi soru şu: RF, neden uçaklar üzerindeki bayrak ve Rus mensubiyetini silmiş ve niçin gizleme yoluna gitmiştir? Çünkü RF’nın bu konuda pratiği vardır. 2014 Şubat ayında Kırım’ı işgal eden RF benzer yolu izlemiştir. Rus Silahlı Kuvvetlerinin araçlarında plaka numarası bulunmazken, rütbe ve armaları olmayan Rus üniformaları giyen silahlı kişiler Kırım’a girmiş, aynı şekilde Kırım parlamentosunu bile işgal etmişlerdi. Hangi ülkeye aidiyeti bilinmemesi zırhına büründürülen Rus Deniz Kuvvetleri önce Sivastopol yakınlarındaki bir askeri havaalanını ele geçirmiş, başka bir Rus birliği ise Simferopol Uluslararası Havalimanı’nda kontrolü ele aldığını açıklamıştı. Yani Garp Cephesinde değişen bir şey olmadığı gibi, Ruslar tarafından kapalı kapılar arkasında yapılanlar günümüze de özgü değildir. Operatif seviyedeki geleneksel Rus aktivitesi tüm riskleri göze alarak bilindiği şekilde devam etmektedir.  

Öncelikle ve ivedilikle Libya’da Türkiye ile Rusya arasında bir uzlaşma ortamı sağlanmalıdır. Türkiye ile Rusya arasında bir uzlaşma noktası yakalanamadığı takdirde, Libya bütünüyle bir harekât alanı olarak RF ile NATO’nun hesaplaşma alanına dönüşebileceği düşünülmektedir. Böyle bir hesaplaşmada daha önceki caydırıcılıklarda olduğu gibi, kuşkusuz ABD’nin liderliği söz konusu olmaktadır. Ancak ABD’nin küresel salgında bir numarada olması, Minneapolis eyaletinde polis şiddetiyle siyahi George Floyd’un cinayeti sonrası başlayan yaygın yağma ve talan hareketleri ile başkanlık seçim arifesinde bulunulması, ABD yönetiminin silahlı güçlerini yerküre üzerinde dağıtılmadan kendi anavatanı içerisinde kalma gerekliliğini ortaya koymaktadır. Şimdilerde artan protestolara karşı Ulusal Muhafız birlikleri göreve çağrılan ABD’de 25 şehirde sokağa çıkma yasağı ilan edilmiştir. RF’nın önünü kesen bir TSK karşı koyması desteklense de Türkiye ve RF’nın Libya’yı kendi nüfuz alanlarına bölmesi öncelikle İtalya, Fransa ve Almanya başta olmak üzere AB’li aktörlerin hiç de işine gelmeyebileceği değerlendirilmektedir. Örneğin Libya adına petrol arama ve çıkarma faaliyetlerinin Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı tarafından yürütülmesi artı bir değer olarak kıymetlendirilmektedir.

Bütün bunlardan sonra demem odur ki, Suriye ve Doğu Akdeniz’den sonra Türkiye Cumhuriyeti Libya’da da çok bilinmeyenli bir denklemle karşı karşıya bulunmaktadır. Evet, sevgili okurlar, Âşık Veysel boşuna söylememiş, çetrefilli uzun ince bir yolda yürüdüğümüzü ve de iki değil çok kapılı bir handa gündüz gece 7/24 gitmek zorunda olduğumuzu. Bana sorabilirsiniz, endişeye gerek var mı? diye. Yok da, ama uyanık bulunmaya Libya’daki tüm aktörlerle teması yitirmemeye ihtiyacımız olduğunu anımsamakta yarar var, sevgili okurlar. 

SONNOTLAR 

Yazar
Esat ARSLAN

Esat Arslan, İstanbul’da 15 Nisan 1947 tarihinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini İstanbul’da; yükseköğrenimini Ankara’da tamamlayan Esat Arslan, Savunma Bilimleri, Kamu Yönetimi dallarında yüksek lisans; Türkiye Cumhuriyeti Tarihi da... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen