4 Haziran 2023

“Nakş-ı Kadem-i Şerîf” sözü, her ne kadar sözlükte “mübârek ayağın resmi” şeklinde karşılık bulsa da, bu isim tamlamasının pek husûsî bir mânâsı vardır ve Hazret-i Muhammed’in ayak izi için kullanılmaktadır. İslâm Âlemi ve elbette Müslümanlar için, Hazret-i Muhammed her bakımdan mübârek bir mevkide yer almıştır. Bu yüzden, ondan geride kalan her iz ve nişân mukaddes bilinmiş ve hem gönül müzesine, hem de mümkün olduğu kadar fizikî mekânlardaki müze mahâllerine konarak muhâfaza edilmiştir. Hazret-i Nebî-yi Muhterem’in şahsî eşyâları ile bedeninden iz taşıyan bâzı malzeme ve işâretler, “Mukaddes Emânetler / Emânât-ı Mukaddese” başlığı altında, Topkapı Sarayı Müzesi’ndeki Hırka-i Saâdet Dâiresi’nde muhâfaza edilmektedir. 

Bu dâirenin kurucusu Yavuz Sultan Selîm Hân’dır. Bereketli Mısır Sefer-i Hümâyûnu’ndan dönüşünde, daha kendisi Mısır’da iken İskenderiye Limanı’na yanaşan Donanma-yı Hümâyûn gemilerine yüklenen ve İstanbul’a gönderilen bu Mukaddes Emânetler’i, Topkapı Sarayı’nda geniş ve ferâh bir dâireye koyduran Cihângîr-i Yektâ Sultan Selîm Hân, kırkıncısı bizzat kendisi olmak üzere, otuz dokuz hâfıza, orada Kur’ân-ı Kerîm okutmaya başlamış ve bu âdet, hiç ara verilmeksizin, bugüne kadar sürdürülmüştür. Siz bu satırları okurken, orada hâlâ Kur’ân okunuyor. Büyük şâir Yahyâ Kemâl, Mondros Mütârekesi’nin bir kara bulut gibi memleketin ve İstanbul’un üstüne çöktüğü o meş’ûm yıllarda, Hırka-i Saâdet Dâiresi’ni ziyâret eder ve kulağına gelen Kur’ân seslerinin verdiği gönül keşfi ile, yedi düvelin el ele verip de bizi bir türlü İstanbul’dan çıkaramayışlarını, duyduğu bu Kur’ân sadâsına bağlar.

Hırka-i Saâdet Dâiresi’ndeki, Nakş-ı Kadem-i Şerîflerin sayısı altıdır ve bunlar, orada müze idrâki ile câmekânlı vitrinlerde teşhîr edilmektedir. Lâkin, bunların dışında başka Nakş-ı Kadem-i Şerîfler de vardır. Zamân zamân, Osmanlı Türk Cihân Devleti’nin Tahtı’nda oturan hükümdârlar, bu ayak izlerinin peşine düşmüşler ve onları da İstanbul’a getirtmek için, bir müsâbaka hâlet-i rûhîyesi içinde gayret göstermişlerdir. 

Bahsi geçen pâdişâhlardan biri de Sultan Birinci Abdülhamîd Hân’dır. Ecdâd-ı kirâmından Sultan Birinci Ahmed Hân, vaktiyle Hazret-i Muhammed’in ayak izi şeklinde bir sorguç yaptırmış ve merâsimlerle alaylarda, sarığına bu sorgucu takmıştı. O, Resûl-i Ekrem’in ayak izini başında taşımak gibi bir mazhariyeti, bütün Cihân’a îlân ediyordu. Bunun şuûrunda olan Birinci Abdülhamîd Hân, Şâm yakınlarındaki Kadem köyünde bulunan bir Nakş-ı Kadem-i Şerîf’i İstanbul’a getirtmekle, Hazret-i Peygamber muhabbetini bilen, bilmeyen herkese göstermiş idi. Kadem köyünün adı, orada muhâfaza edilen Nakş-ı Kadem-i Şerîf’den geliyordu. Bu mukaddes emânetin başında bekleyenler, Şeyh Seyyid Muhammed Ziyâd’a bağlı mürîdler idi. Bu hürmetli nöbet, asırlardan beri gönül bağı ile sürdürülen bir vazîfe hâline gelmişti. O zamân diliminde Şâm, bir Türk şehri idi ve İstanbul’dan tâyin edilen bir vâli mârifetiyle idâre ediliyordu.

Sultan Birinci Abdülhamîd Hân, Şeyh Seyyid Muhammed Ziyâd’a bir fermân gönderdi ve Kadem köyündeki Nakş-ı Kadem-i Şerîf’i İstanbul’a göndermesini istedi. Şeyh Seyyid Muhammed Ziyâd, bu Pâdişâh buyruğunu ikiletmedi ve Şâm yakınlarındaki Kadem köyünden yola çıkarak, o Nakş-ı Kadem-i Şerîf’i başının üstünde taşıyıp İstanbul’a getirdi, Sultan Abdülhamîd Hân-ı Evvel’in Huzûr-ı Hümâyûn’una çıkardı. 

Muhammed Ziyâd’ın bu hoş hâlinden pek hoşnûd olan Pâdişâh, Sadr-ı âzam Halil Hamîd Paşa’ya, Şeyh için İstanbul’da bir tekke yaptırmasını buyurdu. Paşa, Samatya’da “Kadem-i Şerîf Tekkesi” adı verilen bir tekke inşâ ettirdi ve Şeyh Seyyid Muhammed Ziyâd’ı da oraya koydu. Böylece, onun büyük hizmeti karşılıksız kalmadı. Üstelik, terk edip geldiği Kadem köyünün hâtırâsını yaşatmak maksadıyla, İstanbul’da bir Kadem-i Şerîf tekkesi açılmıştı.

Bahsine çalıştığımız bu Nakş-ı Kadem-i Şerîf, o sırada Sultan Birinci Abdülhamîd Hân’ın, kendi adına yaptırdığı türbenin içine yerleştirildi. Sirkeci’deki o türbeye, önce Nakş-ı Kadem-i Şerîf girdi, vefâtından sonra da Sultan Birinci Abdülhamîd Hân. Yolu Sirkeci’ye düşenler, o türbede, Kadem köyünden getirilen Nakş-ı Kadem-i Şerîf ile Sultan Birinci Abdülhamîd Hân’ı, yan yana görebilirler. Sultan Dördüncü Mustafa Hân da, aynı mekânın sâkinlerinden.. 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yazar Hakkında:

Turgut GÜLER

Turgut GÜLER

1951 yılında Afyonkarahisâr’ın Sultandağı ilçe­sine bağlı Dort (bugünkü Doğancık) köyünde doğdu. Âilesi, 1959 Ocağında Aydın’ın Horsunlu kasabasına yerleşti. İlkokulu orada, Ortaokulu Kuyucak’da okudu. İki hafta kadar Nazilli Li­sesi’ne devâm ettikten sonra, Nazilli Öğretmen Okulu’na girdi. Bu okulun ikinci sınıfını bitirdiği 1968 yılında, İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu Hazırlık Lisesi’ne kaydoldu. 1969-1973 yılları arasında, Yüksek Öğretmen Okulu hesâbına, İstanbul Üniversite­si Edebiyât Fakültesi Târîh Bölümü’nde tahsîl gördü.

İstanbul Çapa’daki Yüksek Öğretmen Okulu’nun Kompozis­yon ve Diksiyon Hocası olan Ahmet Kabaklı’nın başkanlığında kurulan Türkiye Edebiyât Cemiyeti’nde, bilâhare bu cemiyetin yayınladığı Türk Edebiyâtı Dergisi’nde vazîfe aldı. Bir tarafdan üniversite tahsîline devâm etti, bir yandan da bahsi geçen der­ginin “mutfak” tâbir edilen hazırlık işlerinde çalıştı. Metin Nuri Samancı’dan sonra da ikinci yazı işleri müdürü oldu (Mart 1973, 15. Sayı). Bu dergide yazı ve şiirleri yayımlandı.

1973 Haziranında üniversiteyi bitirdiğinde, Malatya Mustafa Kemâl Kız Öğretmen Lisesi târîh öğretmenliğine tâyin edildi. Ah­met Kabaklı’nın arzûsu ile bu görevine başlamadı ve İstanbul’da kaldı, Türk Edebiyâtı Dergisi’ndeki mesâîyi sürdürdü. 1975 yı­lında hem Edebiyât Cemiyeti (Bakanlar Kurulu karârıyla Türkiye kelimesi kaldırılmıştı), hem de Türk Edebiyâtı Dergisi, maddî sı­kıntılar yaşadı, dergi yayınına ara verdi. Bunun üzeri­ne, resmî vazîfe isteği ile Millî Eğitim Bakanlığı’na mürâcaat etti.

Van Alparslan Öğretmen Lisesi’nde başlayan târîh öğretmen­liği, Mardin, Kütahya ve Aydın’ın muhtelif okullarında devâm etti. 1984 yılında açılan Aydın Anadolu Lisesi’nin müdürlüğüne getirildi. 1992’de, okulun yeni binâsıyla berâber adı da değişti ve Adnan Menderes Anadolu Lisesi oldu. Bu vazîfede iken, 1999 Ağustosunda emekliye ayrıldı. 2000-2012 yılları arasında, İstan­bul’da, Altan Deliorman’a âit Bayrak Basım-Yayım-Tanıtım’da, yazı ve yayın çalışmalarına katıldı. Yine Altan Deliorman’ın çıkardığı Orkun Dergisi’nde, kendi adı ve müsteâr isimlerle (Yahyâ Bâlî, Husrev Budin, Ertuğrul Söğütlü) yazılar yazdı. İki kızı var.

Yayımlanmış Eserleri: Orhun’dan Tuna’ya Uluğ Türkler, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2014; Takı Taluy Takı Müren (Daha Deniz Daha Irmak), Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 2014; Cihângîr Tûğlar-Selîmnâme, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2014; Ejderlerin Beklediği Hazîne, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2015, Şehsüvâr-ı Cihângîr-Fâtihnâme, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2015.

 

Yazarın diğer makalelerinden: