Yunanistan’la Çözüm mü? Askeri Güç mü?

 

Yunanistan’la çözüm olabilir mi? Yoksa askeri güç kullanarak mı çözüme ulaşılabilir? Ne dersiniz? Bana kalırsa aslında ikisi de değil gibime geliyor? Karşınızdaki muhatabınız, Yunanistan ve/veya Güney Kıbrıs Rum Kesimi (GKRK)ise, hiçbir şey söylemenize gerek yok, üçüncü şık kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Çözümsüzlük. Örnek mi istiyorsunuz? İşte örnek. Tarihî Ege sorunu, işte kırk altı yıldır devam eden Kıbrıs sorunu. Hatta açıkça sorun da değil, sorunsal olarak isimlendirebilirsiniz. Bu iki sorun öyle bir sorunsallık arz etmektedir ki, her türlü ortam müsait olsa bile çözüme yanaşmamak Yunanistan ve/veya GKRK’nın şiarındadır. İşte size bir tespit. KKTC’nin şimdiki Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Kudret Özersay’ın bir bilimsel toplantıda söylediği gibi, “masaları yuvarlak yaptık, hatta oturduğumuz sandalyeleri bile değiştirdik. Bütün fiziki ve çevre koşullarını değiştirdik, ama nafile.” Olmadı mı? Olmuyor. Burada bir şeyi büyük harflerle ifade etmek gerekmektedir. Kurtuluş savaşında bu yana mücadelenin adı Yunanistan’la değildir. Günümüzde de AB Yunanistan üzerinden Türkiye’ye operasyon çekmektedir. Yunanistan bu gerçeğin farkına bir türlü varamamıştır. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün veciz bir şekilde dillendirdiği gibi Lozan Barış Antlaşmasındaki Türkiye’nin karşısında olan sadece Yunanistan değil, yedi düveldir, yedi devlettir. Günümüzde bunların büyük kısmı da günümüzde BM Güvenlik Konseyi üyesidirler. Unutmayalım, Türkiye Büyük Millet Meclisi Orduları’nın 9 Eylül 1922 tarihinde denize döktüğü Yunan Ordusu temsilcileri Mudanya Ateşkes Bırakışmasında karsımızda yoktur. Görüşmelere, TBMM Hükümeti adına İsmet İnönü, İngilizleri temsilen General Harrington, Fransa adına General Charpy, İtalya adına General Mombelli katılmıştır. Bakın ateşkes bırakışma belgesinin altına Yunanistan’ın imzasını bulamazsınız. Görüşmeler ve antlaşma Mudanya’da tek ayakta kalan nadir binalardan biri olan Rus Tüccar Aleksandr Ganyanof’un evinde yapılmıştır. Bu da son derece ilginçtir. Ruslar ev sahipliği yapmışlardır. 11 Ekim 1922 tarihindeki Mudanya Ateşkes Bırakışmasının imza töreninde Yunanistan yoktur. Mudanya Mütarekesi, 11 Ekim 1922 tarihinde sabah saat 06.00’da Türkiye ile üç İtilaf Devleti İngiltere, Fransa ve İtalya arasında imzalanmış ve imzalandıktan 3 gün sonra da yürürlüğe girmiştir. 3 Ekim 1922 tarihinde başlayan Mudanya Ateşkes görüşmelerinde Yunan delegeleri sorumluluklarını baştan itibaren İngiltere’ye devretmiş, onlar sadece bir İngiliz bandıralı yatın penceresinden imza törenini seyretmekle yetinmişlerdir. O da görebildikleri kadar. Ne kadar alçaltıcı bir durum, öyle değil mi sevgili okurlar. Müttefikler için Yunan Milletini maceraya sokanlar, kanını dökenler Küçük Asya Bozgunu sonrası Türkiye’nin karşısına bile çıkamamışlardır.  Daha sonra da Atina’da idam sehpaları kurulmuştur.

26 Haziran 1945 tarihinde San Francisco’da imzalanan, 4801 Sayılı Onay Kanunu 24 Ağustos 1945 günü 6902 Sayılı Resmî Gazete’ de yayınlanarak ülkemizde yürürlüğe giren ’Birleşmiş Milletler Antlaşması’ Türkiye- Yunanistan arasındaki çözüme cevaz vermektedir. Madde 33, BM Teşkilatına uluslararası anlaşmazlıklara hakemlik ve hukuki antlaşmalar çerçevesini çizmekte, madde 13 ile de barışçıl çözümler bulma, uluslararası hukukun gelişim ve yasalaştırılmasını destekleme görevi vermektedir.   Hatta öyle ki,   süregitmesi uluslararası barış ve güvenliğin korunmasını tehlikeye düşürebilecek nitelikte bir uyuşmazlığa taraf olanlar, her şeyden önce görüşme, soruşturma, arabuluculuk, uzlaşma, hakemlik ve yargısal çözüm yolları ile, bölgesel kuruluş ya da anlaşmalara başvurarak ya da kendi seçecekleri başka yollarla buna çözüm aramak zorunda olduklarını maddeleştirmiş,  Güvenlik Konseyi, gerekli gördüğünde tarafları aralarındaki uyuşmazlığı bu gibi yollarla çözmeye çağıracağına dair amir hüküm bulunmaktadır. Ama ne gezer. Çok ilginç. Çözüme öncü olması gerekenler, Güvenlik Konseyinin beş üyesi de adeta sebeplenmek için Doğu Akdeniz’de ve Ege’de yerini almıştır. Ha bu arada şunu da unutmamak lazım, Yunanistan tarafında olduğunu açıkça deklere eden AB lideri Almanya da bu danışıklı dönüşüklü oyunda yerini aldığı görülmektedir. Almanya’nın bu konuda bulmuş olduğu gizemli sözcük ‘Schuman bildirgesi’dir. Bildirgenin esas hedefi, İkinci Dünya Savaşı sonrası bitap  düşmüş, çökmüş bir Avrupa’yı  birleştirmek ve bütünleştirmektir. Schuman Bildirgesi, 9 Mayıs 1950 tarihinde dönemin Fransa Dışişleri Bakanı Robert Schuman tarafından okunan ve Fransa ile Batı Almanya’nın kömür / çelik sanayilerini tek çatı altında birleştirmeyi öngören bir öneridir. Günümüz doğalgazı gibi, kömür de bir enerji kaynağıdır. Paylaşmak, üleşmek bağlamında bütünleştirici ve birleştirici bir unsur olarak görülmüştür. Ama esas mesele Almanya’nın Avrupalılaştırılmasıdır. Çünkü Almanya İkinci Dünya Savaşı sırasında Avrupa’yı Almanlaştırma’ya kalkışmıştır. Bu plan doğrultusunda Almanya’yı kontrol altına almak için baskı değil, Almanya’yı Avrupa’ya katmak çözüm olarak ileri sürülmüştür. Almanya bu plana diğer ülkelerle eşit bir kömür-çelik denetimine ulaşacağı ve yoğun denetimden kurtulacağı için sıcak bakmıştır. Fransa ise Almanya üzerindeki baskıların er ya da geç azalacağını ve Almanya’nın yeniden ayakları üzerinde duracağını görerek bu planı kabul etmiştir. Ancak bugünkü plan Yunanistan görüntüsü altında Almanya’nın Doğu Akdeniz’den pay alma meselesidir. Ancak ABD bu olguyu bilmekte ona göre de eylemlerini yoğunlaştırmaktadır.

Yapay bir ulus devlet olan Yunanistan kuruluşundan bu yana, Türkiye’den toprak kazanımı için önce sorun çıkarmak ve bu sorunlarını öncelikle ve ivedilikle uluslararasılaştırmak ve müttefik bularak Türkiye karşısında bir cephe oluşturmak klasik manevrasına tevessül etmeyi genel prensip olarak ilkeleştirmiştir. Bu aleni ve yaşadığımız bir gerçektir. Şimdi bir gerçeğin daha altını çizerek ifade edelim. AB(D), Türkiye’yi kendi karasularına hapsetmek ve bir başka deyişle Akdeniz’den koparmak istemektedir. Bir başka önemle belirtilmesi gereken durum ise RF’ da halen AB(D) kuşatması altında bulunması gerçeğidir. AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell, hiç de öyle diplomatik bir dile girmeksizin açıkça ifade etmektedir. ‘Bizim haritayla ilgimiz yok’ dese de Türkiye’yi batıdan ve güneyden Anadolu’ya sıkıştıran haritalar, şu an AB’nin tüm web sitelerinde ve dokümanlarında kullanılmaktadır. Efendim, bu salt bir enerji mücadelesi değil, ciddi bir jeopolitik sıkıştırmadır, Türkiye’yi Akdeniz ve Ege’den koparma mücadelesidir.”

Bu ifade gerçekten çok önemlidir. Görüldüğü gibi, soğuk savaş döneminin klasik “ikili kuşatma” (dual containment) politikası şimdilerde Türkiye Cumhuriyeti için yerini jeopolitik sıkıştırmaya bırakmıştır. Gelinen noktaya bakar mısınız?

Tarafını ve hareket tarzını açıkça ortaya koyan AB(D) tutumuna devam ettiği sürece Türkiye ve RF daha da yakınlaşacak, istenilmese de iş belki de NATO’nun çökmesine kadar gidebilecektir. NATO’ nun çökmesi Amerikalı jeopolitikçi Spykman’ın ünlü ‘Kenar Kuşak Teorisi’nin de çökmesi demektir. Kuşkusuz bu Avrasyacı görüşün iki temsilcisi RF ve ÇHC’nin işine gelse de AB(D)’nin işine gelmeyeceği kuşku götürmez bir gerçektir. Ayrıca RF’nın dış ticaretinin yüzde 65’i, bir denizci ülke olan Yunanistan ve hatta GKRY’nin  deniz ticaretinin büyük kısmı Ege ve Türk Boğazları’ndan geçmektedir.  Bu argüman henüz caydırıcı bir tedbir olarak Türkiye tarafından kullanılmamıştır.

Türk Silahlı Kuvvetlerinin Trakya’dan yapacağı bir harekata karşılık Dedeağaç ve Kavala’da Yunanistan’dan yeni üsler koparan ABD açıkça Yunanistan’dan yana tavır almıştır. Bunun bir başka getirisi ise GKRK’ne olan tavır değişikliğidir. 33 yıl önce Başkan Reagan döneminde GKRK’ne konulan ambargonun kalkması ve Trump tarafından GKRY’ye destek sözünün verilmesi günümüz ortamının getirisi olmuştur. Bütün bunlar Türkiye’ye karşı kullanılan baskı parametreleridir. Ancak Türkiye, eski Türkiye değildir. ABD Başkanı Donald Trump’un karşısında süklüm püklüm oturan, Sırbistan Devlet Başkanı Aleksandar Vucic görünümü veren bir Türkiye ise hiç değildir.  Basın toplantısından önce Vucic’in Trump’ın masasının önünde bir sandalyeye oturtulmasını hangi diplomatik nezaket kurallarıyla açıklayabilirsiniz, ki. Macron da Putin de aynı kompartımanın yolcularıdır. Televizyon ekranlarında izlediğiniz. Macron’un Lübnan Cumhurbaşkanı Micheal Aun’a, Putin’in Beşar Esad’a muamelesini hazmetmek sizce mümkün müdür?

Evet Türkiye, çok kısa zamanda üç gemiden oluşan sismik araştırma gemileri ve iki modern sondaj gemisi ile bir filo oluşturmuştur. Bu filo, mesnetsiz, dayanaksız meydan okumalara karşı koyan önemli bir güçtür. Türkiye tüm bu sözde meydan okumaları anında izale edebilmektedir. Türkiye Cumhuriyeti NATO’nun ABD’den sonra, en büyük hem de kan gören bir kara gücüne sahip olduğu gibi, Mavi Vatan’ın teminatı dünyanın sekizinci sırasındaki Türk Deniz Kuvvetleri de NATO’nun üçüncü sıradaki NATO’ya tahsisli kuvvetidir. Emekli Tümamiral Gürdeniz’in 4 Eylül 2020 tarihinde Hürriyet gazetesine verdiği demeç bunu açıkça şöyle betimlemektedir:

“Bugün Yunanistan ile bir savaş çıksa bir hafta sonra Yunanistan, Türkiye’den şu ana kadar elde ettiği her şeyi kaybeder. Güçlerimizi mukayese dahi etmem.”[1]

Gelin şimdi, Yunanistan ile zaman içinde çözümsüzlüğe doğru evrilen sorunsalları bir bir masaya yatıralım. Dışişleri kaynaklarının belirtiğine göre Ege’ye ilişkin temel sorun, bazı coğrafi formasyonların yasal statüsüne ilişkindir. Yıllardır Türkiye’nin çeşitli karşı çıkışlarına rağmen sürdürülen Yunanistan Karasularının 12 deniz miline çıkarılması tartışması TBMM de bağıtlanan biçimiyle yapıldığı takdirde savaş nedenine kadar gitmiştir. Savaş fitilinin ateşlenmesi doğrudan Yunanistan Parlamento’sunun alacağı yasadışı adaların da kıta sahanlığı var çıkış noktasından hareketle karasularının12 mil kararının alınmasıdır. Mevcut durumda birçoğuna yasadışı “de facto” durumlar ile sahip olduğu adalar nedeniyle, Yunanistan’ın karasuları Ege Denizi’nin yüzde 40’ını oluşturmaktadır. Karasularının 12 deniz miline çıkarılması durumunda bu oran yüzde 70’e kadar yükselmektedir. Bu durumda Ege Denizinin açık deniz büyüklüğü yüzde 51’den yüzde 19’a düşerken, Türkiye’nin karasuları da Ege Denizi’nin yüzde 10’undan daha az kalmaktadır. Ege’de Türkiye ve Yunanistan’a ait kıta sahanlığının sınırları henüz belirlenmemiştir. Şu anda ne Türkiye ne de Yunanistan Ege’de 6 deniz mili mesafesindeki karasularının ötesinde, sınırlandırılmış bir deniz yetki alanına sahip değildir.Ege’deki sorunlar konusunda ilerleme kaydedilmesi amacıyla o da Türkiye’nin girişimiyle 2002 yılında istikşafi görüşmeler evresine geçilmiştir. Diplomatik bir terim olarak kullanılan “istikşafi” sözcüğü, Yunanistan’la yapılan Ege Denizi’ne ilişkin müzakereler için gündeme gelmiştir. Uzlaşma konusunda şu ana kadar ne yapılmıştır? Türkiye ve Yunanistan arasındaki “istikşafi” Ege görüşmelerinde temel uzlaşma, “her konuda uzlaşmadan, hiçbir konuda uzlaşılmış sayılmayacağı” ve “görüşmeler konusunda bilgi sızdırılmayacağı” üzerinde olmuştur. 2002’den bu yana, her yıl en az iki kez, Müsteşarlar düzeyinde yapılan görüşmeler hakkında tek bir bilgi sızmamıştır. Yani buna verilecek en önemli yanıt on sekiz yıldan bu yana, hiçbir ilerleme olmadığı gerçeğidir. Sorunlar buzdolabına konulmuş, çözümsüzlüğe terk edilmiştir.

Ege sorunlarının bir başkası ise, Yunanistan’ın uluslararası hukuka aykırı olarak ulusal hava sahasının 10 deniz mili genişliğinde olduğunu iddia etmesi ve Uçuş Bilgi Bölgesi (FIR) sorumluluğunu istismar etmesidir. Ege sorunlarının diğer bir kategorisi ise Arama Kurtarma (SAR) Faaliyetleriyle ilgilidir. Türkiye Cumhuriyeti tüm sorunların bir bütün olarak ele alınması gerektiğine inanmakta ve Ege sorunlarının Uluslararası Hukuka uygun olarak ikili siyasal zeminde barışçıl yöntemlerle çözülebilmesi için çalışmaktadır. Ancak Yunanistann ile aynı masaya oturmak neredeyse imkansızdır.

Yunanistan’ın sebep olduğu kıta sahanlığı meselesiyle bütünleşen Ege sorunsalının bir diğer önemli konusu ise 1923 Lozan Barış Antlaşması, 1947 Paris Antlaşması ve konuya ilişkin diğer uluslararası belgeler çerçevesinde Doğu Ege Adaları’nın silahsızlandırılmış statüsünün Yunanistan tarafından delinmesi meselesidir. Yunanistan bu anlaşmaları hiçe sayarak işgal ettiği adaları tüm dünya kamuoyuna nazire yaparcasına silahlandırmakta ve silahlandırmaya ara vermeden devam etmektedir. Bir turist gemisiyle Meis adasına gönderilen Rum Milli Muhafız Gücünün personelinin dünya medyasına servis edilen son resimleri bu savı doğrular mahiyettedir.   

Ege’de bazı adacık ve kayalıkların aidiyeti ve bununla bağlantılı olarak Türkiye ile Yunanistan arasında geçerli bir uluslararası anlaşmayla tespit edilmiş deniz sınırlarının bulunmaması da bu sorunlar arasında yer almaktadır. Türkiye ve Yunanistan arasındaki deniz sınırının henüz bir anlaşmayla belirlenmemiş olmasına karşın Yunanistan’ın Ege Denizi’nde bulunan 18 adayı uluslararası anlaşmalara aykırı olarak işgal etmiş ve bu yerleri askeri tahkimatla berkitmiştir. Yunanistan topraklarının üçte birinin sahibi olan Yunan Kilisesi bu konuda öncü rolünü oynamaktadır.  Yunanistan’ın işgal ettiği birçoğunun ismi Türk olan 17 adanın adları aşağıdadır:

“Ardacık, Bulamaç, Eşek, Formoz, Hurşit, Keçi, Koçbaba, Koyun, Nergizcik, Sakarcılar, Kalolimnoz, Gavdos, Dhia, Dionisades, Gaidhouronisi, Koufonisi, Venedik kayalıkları”.

Ege Denizi’nde Yunanistan tarafından işgal edilen 18’inci ada, ‘Marathi Adası’,1933’te Türk Hükümetince Milletler Cemiyeti’ne başvuruda bulunularak “Türk Adası” olarak ve ismen tescil ettirilmiştir. Bu konuda tetik davranmak gerekmektedir. Neden? Nedeni açık. Yunanistan Türkiye’ye ait işgal ettiği Ege adalarındaki meşru olmayan varlığını “Olumsuz Sahiplenme” (adverse possession) kuralına dayandırmaktadır. Nedir bu kural? Yunanistan’ın Türkiye Cumhuriyeti devleti ve Türk milletine ait adaları oldu bittiyle işgal ederek bir tür “adverse possession”la “olumsuz sahiplenme” girişimi, Birleşmiş Milletler’in görev alanına girmektedir. “Olumsuz Sahiplenme”deki kural, herhangi bir mülkiyetin, 12 yıl dolduktan sonra herhangi bir şekilde karşı çıkılmadığı takdirde müracaat edilen uluslararası yargı mercilerinde sahiplenenin lehine sonuçlandığını bilinmesinden kaynaklanmaktadır.  Yunanistan bu konuda dünya kamuoyunu şaşırtıcı bir biçimde uluslararası yargıyı çözüm mercii olarak göstermektedir.

Oysa şu anda, hem Türkiye hem de Yunanistan karasularının Ege Denizi’ndeki genişliği 6 deniz milidir. Türkiye’nin ve Yunanistan’ın Ege Denizi’ndeki sahillerinin coğrafi konumu birbiri ile yan yana ve aynı zamanda karşı karşıyadır, bu da bir sınırlandırmayı gerekli kılmaktadır. Deniz alanlarının kesiştiği ya da bir noktada birleştiği yerlerdeki yakın ya da karşıt konumlar arasında bulunan deniz alanları sınırlarının anlaşmayla belirlenmesi gerekliliği uluslararası hukukun temel bir kuralıdır.

Caydırıcılığın en önemli ölçütü, elinizdeki araçların, gücün etki üretebilmesi ve sonucun alınabilmesidir. Caydırıcılıkta kuvvetin dışındaki stratejinin üç önemli unsurundan diğer ikisi ise zaman ve mekandır. Zaman ve mekân unsuru istenilen yer ve zaman ölçütünde kullanılmadığında caydırıcılığın etkisi azalmaktadır. Türkiye ve Yunanistan arasında tırmanan gerginlik bir savaşa evrilirse kazanan tarafa ancak bir Pirüs Zaferi kadar getirisi olabilir. Konvansiyonel savaşın kazanımı olan Pirus Zaferi, yıkıcı büyüklükte kayıplar pahasına kazanılan bir zaferdir. Aynı zamanda, kazanılan zaferin verilen kayıplardan sonra anlamsız hale gelmesini ifade etmektedir.

Bu durum karşısında Türk diplomasisinin askerlerin savaşta en çok uyguladıkları ve de en çok kullandıkları iç hat manevrası gibi “İç Hat diplomasisi” ni esas almasıdır. Irak Sınırından Libya’ya kadar 2.500 km bir aks üzerinde hareket eden Türk Silahlı Kuvvetlerinin başarısı ve selameti için Hibrit Savaş tekniğinin gereklerini yerine getirilmesi başarı için elzemdir. Çünkü Hibrit savaşın felsefesini oluşturan en temel yaklaşım ise öngörülebilir davranışlardan kaçınarak, her türlü saldırı çeşidini kullanmak suretiyle beklenmeyen hareketlerle avantaj sağlamaktır. Aks üzerinde bazı yerlerde iki dost olunurken, bir başka yerde karşı karşıya gelinebileceği gerçeği bu politikayı zenginleştirmektedir.

 

[1] Fulya Soybaş, “Yunanistan ile Savaş Çıkar mı?”, Hürriyet Gazetesi, s. 22

Yazar
Esat ARSLAN

Esat Arslan, İstanbul’da 15 Nisan 1947 tarihinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini İstanbul’da; yükseköğrenimini Ankara’da tamamlayan Esat Arslan, Savunma Bilimleri, Kamu Yönetimi dallarında yüksek lisans; Türkiye Cumhuriyeti Tarihi da... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen