Osmanlılar Emperyalist mi idi ?

Geçen yazımızda, kendi siyâsî varlığına ‘Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye’ adını vermiş olan Osmanlı’ya, ‘imparatorluk’ yaftasını yapıştırmanın yanlışlığını ifâde etmiştik. Cihânşümûl bir kaaide olan, ‘özel isimlerin değiştirilemezliği’ni hatırlatmıştık. Bu arada, Osmanlı Bankası kurulduğu zaman, adının Bank-i Osmânî-i Şâhâne idiğini, Bank-i Osmânî-i Emperyal olmadığını belirtelim.

İmparatorluğun ‘mârifeti’, ’emperyalizm’ olduğuna göre, Osmanlı’nın, ’emperyal’ olup olmadığını inceleyelim; emperyalizmin başlıca üç vechesi olan iktisâdî, idârî ve kültürel sömürünün Osmanlı tarafından tatbîk edilip edilmediğine bakalım, bu üç husûsu sırayla -kısaca- inceleyelim.

1.İktisâdî bakımdan: Eğer Osmanlı sömürücü olsaydı, bu devletteki en zengin zümre, Türkler olurdu. Fethedilen (İslâm’a açılan) ülkelerdeki her türlü maddeyi çok kolay elde edip râhat bir hayât sürerlerdi. Türklerin kurup yönettikleri şirketler, devletin politikasını yönlendirir, hattâ belirlerdi.

‘Urâbî Paşa başkanlığındaki Mısır millî ayaklanmasının, İngiltere’nin o sıradaki Ticâret Bakanı Joseph Chamberlain‘in başını çektiği müdâhalecilerin ve İngiliz kredi verenlerin baskısıyla, -Bakan’ın memleketi Manchester’deki dokuma fabrikalarına ucuz Mısır pamuğu sağlamak gâyesi de eklenerek- bastırıldığını ve İskenderiye’ye 1882 yılında çıkan İngiliz kuvvetlerince Kahire’nin de işgâl edildiğini hatırlayalım! İngiliz ‘Doğu Hind Kumpanyası’nın, İngiliz politikasını nasıl belirlediği, saklanmasına bile gerek duyulmayan bir vâkıadır: Londra’da, Westminister’de bu kumpanyanın, İngiliz hükûmetine ‘teşekkür nişânesi’ olarak dikmiş olduğu anıtçık, herkesçe ziyâret edilmektedir. Osmanlı ise, meselâ Yemen’e, ‘Osmanlı Yemen Kahve Kumpanyası’nın işini kolaylaştırmak, ona uygun zemîn ve şartlar hazırlamak için gitmedi. Zâten böyle bir kumpanya YOK. Osmanlı Yemen’e, petrol sömürüsü için de gitmedi; petrol, yirminci yüzyılda bulundu ve Osmanlı Yemen petrolünü hiç kullanmadı. Peki, daha sonra savunması için binlerce şehîd verdiği, Adı Yemendir, Gülü Çemendir, Giden Gelmiyor, Aceb Nedendir? diye türküler yakılmasına sebeb olduğu Yemen’e niçin gitti? orada ne işi vardı? Günümüzün hâfıza za‘fına uğratılmış, bir kısmı kimlik bunalımına düşürülmüş gençliğine anlatılması biraz zor olabilir ama, şunun için gitmişti: Osmanlının Varlık Sebebi (Raison d’etre) İslâm’dı; Devlet çınarına hayât veren özsuyu ve Devlet’in, Dünyâya nizâm vermek için uğruna baş koyduğu Dünyâ Görüşü İslâm’dı. Devlet’in yüklendiği görev, İ‘lâ-yı Kelimetullah, yâni, Allah’ın buyruklarını yüce tutmak, yeryüzünde hâkim kılmaktı. Mehter’deki üç hilâlli sancaklardan al olanı Devlet’i, yeşil olanı İslâm’ı temsîl ederdi. Osmanlı, Yemen’de, Kızıldeniz girişindeki Bâbul Mendeb boğazını tuttu, 16. yüzyılda Portekizliler, daha sonra da İngilizler Kızıldeniz’e girip İslâm’ın Kutlu Beldeleri Mekke ve Medîne‘yi işgâl etmesinler diye binlerce şehîd verdi. Portekiz, 16. yüzyılda büyük deniz gücü idi; Afrika kıt’asının stratejik yerleri Portekiz’in elindeydi ve Ümit Burnu’nu dolaşarak Hind Okyanusuna da hâkim olmuştu, öyle ki, Hind Okyanusu, Portekiz Okyanusu hâline gelmişti. Hind kıyıları ve Uzak Doğu ülkeleri Portekiz sömürgesi idi, günümüzde, Malezya’da (Kuala-Lumpur ve Malaka şehirlerinde) hâlâ Portekiz soyundan gelme insanlar yaşamaktadır. Portekizliler, Kızıldeniz’e girip Mekke’nin iskelesi durumundaki Cidde‘ye saldırdılar, fakat kale dizdârının ve Şerîf Numey‘in kahramanca direnişi üzerine püskürtüldüler! Niyetleri, Cidde’den Mekke’ye yürüyüp işgâl etmek ve bu Kutlu Belde’yi, o sırada Osmanlı’nın elinde bulunan Kudüs‘le değiş-tokuş etmekti. Portekizliler, 1543 yılında (Esas Osmanlı Donanmasının, Şarlken’e karşı Birinci Fransuva’yı desteklemek için kışı Fransa’nın güney kıyılarında geçirdiği yıl) Kızıldeniz’e girip Süveyş’teki Osmanlı donanmasını yakmağa çalıştılar, başaramadılar, fakat Tûr-ı Sînâ kasabasını yaktılar! Pîrî Reîs, Seydî Ali Reîs, Murâd Reîs, Osmanlı’nın ‘Portakal Kâfiri’ dediği Portekiz’in, Okyanus aşmağa göre tasarlanmış ve inşâ edilmiş, çok yüksek bordalı kocaman gemileriyle, Hind Okyanusu’nda, o bölgeyi ‘Portekiz sömürgesi olmaktan çıkarıp Osmanlı sömürgesi yapmak için değil’, Hindistan’dan ve daha doğudan, Endonezya’dan Hicâz’a gelen müslümanların Hac yolu güvenliğini sağlamak İçin savaştılar.

Bir gayr-ı müslim, Prof. Dr. Bernard Lewis‘in belirttiği gibi, Osmanlı devrindeki “Müslümanlar sâdece dört meslek biliyorlardı; idâre, savaş, dîn ve tarım. Sanâyi ve ticâret, bu işlere vâris olmuş gayrımüslim tebeaya bırakılmıştı.” (The Emergence of Modern Turkey, Second Edition, London:1968, p.35).

Osmanlı Türkü, ömrünü, ‘sefer’ diye andığı cihâd yolunda geçirmiş, (sâdece 1740-1768 arasında, 28 yıl harbetmemiştir) yemeğini, ‘sefer’de yenen yemek anlamına gelen ‘sofra‘ açarak yemiştir. ‘Sofra’ gibi, ‘kısmet‘ de cihâd hâtırasıdır: mücâhid’in payına düşen ganîmet demektir. (Fi‘le veznindeki ‘kısmet’, ‘bir nevi‘ taksîm’ demektir, ganîmetin, atlı, yaya, yararlık gösteren… gibi mücâhidler arasındaki ‘bölüştürülme şeklini’ ifâde eder.) Kur’ân-ı Kerîm’deki beşinci sûre, Mâide sûresidir; mâide, bizim ‘sofra’ dediğimiz nesnedir. Kur’ân-ı Kerîm’e son derece saygılı olan Osmanlı Türkü’nün, niçin ‘mâide’ demeyip de ‘sofra’ dediğini anlamamız için, yemeğini hep cihâd yolunda ‘sofra’ olarak, ‘sofra’da yediğini hatırlamamız gerekir. Türkçemizde sofra kelimesini kullanıyor olmamız, farkında bile olmadığımız bir şeref madalyasını göğsümüzde taşımakta olmamız manâsına gelmektedir. Sefer kelimesini, Osmanlı’nın cihâd manâsına kullandığını, Yine de şahlanıyor kolbaşının kır atı/Görünüyor bize sefer yolları türküsünden hatırlayabiliriz. Yine rahmetli Ârif Nihat Asya’nın o gönülleri titreten şiirindeki Yürü arslanım, sefer hazırlığı başlasın mısrâ‘ında da görürüz. Yemeklerin taşındığı kaplara sefertası demek şerefi, bizden başka hangi millete nasîb olmuştur?

Hâkimiyet altına alınan ülkelerden ham maddeleri bedâva veya yok fiyatına alıp kendi ülkesindeki fabrikalarda işleyerek tekrar dışarı satmak gibi bir ‘etkinlik’ de, Osmanlı’ya yabancı olup, sanâyi devrimini yapmış olan Avrupa’lı sömürgecilere mahsûstur.

2.İdârî bakımdan: İmparatorluk’ta, bir hâkim kavim, bir de boyun eğdirilmiş, mahkûm kavimler vardır. Tepedeki yöneticiler, vâliler, komutanlar, subaylar, yüksek seviyedeki bürokratlar kesin olarak hâkim kavim fertlerindendir. Diğer kavimlerden olup da kendilerine görev verilen kişiler ise, dâimâ alt ve en alt kademededirler.

Osmanlı’da ise, Pâdişâh’ın mutlak vekîli, mührünü taşıyıp onun adına iş gören Sadrâzamların pek çoğu Türk asıllı değildir. Vezîrlerin, beğlerbeğilerin, sancak beğlerinin, paşaların çoğu Türk ırkından değildir, devşirmedir. Kapıkulu denilen yeniçeriler, sipâhiler, başlangıçtan îtibâren, devşirilmiş ve Müslüman olmuş gençlerdi, Türklerin yeniçeriliğe alınması sonraki yüzyıllarda olmuştur. Demek ki, merkezî orduda da Türk aslından olmak esas değildi. O çağların değer hükmüne göre, inanç esastı; kişi Müslüman olmuşsa, Pâdişahlık dışında her mevki, kaabiliyetine göre, kendisine açıktı, hayâtın her vechesini kuşatan İslâm-Türk kültürü içinde yaşar, kendisine verilen görevi yapardı. Osmanlı Cihân Devleti’ni dış ülkelerde temsîl edenlerin pek çoğu da Türk aslından değildi. Meselâ, Bavyera’daki Osmanlı konsolosu Aristarki Bey idi. Londra’daki konferansta Osmanlı murahhası (delegesi) Kostaki Musurus Paşa idi. Tanzîmat’tan sonra, Osmanlı Hükûmeti’nde gayrı müslim nâzırlara da yer verilmiştir.

Bir de İngiliz İmparatorluğu’nu düşünün!

3.Kültürel bakımdan:Emperyalist idâre, imparatorluk, değişmez ve kesin bir kaaide olarak, hâkim milletin dilini, öteki kavimlere dayatır, çünkü dil, kültürün ve kültürel sömürmenin temel ve en önemli unsurudur. Kültür de, insanı ‘insan’ yapan unsurların başında gelir; kişi, hangi kültür çevresi içinde yetişmişse, o kültürün ürünüdür, parçasıdır.

Afrika’da, bir Avrupa sömürgesinde yaşayan yerli halk, emperyalist yönetim tarafından, kim idiği unutturularak kimliğini kaybedecek dereceye düşürülmüştü. Okumuş olanlar ve halk, İngilizce veya Fransızca konuşur hâle gelmişti. Meselâ İngiltere, Afrika’daki sömürgelerinde, yerli halkta öyle bir kafa şartlandırması (attitude of mind) meydana getirmişti ki, bir Afrikalıya, hiç İngiltere’ye gidip gitmediği sorulduğunda, zavallı, ‘hayır, hiç Anavatan’da, yuvada bulunmadım’ (No, I have never been home) diyordu. Fransız hâkimiyeti altındaki Cezâyir ve Tunus’ta, Fransızca bilmeyen bir yerli, iş bulamazdı, kendisinin bir gelir kaynağı da yoksa, resmen açlığa mahkûmdu. Rus İmparatorluğu Sovyetler Birliği’nde, diğer milletlerin fertleri Rusça bilmek zorundaydı.

Osmanlı’ya gelince: Türkçe’yi öteki milletlere dayatmak şöyle dursun, varoluş temeline uygun olarak, Kur’ân dili olduğu için, Arapça’yı, öğretim kurumlarında kullandı, ama, onu da gayr-ı müslim milletlere dayatmadı. Emperyalist ülkelerin hâkim oldukları yerlerdeki ‘dil’ ve ‘kültür’ durumu ile, Osmanlı’dan kopan ülkelerdeki ‘Türkçe’nin durumu’nu karşılaştırmak, Osmanlı’nın kültürel sömürü de yapmadığını ortaya koyar. Zâten, “Ondokuzuncu yüzyıla kadar Türkler, kendilerini herşeyden önce Müslüman olarak algıladılar; onların bağlılığı, çeşitli seviyelerde, İslâm’a ve Osmanlı Hânedânı ve Devleti’ne âid idi. Adamın konuştuğu dilin, oturduğu bölgenin, âid olduğunu iddiâ ettiği ırkın, şahsî, hissî veya ictimâî bir husûsiyeti olabilirdi. Bunların hiçbir siyâsî önemi yoktu. Türkler kendilerini İslâm’la öylesine özdeşleştirmişlerdi ki, Türklük kavramının kendisi bile -Türk dilinin canlılığını korumasına ve teoride olmasa bile fiilen bir Türk devletinin varlığına rağmen- revaçta değildi… İdâreciler ve okumuşlar, İslâm içinde farklı bir kavmî ve kültürel kimlikleri olduğunun, Araplar ve İranlılar kadar farkında değillerdi.” (Bernard Lewis, The Emergence of Modern Turkey, London:1968, p.2). ‘Allah’ın buyruklarını yüce tutmak, Yeryüzüne hâkim kılmak’ görevini üstlenmiş olan Osmanlı, bu görevi yerine getirirken kendisi de yücelmiş, târihinin en az 250 yılı boyunca, Dünyâdaki En Üstün Devlet durumunu korumuştu. Osmanlı Türkü, İslâm’ı öylesine samîmiyetle benimsemiş ve yaşamıştı ki, Türk kelimesi, Müslüman kelimesinin yerine kullanılır olmuştu: “Türk, Batı’da Müslüman ile müterâdif (anlamdaş/synonym) hâle geldi ve bir Batı’lı Fas veya İsfahân’da bile İslâm’a girse, Türk oldu denildi.” (Bernard Lewis, The Emergence, p. 13.)

Bizim ‘terâzi’ dediğimiz nesnenin Arapçası ‘mîzân’dır. Osmanlı, “Er Rahmân (merhameti, bütün yarattıklarını kuşatan Allah), Kur’ânı öğretti, insanı yarattı, ona beyânı öğretti. Güneş ve Ay bir hesâb üzredir, kendilerine tâyin edilmiş olduğu gibi davranırlar, bitki ve ağaçlar secde eder, Göğü yükseltip mîzânı (terâziyi, dengeyi) kurdu ki mîzânda (terâzide, ölçüde, tartıda) tugyân etmeyesiniz, hak yemeyesiniz, doğru ölçüp tartasınız, mîzânı (dengeyi) bozmayasınız (er Rahmân Sûresi <55> âyet: 1-9)” da ifâdesini bulan, cihânşumûl adâleti te’sîsle kendini görevli bilmiş, bu nizâmı Yeryüzünde hâkim kılmağa çalışmıştır. Bir yandan, ülkeler çapında adâleti tam, tarafsız olarak tatbîk ederken, öte yandan, ölçü-tartıda haksızlık yapılmasını önlemeğe çalışmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de, Güneş ve Ay’ın bir hesâb üzre olduğu belirtildikten sonra, Yeryüzündekilerin de mîzâna, hesâba, ölçüye uymaları gerektiği buyurulmuştur. Osmanlılar devrinde çarşı-pazarda nizâmın nasıl sağlandığına dâir, pabucu dama atılan ayakkabıcı hikâyesini çoğumuz biliriz. Anlatıldığına göre, İhtisâb Ağası (çarşı-pazarda nizâmı te’mîn eden hâkim) bir reçel tenekesinde fâre görüp, satıcıya onun ne idiğini sorar. Satıcı, ‘fâre’ derse, İhtisâb Ağası’nın kendisini hemen oracıkta falakaya yatırtıp döğdüreceğini bildiği için, ‘bu mu efendim, reçel biraz şekerlenmiş’ diyerek, reçele bulanmış fâreyi kuyruğundan tuttuğu gibi, yutuverir!

Pâdişâhlıktan başka, bütün yüksek makamları, İslâmı benimsemiş olmak şartıyla, Türk olmayan unsurlara açık tutmuş olan, dilini, dînini hiçbir kavme dayatmağa tenezzül etmemiş, iktisâdî bakımdan da sömürücülük yapmamış olan Osmanlı Devleti’ne, en az dokuz göbektenberi sömürgecilik yapanlar ve onların torunları, ’emperyalist’ iftirâsını atıyorlar, aramızı açık tutmak için komşularımıza, bunun yanında diğer bütün ülkelere bizi öyle tanıtıyorlar, Osmanlı Cihân Devleti’nden Ottoman Empire (Osmanlı İmparatorluğu) diye söz ediyorlar. Onların bu tutumunu anlamak mümkündür de, okumuşlarımızın gafletini, bilhâssa bâzı târihçilerimizin bâtılda isrârını kabûl etmek mümkün değildir.

 

 

 

 

Yazar
Mehmet MAKSUDOĞLU

Mehmet Maksudoğlu, Eskişehir’de Kırım kökenli bir âile içinde doğdu. İnkılâp İlkokulunu, Eskişehir  Lisesini ve Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesini bitirdi. İzmir İmam-Hatîp Lisesi’nde Meslek Dersleri Öğretmeni olara... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen