Karabağ’da Zaferden Sonra Barışı da Kazanalım

 

Hep söyler, dururum, ağzıma pelesenk olmuştur: “Karşılaştırma yapmak sosyal bilimlerin laboratuvarıdır.” diye. Neden? Nedeni apaçık ortada. Anlamlı çıkarımlar ortaya koyamazsınız da ondan. Eğer, geçmişle yüzleşmezseniz, bir kere her şeyden önce, hatalarınızı göremezsiniz. Geçmişle karşılaştırma yapmadığınız sürece, en hafifinden önünüzü göremezsiniz ve her şeyden önemlisi de önü arkası iyi düşünülmüş, bir plan ya da geleceği kucaklayan bir yol haritasından mahrum kalırsınız.  Karşılaştırma yaparken de en önemli ayırt edici kural, benzerleri karşılaştırmak ve onları mukayese ederek çıkarımlarda bulunmaktır. Benzerler, eşitler arasında karşılaştırma yapmak, bir anlam ifade eder. Elma ile elmayı, armut ile armudu karşılaştırabilirsiniz, ama elma ile armut birbirleriyle mukayese edilmez, anlamlı çıkarımlarda bulunamazsınız. Efendim, sosyal bilimlerde ilerlemenin, düşünce dağarcığına bir tuğla koymanın ana kuralı budur. 

Anımsayacaksınız, geçen haftaki makalemizde ‘Karabağ Zaferi’ siyasî çözüme doğru evrilirken Lozan Antlaşmasıyla karşılaştırmış, bazı çıkarımlarda bulunmuştuk. Türkiye’nin geçmiş deneyimleri bağlamında, Kardeş, Can Azerbaycan Devletine öncelikle savaş tazminatı konusunda önemli hatırlatmalar yapmıştık. Bu hafta da ‘1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’yla ‘2020 Karabağ Zaferi’ni mukayese ederek önemli anımsatmalarda bulunmaya çalışacağız, sevgili okurlar. 

Ne diyordu Osmanlı’nın bir başına karar verme yetisi ile donattığı “Autocefalos” unvanlı Cumhurbaşkanı Başpiskopos Makarios 1964’lerde: 

“Türkiye bizi Kıbrıs’ta Türkleri kurtarmak için, Kıbrıs’a çıkarmakla tehdit ediyor. Türk Ordusu Kıbrıs’a belki geldiğinde kurtaracak tek bir Türk bulamayacaktır. Türklerin Akdeniz sıcağında erimelerini bekliyorum.”(1)

Düşünebiliyor musunuz, hem de Cumhurbaşkanlığı makamını işgal eden bir din adamının “Türk Etnik Temizlemesi” (Ethnic Cleansing) ‘ni dünyaya kendi ağzından anlatacak, bu kadar suçunu itiraf eden bir açıklama görebilir misiniz? Bence bulamazsınız. Makarios, neden bunları söyleyebiliyordu? Çünkü bu açıklamayla Türk olanak ve yeteneklerini iyi bir şekilde etüt etmiş ve neler yapılabileceğini de etraflıca düşünmüş olduğu anlaşılıyordu. O, Lefkoşe dışına çıkamayan ağır silah ve tank ve zırhlı araçları olmayan 650 kişilik Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alayı ile ada sathına yayılmış, dağınık, Rumlar içine sıkışmış sayıları 130’u bulan Türk yerleşim bölgelerini korumanın neredeyse olanaksız olduğunu bilmiyor muydu? Hiç bilmez olur mu? Her bir şeyin farkındaydı ve de her şeyin hesabını yapmıştı. Makarios, yukarıdaki açıklamasıyla ünlü Akritas Planı’yla ilişki kurmuş ve bir ruhban olarak Türk Etnik Temizliğine onay verdiğini açıklıyordu. Aslında Kıbrıslı Rumların yaptıklarına bir bütünlük içinde bakıldığında ‘1951 BM Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ne göre bir soykırımın üç koşulu olan önceden planlama, örgütlenme ve kasıt unsurubütünüyle içeriyordu.  Birincisi Akritas Planı, ikincisi EOKA ve EOKA-B örgütleri ve adada Kıbrıs Rumlarının etnik temizlemeye kadar götürecek Türk Nefreti. Kıbrıs Barış Harekâtı sonuna kadar savunmadan yoksun Muraağa-Sandallarda gerçekleştirilen toplu kırımlar, tıpkı Ermenilerin Azerbaycan Hocalı’da yaptıkları gibi başkaca söze gerek kalmayacak bir biçimde tam bir soykırımdır. Efendim, söyleyelim, bir soykırım eyleminde ölü sayısı önemli değildir, bir kırım eyleminde önceden planlama, örgüt ve niyet varsa ve de bu durum maddî delillerle ispatlanıyorsa yapılanlar soykırımdır. 

Kıbrıslı Rumlar, önce Londra/Zürih antlaşmalarını bazı politik zorlamalarla değiştirmeyi denemişler, daha sonra da o meşhur ‘Akritas Planı’yla yok etmeyi hedef alan harekata başlamışlardır. Düşünebiliyor musunuz? Üç yıl gibi kısa bir süre sonra, imzaladıkları antlaşmaları tanımadıklarını beyan ederek, ortak cumhuriyeti tek taraflı Rum yönetimine çevirmişlerdir. 15 Temmuz 1974 tarihinde Kıbrıs’ta darbeyi yöneten EOKA-B lideri Nikos Sampson mahkemede verdiği ifadede: 

“Eğer Türkiye müdahale etmeseydi, adada Türkleri temizleyecek ve Enosis’i ilan edecektik.”

Yani ‘Enosis’in ilanıyla Yunanistan’la birleşecektik’, demiştir. Ama her şeyden önemlisi çıkarıldığı mahkemede ‘adada yaşayan Kıbrıslı Türkleri etnik temizlemeye tabi tutacaktık’, itirafını yapmış olmasıdır. Her iki lider de tıpkı Lahey Adalet Divanında yargılanan Sırp Lider Slobadan Miloşeviç, III. Milenyumun ilk soykırım suçlusu Ermeni lider Paşinyan gibi soykırım suçunu bütün ögeleriyle itiraf etmişlerdir. Kıbrıs’ta Türk Ordusunun yapmış olduğu harekât sayesinde terörden sadece Kıbrıs Türkü kurtarılmamış, Makarios’u destekleyen ve darbeye karşı olanlar da EOKA-B’nin kıyımından kurtarılmıştır. Kıbrıs Barış Harekâtından bir gün önce 19 Temmuz 1974 tarihinde BM Güvenlik Konseyinde konuşan Makarios bile kendi geleceğini bu harekata bağlamış ve Birleşmiş Milletler (BM)’de Türk Ordusundan medet umar biçimde konuşmuştur:

“Yunan Askeri rejiminin önayak olduğu Kıbrıs krizinin detaylarını henüz bilmiyorum. Korkarım ki kayıpların sayısı çok büyüktür…Türkiye’den gelecek tehlikenin Yunan Ordusu subaylarından gelecek tehlikeden daha az olacağı kanaatindeyim.” (2)

19 Temmuz 1974 tarihinde BM’de yaptığı konuşma Türkiye’den medet umar hale gelmesi bir çeşit günah çıkarmaktan başka bir şey değildir. 

Bizzat Başpiskopos Makarios’un neden olduğu kıyım ve kırımlar sonucu Kıbrıs Türk toplumu 1963’den 1974’e kadar on iki sene göçebe halinde, Rumların kurduğu çemberler içinde, yokluklarla ve tehlikelerle boğuşarak yaşamıştır. Yeri gelmişken söyleyelim. 1963’ten 1974 Kıbrıs Barış Harekâtının ifasına ve sonrasında kadar geçen süre içerisinde olan bitenler ve yaşananlar için Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum kesiminden bir savaş tazminatının istenmesi ve bu konunun uluslararası zeminde dillendirilmesini gerekli olduğu halde maalesef bu durum bir devlet stratejisi haline getirilmemiştir. Şimdilerde öyle bir zaman dilimine gelinmiştir ki, bırakın harp tazminatı konusunu, Makarios’la yapılan göç anlaşmasıyla güneye gidenler, yani bu anlaşmaya razı olanlar, KKTC’den mal, mülk dolayısıyla Türkiye’den de kira parası istemeye kadar götürmüşlerdir. Oysa ortada bir anlaşma olduğuna göre, bu kişiler mal mülklerinin ederini ya da kirasını göç anlaşmasını imzalayan GKRK’den istemesi gerekmez mi? Bu konudaki genel kural, nedenlerin meydana getirdiği sonuçtur, sonuçlar sebeplerden başlayarak değerlendirilir. 

Efendim, hiç meraklar buyurmayınız, Erivan’ı kendisine mekân eyleyen Eçmiyazin Ermeni Katagikosluğu’nun, hem de kendilerine Apostolik Kilise unvanını veren bu kilisenin Kıbrıs Başpiskoposluğundan aşağı kalır bir tarafı yoktur. Malum, bilindiği gibi, Apostolik Kilise 12 havariden biri tarafından kurulmuş olan kiliselere verilen bir sıfattır. Oysa Hıristiyan aleminde üç kilisenin Roma, İskenderiye, Antakya kiliseleri dışında bu sıfat ve yetki hiçbir kiliseye verilmemiştir. Bu kilisenin Türk düşmanlığı ve kumpasları daha çok eskilere dayanır. Ama unutmamak gerekir ki, 1915 yılı Eçmiyazin Kilisesi açısından Rus-Ermeni çeteleri cinayet ortaklığının ve iş birliğinin zirveye çıktığı yıl olmuştur. Ermenilerin en önemli ruhanî merkezi Eçmiyazin Katogigosluğu bir “Türk İntikam Merkezi” olarak faaliyet göstermiştir. Burası ve yurt dışındaki tüm Ermeni Kiliseleri Türk düşmanlığı konusunda genç beyinlerin yıkanmasında öncü roller oynamış, yaşına cinsiyetine bakılmaksızın yerküremizde Türk olmaktan başka hiçbir suçu olmayan Kıbrıslı Türkleri adadan kaçırtmak ve yok etmek için silah, araç ve gereçler için paralar toplanmış, çeteler, silahlı gruplar teşkil edilmiş ve cinayet şebekelerine soyunanlar için her türlü yardımlar yapılmıştır. Bu durum günümüzde de elan devam etmektedir. Özetle söylemek gerekirse, başta Eçmiyazin Kilisesi olmak üzere ona bağlı kiliseler yurt dışındaki Ermenilerin çabaları ile yayılmacı devletlerin de desteğini alarak kanla beslenmeyi kendilerine adet edinmiştir. Diğer bir deyişle, Eçmiyazin liderliğindeki kendilerine bağlı Ermeni Kiliseleri, ruhaniyetlikten çıkarak 1915’den günümüze gittikçe yoğunluğu artan bir ivme ile Türk’ü hedefleyen pek çok Türk katliamlarının da itici gücünü oluşturmuşlardır.  

Uzun lafın kısası bu tehdidi gözden geçirdikten sonra “Karabağ’da zaferden sonra gelin barışı da kazanalım.”derken şunu söylemeye çalışıyorum. ‘Karabağ Zaferi’ bir askerî zaferdir, bu zafer siyasî çözümle, bütünleştirilmelidir, pekiştirilmelidir, sağlamlaştırılmalıdır, taçlandırılmalıdır, zafer sarhoşluğu, rehaveti üzerimize sinmeden. Konu asla ve kat’a soğumaya ve zamana yayılmaya bırakılmamalıdır. Paşinyan’ın ya da ondan sonra kim gelirse gelsin Ermenistan’ı yönetenlerin yapmaya çalışacağı siyaset, ‘uzun vadeli mücadele politikası’dır.  Ermeni-stan (Ermeniler ve Ermenistan)’ın tek bir amacı vardır, o da iki ülke arasında çözülmesi gereken bu sorunu müzminleştirip önce sorunsala; daha sonra da uluslararasılaştırılmaya çalışmaktır. İki yapay ulus-devlet olan Yunanistan ve Ermenistan’ın gayeleri, maksatları budur. Buna karşı Azerbaycan’ın Karabağ politikası da kesin olarak sıcağı sıcağına kısa vadede siyasî çözüm olmalıdır. 

Bilindiği gibi, Kıbrıs Barış Harekâtı sırasında dönemin ABD Dışişleri Bakanı Yahudi kökenli Henry Kissinger’dır. Henry Kissinger aynı zamanda bir diplomasi filozofudur. Kissinger’ın Kıbrıs Barış Harekâtından kısa bir süre önce yazmış olduğu son derece anlamlı ‘Yenileme Yılları ve Anıların Son Hali’ adında kitabında bugün de uluslararası ilişkilerde geçerli olan birçok kuram ortaya koymuştur. Kissinger kitabında müzminleşmiş sorunlar için ortaya atmış olduğu “Önce yerinde ısıtma, sonra çözüm kuramı” ‘Kıbrıs’ gibi ‘Karabağ Sorunu’nun çözümünde uygulanması elzem olan bir teoridir. Karabağ’da zafer kazanılmıştır. Köprünün altından sular geçmeden, derhal siyasî çözüm sürecine girilmelidir. Ancak üzülerek ifade etmek gerekir ki, örneğin Kıbrıs’ta durum üstünlüğünün Türkiye ve Kıbrıs Türk toplumuna geçmiş olmasına karşın bir türlü uygulanamayan bu strateji ayniyle vaki olduğu halde bugünkü çözümsüzlük süreciyle karşımızda durmaktadır.  Bunun nedeni de basittir, politikacıların geleceği kapsamayan, kolaycı, günü kurtaran sonuçları hedeflemiş olmalarıdır. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtından sonra Türkiye’de iktidar cenahına bakıldığında ise durum da bundan farklı değildir. Maalesef koalisyon tarafları, devletin geleceği karşılayan büyük çıkarları yerine kazanılmış zaferi kısa vadeli kazanıma çevirmeğe, sıcağı sıcağına oya çevirme düşüncesine yönelmişlerdir. Yani ‘Kıbrıs Zaferi’ siyasete alet edilmiş, bir anlamıyla da çözümsüzlüğün kapısı da bu şekilde aralanmış, zafer, çarçur edilerek heder edilmiş ta bugünlere kadar gelinmiştir. 1974 müdahalesinden sonra gerek Başbakan Bülent Ecevit gerek Başbakan Yardımcısı Necmettin Erbakan Kıbrıs Zaferini oya tahvil etmeye kalkışmasalardı, bunun yerine sıcağı sıcağına inisiyatifi ele alabilselerdi, o günün koşulları altında belki ayrı bir devletin tanınması bile mümkün olabilirdi. Çünkü o günkü koşullarda Yunanistan’da cuntanın, bir diktatörlüğün varlığı, Türkiye’ye ve Kıbrıs Türk toplumuna büyük bir avantaj sağlayabilirdi. Bir başka deyişle Türkiye Cumhuriyeti Kıbrıs’ta askeri bir avantaj sağlarken, Türk-Yunan siyasî denklemi kuruluşundan bu yana olduğu gibi Yunanistan lehine gelişmiştir. Yunanistan AB’nin yolunu, bu mağduriyet taşlarıyla döşemiştir. 12 Eylül 1980 Darbesiyle Yunanistan’ın NATO’ya dönüşüne evet diyen darbeden sonra kurulan hükümet, üç buçuk ay sonra 1981 Ocak ayının birinde Yunanistan’ı neredeyse kendi eliyle AB üyesi olmasına vesile olmuştur. Yunanistan, malum askeri cuntayı destekledikleri, ama daha çok da 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’nda ABD ve NATO’nun tavrına tepki için NATO’dan ayrılmıştır. Türk Dışişleri Bakanlığı da Yunanistan’ın NATO’ya tekrar dönüşünü Türkiye’nin AB’ye girişiyle özdeşleştirmiş, yeni bir politika oluşturmuştur. Bu politika doğru mudur? diye bana soracak olursanız, evet efendim oluşturulan bu politika yerindedir ve doğrudur. 

12 Eylül 1980 Darbesinden sonra bir ay içinde Ankara’ya dört kez gelen NATO Başkomutanı General Bernard Rogers’in 17 Ekim 1980 tarihinde Ankara’da Evren’le görüşmesi, ardından NATO yetkililerinin 20 Ekim’de Brüksel’de NATO Savunma Konseyi’ni toplayarak Yunanistan’ın askeri kanadına dönüşünü onaylamaları, hızla gelişen sürecin öteki halkalarını oluşturmuştur. Yani hem ‘Büyük Fırsat’ fena halde kaçırılmış, hem de durum üstünlüğü Yunanistan’a kaptırılmıştır. Efendim, fırsat kaçtı mı da kaçar, bir daha o günkü unsur ve koşulları bir araya getirmek neredeyse imkânsız hale gelir. Ama şimdi yeri gelmişken Türk kamuoyunda yanlış bilinen bir konuyu da açıklayalım. Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönüşü, Orgeneral Evren’in kişisel kararı ile ya da Orgeneral Rogers’in asker sözüne inanmasının sonucu olmamış, bu süreç, başbakan yardımcısı Turgut Özal’ın da üst düzeyde sorumluluk aldığı bir hükümet politikası şeklinde gerçekleşmiştir. (3) Unutmayalım, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Atina ziyareti sırasında bahsettiği pek fazla dillendirilmese de bugün de sahiplendiği ortada yazılı bir doküman olan bir ‘Rogers Planı’ vardır. Askerler ortada bir belge olmadan sözle yetinmezler, en azından mutlaka bir tutanak yapma alışkanlıkları vardır ve de yapmışlardır. Ancak ortada Rogers Planını tanımayan bir Yunanistan şımarıklığı bulunmaktadır. AB’ye girişle birlikte 1981 başında iktidara gelen Papandreu hükümeti bu anlaşmayı tanımadığını açıklamış, kendi ulusal çıkarlarına göre bir düzenlemeye gitmiş, ama nedense bu durumun üzerine pek gidilmemiştir. İlk defa Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Atina gezisiyle bu plana tekrardan sahip çıkılmıştır. Rogers Planı’nın sivil-asker iş birliği çerçevesinde bir hükümet politikası olarak yürütülmüş olduğunu bir kenara not edelim. Nedense Orgeneral Evren bu konuda çok eleştirilmiş ve günah keçisi haline getirilmiştir. Yanlıştır. Oysa olayın içerisinde Özal’dan başka dışişleri bakanlığının ağır topları Dışişleri Bakanı İlter Türkmen, Washington Büyükelçisi Şükrü Elekdağ ile ABD tarafında ise ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Nimetz ve Brzezinsky’nin yanı sıra Ulusal Güvenlik Konseyi üyesi Ankara’da CIA’nın uzun yıllar istasyon şefliğini yapmış olan ünlü Paul Henze de bulunmaktadır. Kapalı kapılar arkasındaki yapılan görüşmeleri bu zat-ı muhteremler yönetmiştir. Hemen her konuda konuşanlar bu konudaki sessizliklerini korumaktadırlar. 

Evet bütün bunları neden ayrıntılı bir biçimde anlatıyorum, sevgili okurlar. Temelleri 1991 yılında atılan AB-Azerbaycan ilişkilerinden dolayı. 1999 yılından bu yana yürürlükte bulunan AB-Azerbaycan Ortaklık ve İşbirliği Anlaşması nedeniyle. Demek istiyorum ki, Karabağ Zaferinin haklı kazanımlarını, getirilerini AB-Azerbaycan ilişkilerinde bir ödün olarak kullanmayalım diye. Unutmayalım ne Türkiye ne de Azerbaycan için AB’ye giriş, bir yaşam şartı değildir. Hayatın gayesi değildir. Sadece bir tercihtir. Dünya da sadece AB’den ibaret değildir. AB’ye girişe evet, ödün vererek ve her ne pahasına olursa olsun girişe hayır. Bilmem anlatabiliyor muyum? Bir de her şeyden önemlisi elma ile armudu birbirleriyle karşılaştırmayalım. Askerlerin savaşta kullandığı genel bir prensip vardır, o da tanka karşı tank, topa karşı top ve füzeye karşı füze ilkesidir. AB-Azerbaycan ilişkileri başka bir şey, Karabağ meselesi bir başka şeydir. Karıştırmayalım. 

Yunanistan’ın AB’ye bir oldu-bitti ile katılması üzerinden 40 yıl, Kıbrıs Barış Harekâtı üzerinden ise 46 yıl, neredeyse yarım asır geçmiştir, o günkü koşullar geçmişte kalmıştır. Şimdi ara ki bulasın. Çünkü o günün koşullarıyla oluşan konjonktür sabit değildir ve de zamanla değişir, değişmiştir de. Dünyada değişmeyen tek şey değişimin kendisidir, değişenler ise zaman ve mekân unsurlularıdır. Stratejinin ana unsurları olan zaman ve mekân değişirse, stratejinin üçüncü unsuru olan kuvvet de değişeceği kuşkusuzdur. İşte bu nedenle sahada kanla elde edilen kazanımların da o derecede kaybedilme riski bulunmaktadır. Aslı Fransızca olan rastlaşma, denk gelme, fırsat, mevcut durum anlamlarına gelen “Konjonktür” sözcüğü bu bakımdan önemlidir. Yaşanılan olay, olgu ya da bir süreci çevreleyen unsur ve koşulların tümünü ifade eder. Taraflar arasındaki ilişkilerin somut durumunu görebilmek için günümüzde sıkça kullanılan anlık olarak büyük resme bakmakla neredeyse eşdeğerdir. Uzun lafın kısası, zamanın değişimiyle koşullar, olgulara ve kuralların değişimi yadsınamaz bir gerçektir. 

Kıbrıs’ta bize çok faydası olan Kissinger’in ‘önce yerinde ısıtma, sonra sıcağı sıcağına tanzim tezi’ tüm müzminleşmiş sorunlar gibi ‘Karabağ Sorunu’ içinde biçilmiş kaftandır. Zafer soğumadan ve 44 günlük harekatın üzerinden fazla zaman geçmeden çözüm stratejisine geçilmelidir. Unutmayalım, Kıbrıs Barış Harekâtı üzerinden henüz bir yıl bile geçmemişken, o günlerde yapılan nüfus mübadelesi ve bölge ayrımı anlaşması buna verilecek örneklerden sadece biridir. Üç dört sene sonraya kalsa yapılabilir miydi? Yapılamayacağını kesin bir dille ifade etmek zorundayım. Hep birlikte izledik, ateşkes anlaşmasının imzalanmasının üzerinden üç hafta sonra, anlaşmanın daha mürekkebi bile kurumadan özerk yapıda bir Azerbaycan toprağı olan “Dağlık Karabağ” bölgesini Minsk grubunun üç ülkesinden biri olan Fransa Meclisi tarafından tanınması gerçekten manidardır. Fransa Senatosunun 10 gün önce onayladığı tanıma kararının ardından Ulusal Meclisin de Karabağ’ın bağımsızlığının tanınmasını içeren tavsiye niteliğindeki kararı onaylaması bir akıl tutulmasının da tezahürüdür. Fransa Dışişleri Bakanı Jean Yves Le Drian’ın da altını çizerek vurguladığı gibi Ermenistan’ın bile devlet olarak tanımadığı ‘Dağlık Karabağ’ın bağımsızlığını tanımak, Minsk Grubu’nun Eş Başkanlığından vazgeçmek anlamını da taşımaktadır. Beklemek demek bu konudaki durum üstünlüğünü giderek yitirmek demektir. Fransa Meclisinin ‘Dağlık Karabağ’ı bağımsız bir devlet olarak tanınması konusunda bir tavsiye kararı alması 7 rayondan oluşan ‘Karabağ bölgesi’nde de krizi tırmandıracak bir karar olarak bir milat oluşturmuştur. Karabağ konusunda oluşan ortam kaybolmadan, rehavete kapılmadan, Kissinger’in ‘sıcağı sıcağına tanzim kuramı’ ve devreye giriş tarzı da dikkate alınarak ‘Dağlık Karabağ’ da dahil bütünüyle ‘Karabağ’ konusu nihai çözüme kavuşturulmalıdır. Bu konuda Azerbaycan Cumhuriyeti bütün ağırlığıyla ve süratle çözüm arayan, devamlı barıştan yana olan ve bundan ödün vermeyen ve bunları zorlayan taraf olmalıdır. Konu asla ve kat’a soğumaya ve zamana yayılmaya bırakılmamalıdır. 

Eğer konu zamana yayılmaya bırakılırsa, KKTC ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Kıbrıs meselesinde başına gelen, Karabağ’da da Azerbaycan Cumhuriyetinin başına geleceğinden kuşku duyulmamalıdır.  O kadar ki, Kıbrıs Barış harekatının ikinci kısmı başlamadan Cenevre’de yapılan II. Cenevre Konferansının sonuna doğru, aslında Rumların sözcüsü gibi davranan İngiliz Dışişleri Bakanı Callaghan’ın ‘Bugün Kıbrıs sizin esiriniz, gelecekte siz Kıbrıs’ın esiri olacaksınız, her uluslararası ilişkide önünüze konacaktır’ sözü ile Makarios’un ‘uzun vadeli mücadele’ politikası birleştirilince gerçekten de onlarca yıl geçmesine karşın Kıbrıs Sorunu çözümsüzlükle özdeşleşmiştir. Bu durum 46 yıllık büyük bir deneyimdir. Azerbaycan Cumhuriyeti hiçbir şekilde bu olumsuzluk girdabına düşmemeli, Karabağ konusu her uluslararası ilişkide önlerine sürülecek bir sorun ya da bir sebep olma tehlikesinden kaçınmalıdır. Yoksa onlar da şimdilerde Kıbrıs’ın tutsağı durumuna doğru evrilen KKTC ve Türkiye Cumhuriyeti gibi, Karabağ’ın tutsağı durumuna düşme tehdidi ile karşı karşıya kalabilirler, benden söylemesi.  

Dipnotlar

(1) Kemal Yamak, Gölgede Kalan İzler ve Gölgeleşen Bizler, Doğan Kitap, 3. B, İstanbul, Ocak 2006, ss. 383-384

(2) “I do not yet know the details of Cyprus crisis caused by the Greek military regime. I am afraid that the number of losses is great(…)I consider the danger from Turkey lesser than the danger from Greek army officers.”

(3) Cüneyt Akalın, “Yunanistan NATO’ya dönüşünü Evren’e mi borçlu?” https://aydinlik.com.tr/yunanistan-nato-ya-donusunu-evren-e-mi-borclu-218146#1/Erişim Tarihi 20 Ekim 2020/

Yazar
Esat ARSLAN

Esat Arslan, İstanbul’da 15 Nisan 1947 tarihinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini İstanbul’da; yükseköğrenimini Ankara’da tamamlayan Esat Arslan, Savunma Bilimleri, Kamu Yönetimi dallarında yüksek lisans; Türkiye Cumhuriyeti Tarihi da... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen