Kuraklık: Bunlar İyi Günlerimiz

 

Bilgisayarın başına oturmayalı yaklaşık 3 ay olmuş. 

Hani insanın ne yapacağını, ne diyeceğini bilemediği zamanlar olur ya, tam o hâldeyim… Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil…  

Ekonomik kriz ve yönetenlerimizin ne olduğunu bir türlü anlayamadığım ekonomi uygulamaları,  Covid 19 ile ilgili aymazlıklar, milletimizin ve ülkemizin geleceği için çok büyük bir tehdit oluşturan göçmen sorunu derken art arda gelen doğal ama aslında insan etkisi sebebiyle doğal olmayan afet haber ve görüntüleri…

İtiraf etmeliyim ki hem çok üzgün hem de çok kızgınım ama yine de…

Orman yangınlarından hareketle “Niçin başlamasına da yanmasına da engel olamadık? Niçin bu kadar aciz kaldık?” sorularını tartışmaya açmayacağım. 

Sel felaketleri sonrasında “Kökleriyle tepeleri tutan ağaçları kesip çay fidanı diktiniz.”, “Evlerinizi dere yataklarına ve heyelan bölgelerine yapmayın.” diyen yöneticilerimizle “Niye kestirdiniz, niye diktirdiniz; niye dere ve heyelan bölgelerine ev, iş yeri yaptırdınız; kamu binaları ve Orman’ın ağaç deposu niye dere yatağında?” tartışmasına da girmeyeceğim. 

“HES, taş ocağı…” derken tahrip edilen dere yataklarının, “Maden var.” diyerek kesilen sayısız ağaç ve delik deşik edilen ormanlarımızın durumunu bile sorgulamayacağım.

“Devlet olarak ne gerekiyorsa yapılacağını, bütün mağduriyetlerin giderileceğini” açıklayanlara, “Ya kaybedilen canlar?” diye de sormayacağım çünkü “Onlar için artık yapacak bir şey yok(muş) ama diğer bütün mağduriyetler giderilecek(miş).” (Bu cümle beni çok üzdü ve hayal kırıklığına uğrattı.)

Hele sanki felaketler gelmeden çok önce defalarca uyarmamışız gibi “Felaketler üzerinden siyaset yapmayın. Zaman, siyaset yapma zamanı değildir.” diyenlere “Siyaset, bu noktada konuşmamaksa ne işe yarar? Açıp bakın siyasetin tanımına!” da demeyeceğim. 

“Afetler Allah’tan geldi.” deyip “Allah’a iftira atanları” ise Allah’a havale ediyorum.

Niye bu işe burnumu sokmamayı tercih ediyorum?

Maazallah! “Halkı korku ve endişeye sevk etmekten” başım derde girsin istemem (!).

Hâlbuki ne kadar da isterdim “hepimizin korku ve endişeye kapılmasını”. Belki o zaman önce kendimizi sıygaya çeker, bunlar başımıza gelmeden “önlem” alırdık.

Gerçi, ne olacak canım, dünyanın başka yerlerinde de oluyor bu tür şeyler!..

Bunları düşünürken rahmetli Galip Erdem (Galip Abi) düştü aklıma. Bir Fatiha istedi belli ki. Belki de onun gibi bir “Beşiktaş nasıl kurtulur?” yazısı yazmalıyım.

Bu arada “Tahribatın asıl sorumlusu yöneticiler. Balık baştan kokuyor.” diyenleri de duyar gibiyim. Elbette “yetkili olan sorumludur da”  fakat bir de şu tarafından bakalım: 

Demokrasilerde halkın çoğunluğunun “açık veya gizli” onaylamadığı, desteklemediği hiçbir kişi, kurum, kuruluş, bir yanlışı uzun süre uygulayamaz. Dolayısıyla demokrasilerde aslında balık da baş da halktır.

Geleceğimiz tehlikede

Yandı yıkıldı, sadece bir ay içinde -resmî rakamlar göre- 100’e yakın canımız gitti. Bitti mi? Ders, dolayısıyla önlem alınmazsa -yine olduğu gibi- yine olacak ama yüzleşmemiz gereken çok daha büyük bir felaket hızla yaklaşıyor:

Su kıtlığı

Su kıtlığı, öyle büyük bir felaket ki inanın karşılaştıklarımızdan çok daha büyük, karmaşık ve sonuçları itibarıyla çok daha tehlikeli. Özellikle Türkiye için çünkü Türkiye, “küresel ısınmadan”, dolayısıyla “kuraklıktan” en başta ve en fazla etkilenecek ülkelerin başında geliyor. 

Bilim insanları, on yıllardır bu tahminlerini yüksek sesle söyleyip duruyorlar. Gidişatı anlamamızı sağlayacak sayısız örnek veriyorlar. Bugün yaşadıklarımızdan acı biçimde anlıyoruz ki söyledikleri birçok sebeple bir kulağımızdan girip diğerinden çıkmış. 

Oysa bu sorun, ülkemiz ve milletimiz için bir “beka sorunu”. Hiç şüphem yok ki hâlihazırdaki siyasi ve sosyal sorunlarımızdan çok daha fazla “beka sorunu” çünkü hızla onları daha da derinleştirirken yeni siyasi ve sosyal sorunlarımızın da kaynağı hâline gelecek. 

Endişemin sebebi, kuraklık ile gıda arasındaki ilişki. 

Türkiye, “su kıtlığı yaşayan ülkeler” sınıfına doğru hızla ilerliyor, dolayısıyla “gıda kıtlığı” yaşayacak ülkeler sınıfına doğru da hızla ilerliyor. On beş, bilemedin yirmi yıl sonra “su fakiri ülke” olarak adlandırılacağız. İşte o zaman sadece içme, temizlenme ve temizleme gibi kişisel ihtiyaçlarımız için su kıtlığı çekmeyeceğiz, tarım ürünleri için gerekli suyu da bulamayacağız. Tarlalarımızı, bahçelerimizi sulayamayacağız, hayvanlarımızı sulayıp besleyemeyeceğiz. Dolayısıyla gıdaya ulaşım zorlaşacak çünkü üretim düşerken fiyatlar hızla artmaya devam edecek. İthalat mı? Paranız varsa alırsınız. Konuya küresel ısınma ve çölleşme üzerinden yani dünya ölçeğinde baktığımda ise “Parası olanın bile alamayacağı zamanlar gelecek.” demek zorundayım. Bugünden sadece bir örnek vereyim: Yıllık buğday ithalatımız yaklaşık 10 milyon tona ulaştı. Bu miktar toplam ortalama üretimimizin yaklaşık yüzde 50’sine denk geliyor. “İşleyip un ve makarna olarak satmak için alıyoruz.” diyenler olacaktır. İşleyip satan da vardır elbette ama artık iç ihtiyacımızı karşılamak için de milyonlarca ton buğday ithal ediyoruz çünkü kuraklık sebebiyle üretimde tahminlerin çok ötesinde kayıplarla karşılaşıyoruz. 

Suya ve gıdaya erişimin zorlaşması “göç” demek; sosyal kargaşa demek, anarşi demek, terör demek!.. Devletler arasında yeni sorunlar, yeni savaşlar demek!…

Bu sebeplerledir ki ben de on yıllardır bilim insanlarının uyarılarını genele yaymaya çalışıyorum. Konu ile ilgili ilk makalem 2008’in Ağustos’unda yayımlanmış. Sonuncusu ise 2020’nin Şubat ayında.

İlki, altı sayfalık bir araştırma yazısı. Yazmaya başlamadan önce, noksan ve yanlış bir bilgi olmasın diye TZOB’nin Buğday Raporlarını, Meteoroloji Genel Müdürlüğünün rapor, bülten ve kuraklık haritalarını, TMMOB’nin Çevre Durum Raporlarını,  DSİ’nin Faaliyet Raporlarını, DPT’nin Tarım ve Gıda Fiyatları Raporlarını, TÜİK’in verilerini, WWF Türkiye’nin Kuraklık Raporlarını, BM’nin Çölleşme Raporu’nu, FAO’nun Tarım Raporlarını, akademisyenler tarafından hazırlanan çok sayıda iklim ve ürün raporunu okumuş ve incelemiştim. Günlerce uğraşmışım. Hepsi de bilgisayarımda kaydedildiği günkü gibi duruyor.

Diğerleri yazılar da aynı hassasiyetle kaleme alındı.

Aşağıda size 2020’nin Şubat’ında yayınlanan yazımı sunacağım. “Geleceğimize bir de bu taraftan bakalım” başlığı altında sadece kaybettiğimiz ve kaybetmek üzere olduğumuz göllerimizin durumunu okuyacaksınız çünkü büyüklü küçüklü akarsularımızı da listeye dâhil etsem makale iyice uzayacaktı. Diğer taraftan gerek de duymadım çünkü göllerimizin durumunu okuduktan sonra karşı karşıya olduğumuz tehlikenin büyüklüğünü anlayamayanlara bütün dünyayı listeleseniz ne olacak! Aradan geçen yaklaşık bir buçuk yıl içinde listeye -maalesef- yeni göller eklendi.

Geleceğimize bir de bu taraftan bakalım

Bir öğretmen düşünün, meslek hayatının son yıllarına gelmiş olmasına rağmen heyecanını kaybetmemiş, aynı şevkle “Türkiye’nin göllerini” öğretiyor. Asıyor haritayı öğrencilerinin karşısına, bir taraftan gölleri tek tek sayıyor, diğer taraftan haritada yerlerini gösteriyor.Uzun uzun anlatıyor, tane tane söylüyor göllerin özelliklerini ve güzelliklerini, doğaya, insana ve diğer canlılara katkılarını… 

Sonra birden duruyor, düşünüyor, ağlamaklı oluyor çünkü yılların alışkanlığıyla adını söylediği göller artık yok! Kurumuş, çölleşmiş!..

Bu bir öykü değil, bu bir senaryo değil; tam olarak bunu yaşıyoruz.

* * * * * * * 

İsmail Akın’ın 2 Şubat 2020 tarihli haberinin başlığı “Göller Yöresi’nde 35 göl kurudu!”. 

Ne yazık ki kuruyan göllerimiz, akarsularımız ve yeraltı sularımız ile çölleşen alanlarımız “Göller Yöresi” yani Burdur, Isparta, Antalya, Afyonkarahisar ve Konya’nın güneyi ile sınırlı değil. 

Merve Güneş ve Mikail Sevinç’in 3 Aralık 2019 tarihli haberinin başlığı ise “Türkiye’nin kuruyan gölleri”. Haber metninde “Türkiye’de 50 yılda 36 göl kurudu.” denilmiş. 

Doğal Hayatı Koruma Vakfı ise “Sulak Alanlar Konusunda Uyarı” başlıklı bildirisinde, verilerle birlikte acilen alınması gereken tedbir önerilerini de paylaşmış. 

Demek ki bugünkü noktaya birdenbire gelmemişiz ama geldiğimiz noktadan anlıyoruz ki gerekli dersi de almamışız. Bugünden geleceğe baktığımda ise umutlu olduğumu söyleyemem. Böyle düşünüyor olmamın önemli bir sebebi var elbette: Bütün bu tahribatın çoğu insan eliyle gerçekleşiyor ve tahribat artarak devam ediyor.

A Platformu (Antalya, Isparta, Burdur, Kaş Platformu) Sözcüsü Hediye Gündüz’ün söylediklerine dikkat kesilelim: 

“Ülkemizin su deposu gölleri ne yazık ki halen hızla kuruyor. Ülkemizin en fazla gölüne sahip Göller Yöresi’nin 65’ten fazla gölünden 35’i ne yazık ki kurumuş durumda. Diğerlerinin birçoğu ise kurumayla karşı karşıya. Ülkemizde hem iklim değişikliği, hem de göl sularını yanlış kullanma sonucu göllerimiz kuruyor. Bizler, 1970’li yıllarda kurutulan Avlan Gölü’nü mücadele ile geri kazandık. Şimdi de kuruyan diğer göllerimizin yeniden geri kazanılması için herkese çağrı yapıyoruz. Göllerimizi geri istiyoruz”

Gündüz, iki sebebe dikkat çekiyor: iklim değişikliği ve suların yanlış kullanımı. 

İklim değişikliği, konu ile ilgili haber ve yorumlarda birinci sırada sayılan sebep ancak iklim değişikliğindeki insan etkisini unutmamak gerekiyor. İklim değişikliği küresel bir sorun ve kötü gidişatta hepimizin az veya çok suçu ve sorumluluğu var. Gidişatı yavaşlaşmak ve olumluya çevirmek içinse katkıya ülkemizden başlamak zorundayız. Bir nevi “herkesin önce kendi kapısının önünü süpürmesi” gibi. 

Hediye Gündüz’ün konuşmasında adı geçen Avdan Gölü’ne ettiklerimiz ve sonuçları, aklımızı başımıza toplamak için gerçek bir ders niteliğinde: 

Tarım alanı elde etmek düşüncesinden Göl’ü besleyen dere üzerine baraj yapılmasına, gölün ortasından yol geçirilmesine kadar elimizden gelen her kötülüğü yapmışız ona. Belli ki halkın önemli bir kısmı da daha fazla para kazanmak amacıyla bu yapılanları desteklemiş veya üç maymunu oynamış. Sonuçta Avdan Gölü kurumuş. Kurumuş kurumasına ama kendisine yapılan kötülüğü de yapanların yanına bırakmamış. Bir tarafta Avdan kururken diğer tarafta çevresindeki sedir ormanları kurumaya başlamış, elma bahçelerinde büyük verim kayıpları yaşanmış. Geç de olsa vahametin farkına varılmış; yöre halkı, sivil toplum kuruluşları ve devlet ele ele vererek 2001’den beri Avdan Gölü’nü diriltmeye çalışıyorlar. Gelinen noktada, üçte bir  oranında su biriktirilebilmiş. Herkesin umudu daha fazlası fakat bunu başarmak kolay değil. 

Bana göre Avdan Gölü örneğinden almamız gereken iki önemli ders var: Birincisi doğal alanları tahrip etmenin maddi bedeli, umulan kazançtan çok çok daha fazla oluyor. İkincisi halk neyi gerçekten ister ve onun için mücadele ederse yönetenler bunu bir noktaya kadar göz ardı edebiliyorlar dolayısıyla doğal alanlarımızın korunması için kararlılıkla mücadele etmekten vazgeçmememiz gerekiyor. 

TRT Haber’e konuşan Konya Jeoloji Mühendisleri Odası Prof. Dr. Fetullah Arık ise şunları söylemiş:

“Havzada, 2007-2008 Devlet Su İşleri resmî verilerine göre 67 bin civarında kaçak kuyu var. Buna karşılık 27 bin civarında ruhsatlı kuyu varken o günden beri, belgesiz kuyu sayısı 100 binin üzerinde.”

Ruhsatsız kuyular, ruhsatlı kuyuların 4 katı!.. Nasıl olabilir? Yönetenlerimiz göz yumuyordur. Başka türlüsü mümkün değil. 

Yeraltı sularımız hızla tükeniyor (Yeraltı ve yerüstü sularımızın plansız ve denetimsiz kullanılması, onların beslediği göllerimizin yok olmasına da sebep oluyor.). Bunun en önemli göstergesi Konya bölgesinde hızla çoğalan obruklar yani tarım alanlarında meydana gelen toprak çökmeleri sonucunda oluşan devasa derin kuyular. 2000 öncesinde obruklar nadir görülürken 2005-2015 arasında yılda ortalama 8 obruk oluşmuş. Bu sayı, 2015’te 12’ye, 2017’de 19’a çıkmış. Son iki yılda ise 50’den fazla obruk oluşmuş. 

Türkiye’de suyun yüzde 75’inin tarımda kullanıldığını biliyoruz. Öyleyse yönetenlerimizin paramızı sürdürülemez “hayalî” yatırımlar yerine, su kaynaklarımızın en verimli şekilde kullanılmasını sağlayacak “hayati” yatırımlara harcaması gerekmez mi!

Küresel iklim değişikliği, vahşi sulama, kaçak sulama ve verimsiz sulama göllerimizin ve akarsularımızın kurumasındaki görünün sebepler olmakla birlikte ben “plansızlığın” birçok sorunumuz gibi bu sorunumuzun da temelini teşkil ettiğini düşünüyorum. 

Vahşi sulama, kaçak sulama, verimsiz sulamaya ek olarak yanlış yere yapılan barajlar, yanlış yere yapılan hava alanları, yapılaşma için yanlış alanların tercih edilmesi, türlü mazeretlerle ağaçların yok edilmesi gibi birçok sebep de göllerimiz ve akarsularımızın kurumasına sebep oluyor. Hatta balık üretim çiftliklerinin doğal dengeyi bozması sonucunda yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan gölümüz bile var.

Doğal Hayatı Koruma Vakfının durumun vahametini ortaya koyduğu “Sulak Alanlar Konusunda Uyarı” başlıklı bildiri metninde sıraladığı acilen alınması gereken tedbirler şunlar:

“•İnsan ve doğanın su ihtiyacını bütünsel bir yaklaşımla ele alacak Su Kanunu taslağının paydaşların katılımıyla tamamlanarak bir an önce hayata geçirilmesi. •İstanbul’da yapımı tartışılan Kanal örneğinde olduğu gibi (Terkos, Küçükçekmece, Sazlıdere) daha fazla sulak alan ve su kaybına yol açacak girişimlerden vazgeçilmesi. • Tüm sulak alanlarımızın yönetim planlarının, havza bütünlüğü içinde ve koruma-kullanma uyumu gözetilerek tamamlanması ve uygulamasına başlanması. • Sulak alan ekosistemlerinde korunan alanların artırılması ve güçlendirilmesi.

  • Doğa için iyi olan insan için de iyidir.”

Yok oluşun listesi

Antalya 

Karagöl, Girdev Gölü, Müren Gölü, Küçükgöl, Manay (Söğüt) Gölü, Sarıgöl (Kırkpınar) Gölü, Gölcük Gölü, Genceli Gölü, Keklicek Gölü, Akgöl, İmecik Gölü, Nohut Gölü tamamen kurudu.

Avlan Gölü: 1970’li yıllarda kurutuldu. 2001’den itibaren tekrar su tutulmaya başlandı. Henüz üçte biri geri kazanılabildi.

Çakal Gölü: Seviyesi yarıya indi.

Kocagöl-Boğazkent Kuş Cenneti: Kirlilik, su azalması ve avcılık sorunlarıyla boğuşuyor.

Yamansaz: Yarısı kurudu. Kuruyan bölüme hızla dev binalar dikiliyor. Su kalan bölümü ise -güya- SİT alanı.

Karadayı ve Boğazak Sazlıkları: Yok oldu.

Burdur

Kestel Gölü, Yazır Gölü, Akgöl, Mamak Gölü, Kurugöl, Beylerbeyi Gölü, Karaevli Gölü, Heybeli Gölü, Pınarbaşı Gölü tamamen kurudu.

Burdur Gölü: Kuruma, geri döndürülemez seviyede.

Salda Gölü: Kumları ve berraklığı tehlike altında.

Yarışlı Gölü: Yazları kuruyor.

Karataş Gölü: Yarıya düşmüş.

Gölhisar Gölü: Suları hızla azalıyor.

Acı Göl: Tuz stepleri tehlike altında.

Genceli ve Karadayı Sazlıkları: Yok oldu.

Isparta

Alparslan Gölü tamamen kurudu.

Eğirdir Gölü: Suları azalıyor.  

Kovada Gölü: Korunması gerekiyor.

Konya

Suğla Gölü, Güvenç Gölü, Samsam Gölü, Meke Gölü tamamen kurudu.

Beyşehir Gölü: Suları azalıyor.

Tuz Gölü: Geri döndürülemez noktaya doğru gidiyor.

Akşehir Gölü: Büyük oranda kurudu, kurtarılmaya çalışılıyor. Nasrettin Hoca yaşasaydı yüzümüze tükürürdü!..

Arapçayırı Çumra Ovası: Susuz. Beyşehir Gölü’nden su taşınıyor fakat bu da Beyşehir Gölü’nü tehlikeye atıyor.

Karapınar Ovası: Çölleşme başladı.

Yarma Bataklığı: Kurudu.

Hotamış ve Ereğli Sazlıkları: Yok oldu.

Mersin

Aynaz ve Regma Bataklıkları: Kurudu.

Afyon

Eber Gölü: Kurudu.

İscehisar Gölü: Mermer tozu ve mermer kırıntılarının ciddi tehdidi altında.

Hatay

Amik Gölü: Kurudu.

Aymazlığımıza son örnek

Gümüşhane’de turistlerin de uğrak noktalarından biri olan 12 bin yıllık Dipsiz Göl, define arayanlar tarafından kurutuldu, sonra içi toprakla dolduruldu!

-İlgiyi kanun gereği- kazıya üç kişiden oluşan resmî bir heyet eşlik etmiş!

Kazı öncesi görüşü sorulan Trabzon’daki Kültür Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulunun “Arkeolojik veya kentsel sit alanı değildir.” şeklinde rapor hazırladığı ortaya çıktı!

Gümüşhane Valiliği, Dipsiz Göl’ün yeniden rehabilite edileceğini ve “özensiz davrananlar” hakkında soruşturma başlatıldığını açıkladı.

Gümüşhane Valisi’ne göre 12 bin yıllık Dipsiz Göl’ün üç kuruşluk adamlar tarafından üç kuruş uğruna yok edilmesi “özensiz davranış”mış. “Özrün kabahatten büyük olması” böyle bir şey olsa gerek.

Ve…

Yukarıdan aşağıya bu adamlar görevdeler, bizi yönetiyorlar ve hâlâ geleceğimiz hakkında karar veriyorlar.

Geçen 18 ay içinde…

Gümüşhane’nin merkeze bağlı Dörtkonak köyünde bulunan ve bahar aylarında çiçek bahçesini andıran Dipsiz Göl, etrafındaki 10 gölle birlikte tamamen kurudu. 

Konya’nın Akören ilçesindeki May Barajı’nda, yaşanan kuraklık ve sudaki oksijen miktarının düşmesi sonucunda balıklar ölmeye başladı.

Dünyanın sayılı kıtalararası göç yollarından birinin üzerinde olan Hatay’ın en önemli kuş konaklama alanlarından Samandağ ilçesindeki Milleyha Kuş Cenneti yok olma tehlikesi ile karşı karşıya. Niye? Kurban Bayramı tatilini fırsat bilen kimliği belirsiz kişiler, kuşların barınağı olan Gölet’e sulama kanalı açmışlar ve moloz dökmüşler. Milleyha Kuş Cenneti, Hatay’da saptanan 379 kuş türünün 282’sini barındırıyor. Türkiye genelinde tespit edilen kuş türü sayısı ise 488. 

Burdur’da Acıgöl 160 kilometrekareden 50 kilometrekareye düşmüş. Meke, Bolluk ve Teksakan gölleri yok olmak üzere. Göl canlıları mı akıbeti mi? Büyük çoğunluğu artık yok. 200 kuş türünden çoğu artık uğramıyor. Uğramayanlara flamingolar da dâhil. Gelin görün ki göllerin suyuyla vahşi sulama devam ediyor.

Kayseri ve Develi’nin çok önemli değerlerinden olan Sultan Sazlığı’ndaki Yay Gölü kurudu. 

Sapanca Gölü’nün suyu çekiliyor.

Kirliliğin pençesinde kıvranan çok sayıda gölümüz ise bu listeye dâhil değil.

Yazar
Ali Osman MOLA

Eğitimci, Yönetici, Kurumsal İlişkiler Uzmanı, Editör, Araştırmacı, Yazar 1962 yılında Tosya'da doğdu. Ege Ü Hukuk Fakültesi Gazetecilik ve Halkla İlişkiler YO ile Selçuk Ü Eğitim Fakültesi Tarih Bölümünde okudu. 1985-1986 yı... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen