İnsanın Taşrası-XIV

“Güçsüz bir yavruyu küçümseme! Çünkü bir gün bir kaplan oluverir.”

Moğol Atasözü

Bu Anadolu Platosu enteresan bir yer. Düşünsenize! İlk buğday tanelerinin bulunduğu Hasan Dağının eteklerinden, Göbekli Tepe’ye kadar bütün mekân sırlarla dolu.

Bizim bulunduğumuz yer de eski bir gâvur yerleşkesimiş; öyle anlatılır. Atalar bu mekâna ne zaman gelmiş, nerelerden akmışlar; bilen yok.

“Kuz Ören’de gâvurdan kalma Yel Değirmeni vardı. Biz eriştik. Şurada şu vardı, biz gördük” şeklindeki rivayetleri biz eskilerden işittik.

Gördük mü, görmedik. Görenleri gördük. Gâvur giderken şöyle der dövünürmüş.

-Çanlı’da bir altın boyunduruğum, bir de gümüş sabanım kaldı.

Aslı var mıdır, yok mudur bir rivayettir gidiyor. Fakat bütün bunlar anlatılır. Gerçi her taraf ören yeri, her taraf viranelerle dolu. Bazı yerlerde oyulmuş taş kovukları var. Çanlı’dan köye doğru döşenmiş isale hattının kalıntıları hâlâ duruyor. Ateşte pişirilmiş külünkler hâlâ görünüyor.

Köroğlu zirvesinde bile ören yeri var. Belli ki orada bile birileri eğlenmiş. Eski kervan yolları sabit bir hatta tâbi değil. Her yön her tarafa çıkar. Yol dediğin zaten bir cılka, bir hayvan izi. Roma Yolları olarak bilinen ana yollar dışında, şose yolların tarihi kaç yıl geriye götürülebilir ki? Büyük Yunus.

“Dağ ne kadar yüce olsa, yol üstünden aşar” demiş.

Bizim yollar da öyle. Bakacak’a kadar çıkan yol belli ki emek ürünü. Çok emek verilmiş. Ama asıl emeği yolu kullananlar vermiş.

Yolun yukarıya doğru çıktığı vadi bir boğazdan geçer. Sağ ve sol tarafları yer yer yükselip alçalan kendine özgü kaya oluşumlarıyla dikkati çeker.

Sol tarafa Kavşannacı denir. Sağ taraf Çatal Kaya’ya doğru vahşi bir boşluğa sürükler insanı. Ötesi, genel bitki örtüsünün dışına taşan bir çeşitliliğe sahiptir. Arazi de öyle. Genel manzaraya aykırı, ondan farklı. Kurt yatağı, vahşi hayvan durağı gibi görünür. Boğazdan gelen su bile kendine özgü ve gizemlidir.

Ben bir keresinde Çatal Kayaya çıktım. Onun yukarıdan aşağıya doğru uzanan üst kısmına. Sol taraf çok daha ilerilerde Türkmen Yurduna çıkar. Aşağılar Gevenlinin doruklarına uzanır. Oradan aşağıya bütün bir coğrafyayı, yekpâre bir nefes gibi içime çektim.

Çocukluk yıllarımızda, bilhassa da yayla göçlerinde daima bu yolu kullanırdık. Fındıklı, Sulu Ceviz ve Dikili’den yukarıya doğru giderken, yolun sağ üst kısmı bıçak gibi keskin kaya oluşumlarıyla bilhassa dikkatleri çeker. Ürker miydik o yoldan, belli ki ürkerdik. Çok da korkmadan geçtiğimiz söylenemezdi oralardan. Bugün bile tek başına gidilmez oralara.

Babamın rahmetli olduğu sene, köye, amcamlar gelmişti. Amcam, yengem ve kızları Aynur ablam. Ankara’dan gelmişlerdi. Şimdi anlıyorum ki, amcam izin almış, hem bizlere moral vermek, hem de köyde nefes almak istemişti. Rahmetli o sene orada birkaç hafta kaldı. Kendisi gittikten sonra yengemi arkada bıraktı. O biraz daha kaldı bizimle. Köy işlerine yardımdı kalış amacı.

Mahmut Emmim köydeyken hep beraber oduna gittik. Paşalan’a varınca, ben onlardan ayrıldım ve yolun karşı tarafına geçtim. Yanımda eşek, odun edip köye döneceğim. Karşı tarafta onların seslerini duyuyorum. Bu da bana güven veriyor. Ama ben tek başıma ormana gidebileceğimi göstermek istiyorum. Onlardan ayrılma amacım biraz da buna dayanıyor. Şehirden gelenlere ne kadar korkusuz olduğumu göstermek. Kendimizce heriflik yapıyoruz. Aslında korkuyorum.

Ben odun ederken, karşı taraftan bir gürültü kıyamet koptu. Bağıran çağıran herkesten bir başka ses çıkıyor. Ablalarım, Aynur ablam ve amcam, hepsinden ayrı ayrı ses ve çağırışlar çıkıyor. Bu hengâme epey sürdü ve nihayet bitti. Ben onların kendi aralarında şamata yaptıklarını sanıyorum. Meğerse değilmiş. Tam orada bir ayıyla karşılaşmışlar. Hengâme, o hengâmeymiş.

Bizim baba sülalesinde biraz selçukluk vardır. Dedem de öyleymiş. Konuşurken söze ironi katmadan duramaz, sözü o şekilde renklendirirmiş. Bazen de hafiften şımarma diyebileceğimiz bir ruh hali. O sert görünümün ardında böyle bir dünyası varmış. Amcalarım ve babam da öyleydi. O ahlâk bize de geçmiş. Baba dedem evde otururken ibriği göstererek Nurettin emmime:

-La Nurettin, şu ibriğin ibiğinden girersen, sana iki buçuk lira dermiş.

O garip de geçer ibriğin başına, kafasını oradan içeri sokmaya çalışırmış. Dedem yanındakilere hissettirmeden göz kırpar ve sadece çocuk yaştakilere değil, büyüklere de bu şekilde hafiften takılmayı çok severmiş. Tabii, latife yapıyor adam. Zekânın bu türden dışa vurumları vardır.

Amcam dedem gibi kurnaz değildi. O daha saf, biraz da gürültülü idi. Ben o gün amcamın ablalarımı ve bilhassa Aynur ablamı korkutmak amacıyla böyle bir yola girdiğini düşündüm ve o seslere itibar etmedim. Meğerse gerçekten de önlerine ayı çıkmış. Bütün o gürültü ondanmış.

Ben eşeği sardım ve eve döndüm. Hem de tek başıma. Odunu tek başına etmek bir iş, eşeği tek başına sarmak ayrı bir işti. Ben o yaşta bunların hepsini başarmıştım. Başarmıştım, çünkü bana yapılan muamele o, yüklenen rol oydu. Annem, babam ölünce,

-Oğlum, evin erkeği artık sen oldun diyordu.

Ben artık büyümüş, kocaman adam olmuştum. Kendimi öyle görüyordum. O his daha sonra hiç gitmedi. Kendimi hep büyümüş gördüm, öyle hissettim. Evin önlerinde bir darabanın çivisi çıksa hemen çakar, tamir ederdim.

Erken büyüdüm. İyi mi kötü mü ayrı mesele. Bazen iyi, bazen de kötü. Oysa insan kendine sığınacak bir çatı arar. Ben de aradım. Aradım ama bulamadım. Meğerse çatı benmişim; öyle görünüyor, öyle biliniyormuşum. Zehi gaflet, zehi dalalet!

Zorluklar karşısında metanetli görünürmüşüm. Hâlbuki kaçacak yer yok, çare yok da ondan öyleyim. Görüntü o. Dayanak yok, çare yok. Bu bende zamanla çok daha farklı bir boyut kazandı. Bir bilgi felsefesi haline geldi. Her şeyi Allah’la ilişkilendirme, tevekkülü derinleştirme haliydi bu.

Aradan yıllar geçti. Tabii hayat bizi bambaşka işlere, bambaşka yollara sürükledi. Okuduk, öğrendik, şu oldu bu oldu. Ve bir gün basit bir yeri tamir etmek, bir çivi çakmak icap etti. Yapamadım. O özgüven gitmişti. Oysa ben her zaman;

-O da adam ben de adam, o yaparsa ben de yaparım,

diyen bir felsefenin adamıydım. Ne olmuştu da tereddüde düşmüştüm. Diğer her konuda mutlaka bir yol arayan ben, ne olmuştu da cesaretimi kaybetmiştim. Anladım ki, mesele başka.

Hayat böyledir işte. İnsanın kendinden uzaklaştığı ve kendine yakınlaştığı anlar vardır.

Yazar
Abdülkadir İLGEN

1964 yılında Bolu-Kıbrısçık’ta doğdu. İlköğrenimini doğum yeri olan Deveören Köyü İlköğretim okulunda yaptı. Daha sonra Ankara Dikmen Ortaokulunda başladığı ortaokul hayatını 1977-1978 yılında Polatlı Lisesi Orta Okulunda... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen