Çin İşi Japon İşi

Çocukluğumda bu tekerlemeye epeyi gülünürdü, en çok da bıyık altından. Kuşkusuz farklı anlamlar yüklenirdi de ondan. Oysaki durum tamamen kapitalizmin, vahşi kapitalizmin görünür yüzü ve de müteşebbis uyanıklılığı idi. Soğuk Savaş sonrası dünyayı yakından takip eden Amerikalı uyanık girişimciliğinin yeni trendi bir anda değişmişti. İlgi alanları öyle “Makroskopik Keynesyen Politikalar” değildi. Dünya küreselleşmeye doğru evrilirken “Ucuz kredi ile, ucuz iş gücünün bir nevi evliliği” ne kafayı takmışlardı. Kâr oradaydı. İşte bu nedenle, yüzlerini Asya’ya döndüren Amerikalı müteşebbislere hem Japonya hem de Çin daha bir cazip geliyordu. 

Amerikalı uyanık girişimcilerin örnek alacakları ortada bir de eni konu bir Japon modeli vardı. 1868 yılında başlayan Meiji döneminde, Japonya, devletin yönlendirmesi, destekleri ve iş birliğiyle hızlı bir sanayileşme süreci içerisine girmiştir. Öte yandan, 1868 yılında, Japonya’da o güne dek siyasi hayata hâkim olan Tokugawa rejimi ve onun dayandığı Shogun ve Samuraylar temelli askeri sınıf da Amerikan baskısına karşı Japonya’yı “koruyamamış”olmalarının da menfi etkisiyle kısa sürede bu hakimiyetlerini kaybetmişlerdir. 

Sanayileşmede devletin oynadığı role rağmen, ilginçtir, sanayileşme özel sektör şirketleri eliyle gerçekleşmiştir. Japonya’da yönetim ve özel sektör büyük bir dayanışma içerisinde, paradan para kazanan bankalar ve bankerlerin faiz ve tefeciliği el birliğiyle sonlandırılmıştır.   Buraya özel dikkat. Bu kurama göre ülke insanının karşılaştığı zorluklara karşın, faiz indirimine devam eden Türkiye’de yatırıma yönelmesi gereken Türkiye Sanayici ve İş Adamları Derneği (TÜSİAD)’nden en büyük tepki gelmiştir. Nedeni açıktır, şimdiye kadar devletin enflasyonist baskılar nedeniyle dövizi ucuzlattığı yarı mamul ve mamul ara malı ithal ederek ihracat yapan Türk sanayicisi ve iş insanına bu durum hiç de cazip gelmemiştir. Türkiye, 1995 yılında AB sanayi mallarına uygulanan gümrük vergilerini kaldıran Gümrük Birliği kararını kabul edip, 1 Ocak 1996 tarihinde uygulamasındaki büyük bir cesareti uygulamaktan uzak bir hale gelmiştir. Kuşkusuz bunda küresel salgının da önemi büyüktür. Mal, hizmet, sermaye ve işgücünün serbest dolaşımı üzerine kurulan Avrupa Birliği düşüncesi Türkiye’yi de malların serbest dolaşımı noktasında içine alan bu ortaklığı doğurmuştur. Başta rekabet olmak üzere birçok yapısal olumsuzluğa karşın Türk sanayicisi ve iş insanları bu durumu yüksek bir heyecanla kabul etmişlerdir. Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne, AB’ye tam üyeliği gerçekleşmeden girme arzusu, aslında birliğe bir çapa atma gayreti olmuştur. İktidar ekonomik yararından çok siyasi kazanımlar Gümrük Birliği’nin Türkiye’ye fayda sağlayacağını düşünmüş ve Gümrük Birliği üyeliğinin gerçekleşmesi için başvurmuştur.  (1) Ancak şimdi gelinen durumda ise o yüksek heyecan kaybolduğu gibi, devletin ARGE teşviklerine bile ilgi göstermeyen bir sanayii ve ticaret erbabı profili ile karşı karşıya bulunmaktadır. Bu nedenle TÜSİAD Başkanı Simone Kaslowski, ezberbozan Türk modeli hakkında, genel kabul görmüş iktisat bilimi kurallarına hızla dönülmeli tavsiyesi ile birlikte aşağıdaki betimlemeyi yapmaktan imtina etmemiştir: 

“Son dönemde yaşadığımız istikrarsızlıklar sonucunda, denenmekte olan ekonomi programıyla amaçlanan sonuçlara erişilemeyeceği netleşmiştir.” (2)

Türkiye’deki daha çok ithalata dayalı sanayici ve iş adamlarının aksine Japonya’da Meiji döneminde karar alıcılar hızlı bir sanayileşmeye doğru yönlenerek, enerjisini ve dikkatlerini bu hedefe yönlendirdiği bir gerçektir. Bu amacın altında uygulanan politikalar, Japonya’nın Meiji dönemindeki kalkınma politikalarını oluşturduğu söylenebilir. Japon devletinin bu reform dönemindeki ana sloganları “Fukoku Kyohei” (“Zengin Millet-Güçlü Asker”, bu slogan Türkiye’nin “Güçlü Devlet, Güçlü Ordu” sloganına benzemektedir.) ve “Şokusan Kogyo” (“Sanayiyi Geliştir, Şirketleri Destekle”) idi. Bu tür sloganların arasında “obei ni oikose” (Avrupa ve Amerika’yı geç) gibi “Batıyı Yakalama” söylemleri de vardı. Aynı durum Çin için de varitti. Lozan Antlaşmasıyla Osmanlı Devleti’nin tasfiyesinden sonra Genç Türkiye Cumhuriyeti de Misak-ı İktisatla “Çağdaş Uygarlık Düzeyi” (Muasır Medeniyet Seviyesi)’ne ulaşmayı hedeflemişti. Japonya’nın 40 yıl süren bu ilk kalkınma ve (batıyı) “yakalama” döneminde, ekonomik ve sosyal dönüşüm gerçekleşmiş ve Japonya’nın bu gelişimi Almanya ile birlikte, Gerschenkron “geç kalkınan ülkeler” ’un kavramına temel olmuştur. (3)  Ancak 1937’lerde 500 milyon nüfusa sahip Çin’in aynı tarihlerde yaklaşık 80 milyon nüfusa sahip Japonya tarafından işgal edilişi toplumların nicelik ve nitelikleri açısından farklılıklarını ortaya koyması gerçekten ilginçtir. 1937’nin sonlarına doğru Çin’i derinden etkileyen ‘Nanking Katliamı’nın derin bir Japon nefretini ortaya koyması 2015 yılında ÇHC’nin Japon İşgalinden Kurtuluşunun 70. Yıldönümünde bizzat yerinde şahit olmuştum. Japon ordusu Nanking sınırlarında 10 Aralık 1937 gecesi Çin ordusuna bir saat zaman tanımış, cevap almayınca 01.00’da işgale, tabiri caizse katliama başlamıştır. Yaklaşık bir ay süren bu işgal Japon ordusunun karşılık almasıyla kızışmış, Japon Ordusunun komutanlarından aldıkları yağmalama ve tecavüz talimatlarıyla katliama girişmiştir.  Çin halkını insan yerine koymayıp yaklaşık 20.000 kadına tecavüz edilmiş, birçok silahsız asker teslim olmasına karşın sopalarla dövülüp kurşuna dizmiş ve nehrin sularına bırakılmıştır. İnsanlık tarihinin yüz karartıcı bu katliamı 1938 Ocak ayında 250 binden fazla ölü 20 binden fazla kadın tecavüzleriyle sonuçlanmıştır. (4) Nanking katliamından sonra Japonya Kuzey Çin’i tamamen istila etmiş ve Guamintang batıya çekilmek zorunda kalmıştır. 1941-1945 yılları arasında sürdürülen Çin’in Japonya işgaline karşı direniş savaşı 15 Ağustos 1945’te Japonya’nın ateşkes isteği üzerine son bulmuştur. 15 Ağustos 2015’te törenlerine katılan bir Amerikalı arkadaşımın eşinin Japon olması törenlere katılmadan otelden dışarı çıkamaması beni ziyadesiyle düşündürmüştü.

Meiji döneminin diğer bir özelliği, yeni bir yönetici sınıf sayesinde ortaya çıkmasıdır. Reformlar, “Hambatsu” adı verilen bu yönetici sınıfın liderliğinde gerçekleşmiştir. Bunların önde gelenleri Maliye Bakanı Ōkubo Toshimichi, Mareşal Saigō Takamori ve Eğitim Bakanı Kido Koin idi. Takamori, Kido Takayoshi ile birlikte İmparator Meiji’nin babası olan Komei’yi destekleyerek İmparatorluk otoritesini güçlendiren ve bu sayede Meiji dönemini başlamasına zemin sağlayan kişilerdi. Bir klik şeklinde yapılanan reformistlerin yönetiminde, bir taraftan sosyal sınıfların eşitliğine dayalı tanzimi, diğer taraftan ise ekonomik gelişmeyi ve dönüşümü destekleyici kamu politikaları hızla uygulanmıştır. 

Meiji döneminde uygulanan kalkınma/dönüşüm politikaları doğrudan sanayileşme dışında birçok alana yayılmıştır. Meiji döneminde devlet önce doğrudan yatırım ve yönlendirmelerle, sonradan da iş zümreleriyle işbirliği yaparak oluşturduğu bir politikayla sanayileşmeyi başlatmayı ve ilk baştaki amacı olan ticaret fazlası vermeyi başarmıştır. Yeni Türk modelinin de hedefi bu yöndedir. Önce dış ticaret açığını sıfırlamak, daha sonra da Japonya’nın XX. Yüzyılın ilk çeyreğinde başardığı gibi, ticaret fazlası vermeyi birincil bir hedef olarak ortaya koymuştur. Bunun için yurt içinde ithal ikameci bir model benimsenmiştir. Bir yandan ihracat arttırılırken, ithal edilen yarı mamul ara mallarını yurtiçinde üretilmesini teşvik etmektir. Bu temel üzerinde, Japonya’nın sınai kalkınması, 1911’den sonra daha da hızlanmıştır. Aynı dönemde, ağır sanayi ve kimya sanayi de yaygınlaşmış ve gelişmiştir. Ayrıca, Japonya bu dönemde askerî açıdan da önemli reformlar yaparak, ordu ve deniz kuvvetlerini güçlendirmiştir. 1905 yılında, ‘Tsushima Boğazı Savaşı’nda Rus donanmasını yenerek yok eden Japonya, tüm dünyada gelişmiş ülkeler arasında büyük bir itibar kazanmıştır. Benzer olgu şimdilerde Özetleyecek olursak, başta liman ve demiryolları olmak üzere, ulaştırma ve haberleşme yatırımları, tek bir para biriminin ve bankacılık sisteminin oluşturulması, yeni okul inşaatları, yurt dışına eğitim için insan gönderilmesi ve yurt dışından eğitimcilerin Japonya’ya getirilmesi gibi eğitim yatırımları, bu dönemde devlet politikalarında önemli bir yere sahip olmuştur. Gerçekten de Birinci Dünya Savaşının galibi Japonya, savaş sonrası özellikle Alman ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Deniz Subay ve Astsubaylarına sahip çıkmış, askeri ataşelerinin büyük çabaları sayesinde günlük gazete ilanlarıyla yüksek maaş vererek Japonya’ya alıp götürmüştü. Sadece o kadar mı, fabrikaları da sökerek Japonya’ya taşımışlardır. Bu amaçla bütçeye de külliyetli miktarlarda paralar koymuşlardır. Bu konuda ABD Washington DC, Ulusal Arşiv Dairesinde çok sayıda belgeyle karşılaşmış olduğumu ifade etmeliyim.  Karadeniz’de doğal gaz bulunmasından sonra TPAO da aynı yolu izlemiş olduğunu bir yerlere not edelim. TPAO da çalışan yabancı personel bilinen devletlerden baskı görmesi üzerine Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığına geçmeleri benzer bir özelliktir. Türkiye de yabancı futbolcu, basketbolcu, voleybolcu, hentbolcu gibi kısaca yabancı sporcu transfer ettiği gibi tüm sanayii ve işletmelere de başta ara eleman olmak üzere nitelikli kalifiye elemanlar transfer etmelidir. Osmanlı Devleti tuğrası feshedilince, Osmanlı Emeklileri ’ne Genç Türkiye Cumhuriyeti, Eski Yugoslavya feshedilince kurulan yeni cumhuriyetler emeklilerine sahip çıkmıştı. Ama maaşlar son derece cüz’i seviyelerdeydi. Ama İran’da, Şahın Devleti, Libya’da Kaddafi’nin Libya Devleti, Saddam’ın Irak Devleti, Afganistan’da Afganistan Devleti fesh edilince, devletten maaş alan emeklilerinin sosyal güvencesi n’oldu? Söyleyelim, ortada kaldılar. Başta ABD olmak üzere Batı koalisyon güçleri bunu özellikle yapmadılar. Başarısız Devlet (Failed State) olmaları için ellerinden geleni artlarına koymadılar. Bir de kural yerleştirdiler: 

“Eski Devletin Emekli Maaşlarından, Yeni Devlet Hukuken Mesul Değildir…!” Silahlı Kuvvetlerini dağıttılar, Ordu mensuplarına 100 ABD Doları vermekten kasıtlı olarak kaçındılar. Eli silah tutan insanları garip bir biçimde ortada bıraktılar.  

İşte bugünkü terörün, göçün, zorla göçürülmenin yaygın bir hale gelmesinin sebeb-i hikmeti budur. 

Şimdi de “Başarısız Devletler” konusuna bir parantez açalım, sevgili okurlar.  Amerikan Foreign Policy dergisi ile Barış Fonu adlı kurumun uzmanları tarafından ortak hazırlanan “Başarısız Devletler Endeksi”nde ilk üç sırasında Darfur kriziyle Sudan, Irak ve Somali yer almış, en başarılı ülke ise, listede 177. sırada bulunan Norveç olmuştur. Dış devletlerden gelen müdahaleler, “derin devlet”, insan hakları ihlalleri, hukukun keyfi bir şekilde uygulanması, kötü ekonomik gelişim, ekonomik istikrarsızlık ve düşüşler, içeride göçe zorlananlar ve insanların kaçışı gibi kriterlerin değerlendirildiği rapor, Foreign Policy ve Barış Fonu adına çalışan analistlerin, küresel ve yerel kaynaklardan gelen yüzbinlerce makalenin değerlendirilmesiyle hazırlanmıştır. Türkiye ise Arnavutluk (111), Ermenistan (112) ve Libya (115) gibi ülkeleri geride bırakarak dünyada en başarısız 92. ülke olarak ilan edilmiştir. 177 ülkenin dikkat alındığı “Başarısız ülkeler Endeksi”nde Türkiye, “uyarı” sinyali veren başarısız ülkeler arasında gösterilmiştir. İstikrarsızlığa en açık ülkeler listesi olarak tanımlanabilecek raporda Çin ve Rusya 62. sırada yer alarak “uyarı” kategorisinde kendilerine Türkiye’nin altında yer bulmuştur. Orta düzeyde başarılı ülkeler arasında ise Almanya 154., İngiltere ve Fransa 157., ABD ise 160. olmuştur. Listede en istikrarlı sayılabilecek ülkeler ise İskandinav ülkelerinden oluşmuştur. (5) Aslında endekse çıplak gözle bakıldığında AB(D) politikalarına biat etmeyen ülkelerin Başarısız Devlet (Failed State) olarak konumlandırıldığı açık seçik görülmektedir. 

Kuşkusuz, aynen Türkiye’de olduğu gibi, Japonya’da sanayinin öncüsü kabul edilen tekstil sektörünün gelişmesinde kamunun öncü ve doğrudan rol oynadığı tartışmaya mahal vermeyecek şekilde açıktır. Kamu politikaları ve yatırımları, özel tekstil şirketlerinin ve bunlar için gerekli insan kaynaklarının oluşumunda etkin olmuş, devlet bu konuda rol model bir etkililik üstlenmiştir. Sonuçta, Japonya’da tekstil sektörü hızla gelişmiştir. Bunda kamu tarafından yukarıda bahsedilen tesislerden çok, Osaka İplik Fabrikası gibi sonradan gelişen özel şirketler ve bunların kurduğu Japon İplik Birliği önemli rol oynamıştır. (6)

Japon modelinde kalkınma parametresi yatırım için sıfır faizli bir ortam yaratmaktı. Yaratmışlar ve hızla kalkınmışlardı. Doğrusu Japonya’nın sırtından İkinci Dünya Savaşı sonrası savunma giderleri düşünce, kalkınmaları, büyüme hızları hızlanmıştı. Kuşkusuz, bu durum nitelikli işgücü için bulunmaz bir nimetti. Japon Kalkınma modeli büyüme için sıfır faize yakın bir ortamı hedeflemişti.  Amerika’da işçi ücretlerinin yüksekliğinden gına gelmiş, arayış içindeki yatırımcılara Japonya’daki bankalara gitmek son derece çekici gelmiştir. Sıfır faizli bankalardan uzun vadede yüzde bir gibi bir rakamla kredi çekmek onlara da cazip gelmiştir. Peki bu durumda ABD’de yatırım yapmak cazip gelmiş midir? Kuşkusuz hayır. Götürüsü getirisinden fazla idi, gelir vergisi dilimlerini zorlayan vergilerini arttıran bir durum olduğu için ülkede işsizliği azaltacak yatırımdan süratle uzaklaşılmıştır. O yüzden, çektikleri kredileri emek yoğun, bir nevi terleme dükkânı (sweat shop- bu tabir Çin için kullanılırdı.) konumundaki Çin’e gidip maliyeti düşük kredilerle fabrika kurmuşlar ve ucuz işçi çalıştırmaya başlamışlardır. Öyle prim, kıdem tazminatıyla uğraşmaktan özellikle kaçmışlardır. Çin ucuz işçi cenneti olduğu gibi, kendi cennetlerini de bulmuşlardı. Hem krediyi ve hem de işçiliği ucuza getirdiklerinden ürünlerini dünyaya dolar üzerinden pazarlayarak büyük kazanımlar elde etmişlerdir. Velhasıl-ı kelam kapitalizmin dini imanı kârdır, hem de ölümüne. Kapitalizmin yeni trendi, “Çin İşi, Japon İşi” idi. Çin iş gücü ile Japon sermayesinin bir nevi evliliği olmuştur. Kısaca bu tekerlemeyi aşağıdaki özdeyişi çağrıştıracak biçimde dönüştürmüşlerdi: 

“Çin İşi, Japon İşi, Bunu yapan iki kişi. Biri Ucuz Para, diğeri Ucuz İşçi”

Gelin şimdi de Türkiye’nin savaşmak zorunda kaldığı “dolarizasyon” bir başka deyişle ‘Dolar İmparatorluğu’nun ABD’nin günün moda deyimiyle hikayesini ortaya koyalım. İkinci Dünya Savaşına Japonya’nın Pearl Harbor baskınına karşı savaşa katılan Pax-Anglo Amerikano’nun diri gücü ABD’nin 1943 çağrısından bir yıl sonra Birleşmiş Milletleri kuracak olan müttefikler, kendi aralarındaki ticari ve mali ilişkileri düzenlemek için 1944 yazında ABD’de bir araya gelmişlerdir. ‘Dolar İmparatorluğu’nun temelini oluşturacak Uluslararası Para Fonu (International Monetary Fund, IMF), Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası (The International Bank for Reconstruction and Development, IBRD) ve Ticaret ve Gümrük Tarifeleri Genel Anlaşması (General Agreement on Tariffs and Trade” GATT)’nı kurarak işe koyulmuşlardır. IBRD daha sonra Dünya Bankası’na, GATT ise Dünya Ticaret Örgütü’ne dönüşür. 1944 yazında alınan ilkeler doğrultusunda kurulan bu üçlü sistematiğini birbirine bağlayan para sisteminin ya da altın standardı sisteminin adına da 44 ülke temsilcisinin katılımıyla toplantı düzenlenen yerin adına izafeten Bretton-Woods sistemi denilmiştir. Esasen Bretton-Woods’dan on yıl önce, 1934’te ABD Başkanı Roosevelt bir ons altının fiyatını 35 dolar olarak sabitlemiştir. 1 ons altın uluslararası normlara göre 31,1034768 gramdır. Bu sistemde altın para tedavülde değildir. Tedavülde sadece banknot ve kâğıt para vardır. Altın iç ve dış ilişkilerde kullanılmamakla birlikte dış ödemelerde belli nispetlerde kullanılmıştır. Altına çevrilebilir sağlam bir anahtar para vardır. Diğer ülke paraları, bu paraya tedavül ederek işlem görmektedirler. Uluslararası ödemelerde anahtar para olarak kullanılan banker ülke parasının altın karşısında tam konvertibl olması gerekmektedir. Banker ülke parasını elinde bulunduran diğer ülkeler istedikleri anda bu parayı banker ülkeye vererek altına dönüştürebilirler. Bretton Woods sisteminde banker ülke ABD ve anahtar para da ABD Doları kabul edilmiştir. ABD’nin elindeki altınlar, bu ülkenin bir nevi rezervi niteliği taşımıştır. ABD’de altın alım-satımı yasak edilmiştir. Nakliyesi ve muhafazası riskli olan altını rezerv olarak tutmak yerine; Bretton-Woods’dan daha önce altına sabitlenmiş doları rezerv olarak tutmak, dış ticareti onunla yapmak, para transferlerini dolarla gerçekleştirmek çok daha kolay ve masrafsızdır. (7) Şüphesiz bu durumun ABD’ye kazanımı büyük olmuştur. Bu şekilde güçlü ABD bir yandan bütün üyelerine ihracat yaparak hem mal hem de finans bakımından cazibe merkezi olmuştur. Günümüzün aksine ABD büyük miktarlarda cari fazla verirken, Avrupa ise büyük cari açık vermeye başlamıştır. Ancak cari açık veren devletlere yardım için kurulmuş IMF’nin fonları Avrupa için son derece yetersiz kalmıştır. Çok geçmeden bu durum, Avrupa’da büyük bir hoşnutsuzluğa neden olmuştur. Bu sefer sadece ABD lehine çalışan sorunlu sistemin devam edebilmesi için ABD, Avrupa’ya verilen yardımları, düşük faizli kredilerin miktarı artırma cihetine gitmiştir. ABD’de biriken sermaye bu nedenle Avrupa’ya ve Japonya’ya taşınmaya başlamıştır. Bilindiği üzere yalnızca tek tarafın sürekli güçlendiği bir ticaret ilişkisi sürdürülebilir olması mümkün değildir. Kuşkusuz bu sistemin mekanizması da son derece basit bir şekilde kurgulanmıştır. Daha fazla ABD malı alımı yapabilmek için daha fazla para kazanılmalıdır. Böylece dolar dünyaya yayılmaya başlamış, önceki yılların aksine, Avrupa ve Japonya’da kalan sermaye sayesinde Avrupa ve Japonya hızla büyümüştür. ABD’yle birlikte Avrupa ve Japonya da üretmekte ve hem de ihraç etmektedir. Tabii ki bu arada hem pazar hem de ham madde bakımından eski sömürgeler önem kazanmıştır. ABD de ise durum tersine gitmeye başlamış, Azalan Verim Kanunu (Law of Diminishing Returns) devreye girmiştir. Diğer bir deyişle makineleşmeye geçiş istiap haddine ulaşmış, hatta toplam üründeki artış o noktadan sonra azalmaya bile başlamıştır. İkincisi ise 1958 yılına gelindiğinde, ABD İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ilk kez ödemeler dengesinde açık vermiştir. Hükümet ithalatı kısıtlayıcı önlemler almasına karşın sistem olumsuz bir biçimde çalışmaya devam ettiği gibi, bir de üstüne üstlük ABD, Vietnam’da savaşa girmiş ve bütçe harcamaları da bu şekilde artmıştır. Artık ekonomi hem bütçe açığı hem de dış açık vermeye başlamış, enflasyon yükselişe geçmiştir. Böyle durumlarda klasik iktisat biliminin elinde iki silah vardır, biri faiz, diğeri para basmak, yani emisyon.  Keynes, “Savaşın Harcamaları Nasıl Yapılmalıdır” (How to Pay for the War) adlı yapıtında savaşın finansmanı amacıyla yaratılan emisyon kaynakları fiyatları yükselterek savaş harcamaları üzerinde arttırıcı etki etki yapmakta bu yeni fiyat artışlarına neden olmaktadır. Harcamaları gerçekleştirebilmek amacıyla hükümet ne iç ne de dış kaynaklara başvurmazsa, dolar basılmaya başlanır ve basılmaya da devam edilir. Tabii ki sistem bir noktaya gelir tıkanır. Nitekim ABD Başkanı Robert Nixon, 15 Ağustos 1971 tarihinde ABD’nin sistemi terk ettiğini ve doların altına çevrilebilirliğine son verildiğini açıklamak zorunda kalmıştır, hem de sistemdeki hiçbir üyeye haber vermeden. Bu bir dolar basmanın dayanılmaz hafifliğidir. Kuşkusuz bu hareket piyasalarda büyük bir paniğe neden olmuş, ardından da zorlama bir anlaşmayla (Smithsonian Anlaşması), dolar yaklaşık yüzde 10 oranında devalüe edilmiş ve 1 ons altın 38 dolara çekilmiştir.  Ancak bu da çözüm olmamış, altın fiyatı yükselişe geçmiş ve bir yıl sonra da bir ons altın 70 dolara çıkmıştır.  Enflasyon gerilemiş mi? Hayır. Dolar değer kaybetmeye, işler Avrupa ekonomisi aleyhine dönmeye devam etmiştir. Bu durumdan son derece rahatsız olan Avrupa, ABD hükümetinin buna müdahil olmasını istemiştir. Ancak Hazine Bakanı John Connally’nin gelen taleplere o ünlü yanıtını vermiştir:

“Dolar bizim paramız, ama sizin probleminiz”. (8) 

İşte geldiğimiz nokta bugün için de böyledir, sevgili okurlar. İktidar, bir şarkı sözünde de belirtildiği gibi, “Dönülmez akşamın ufkunda” olduğunu idrak etmiş, büyüme eksenli “Yatırım, Üretim, İstihdam ve İhracat”la bütünleşen kendine özgü “Türk Modeli”ne geçmiştir. Türkiye uzun zamandır yüksek faizle sıcak para, ABD dolarını bin bir müşkülatla ülkeye getirerek, bunun karşılığında üretimsizliği göze almış, bunun karşılığında yüksek bir bedel ödemiştir. Yüksek faiz-düşük kur içinde bulunduğumuz duruma çare olmadığı gibi, özel sektörün yatırıma yönelmemesinde en büyük engeli de oluşturmuştur. Türkiye’nin kendi kaynakları ve olanaklarıyla üretim gücünü artıracak bir kararlılık içinde yoluna devam etmek zorunluluğu nihayet bir hükümet politikası haline gelmiştir. Açıkça ifade edilmemekle birlikte öyle anlaşılmaktadır ki, “ithal ikameci modele” geçiş yapılmak zorunda kalınmıştır. Geçmiş yıllarda hükümetin ihracatı arttırabilmek amacıyla dövizi ucuzlattığı bir ortamda Türk sanayicisi ve iş insanı yarı mamul ve mamul ara malı ithal etmesi neredeyse hükümet tarafından teşvik mertebesine kadar desteklenmiştir. Ancak cari açık öyle boyutlara ulaşmıştır ki, TÜİK rakamlarına göre 2002 yılından 2020 yılına kadar dış ticaret açığı “1 trilyon 119 milyar 304 milyon $” olarak gerçekleşmiştir. Türkiye 18 yıl hem de büyük miktarlarda dış ticaret açığı veren ancak ekonomik depresyon yaşamamış bir ülke konumunda olmuştur. Bu rakamlara yaklaşabilen ikinci bir ülkenin olmadığı gibi başka bir ülkenin bu duruma dayanması neredeyse olanaksız görülmektedir. Türkiye gelmiş olduğu bugünkü yol ayrımında bu ithalatı karşılayabilmek için hammadde ithalatının belli bir kısmının işleyerek, yurtdışına ihraç etmesi ve bu yolla döviz girdisinin sağlaması zorunludur. İhracat girdi mallarını yoğun bir biçimde ithal eden Türk sanayisi cari dengeyi rekabetçi kur ile sağlayamayacağı gerçeğini de anlamak durumundadır. Türk sanayisi kolaycı al-sat, montaj sanayinden süratle uzaklaşarak katma değeri yüksek üretime hızla yönelmelidir. Yerli ve millî sanayi hamlesi kapsamında savunma sanayii dışındaki alanlara süratle geçiş yapmak durumundadır. Bu itici alanlardan birisi de hiç kuşkusuz TOGG girişimidir. Türkiye 27 Aralık 2019 tarihinde TOGG, ön gösterim araçlarının Türkiye’ye ve dünyaya tanıtılmasıyla Yeni Lig’e adım atmıştır. TOGG, fikri ve sınai mülkiyeti yüzde 100 Türkiye’ye ait küresel bir marka ile Türk mobilite ekosisteminin çekirdeğini oluşturmak hedefiyle yola çıkmıştır. Türk parasının değer yitirmesiyle yabancı markaların kolay bir biçimde Türkiye’ye gelmesi de talep azlığı ile bir şekilde azalabileceği değerlendirilmektedir. Kuşkusuz gidişat ithal talebinin başka alanlara sirayet edebileceği düşünülmektedir. Bundan başka, düzenli büyüme performansının oturtulması ilkesel bazda, sanayi tesislerinin modernizasyonu ve “rasyonalizasyonu”, kendine yeterliliğin desteklenmesi, uluslararası ticaretin desteklenmesi ve ulusal tasarruf ile tüketim çılgınlığının kısılması ve kısıtlanmasıdır. Bu durum bir başka makalenin konusudur.

Bütün bunlardan sonra söylemem odur ki, Türkiye ekonomisinin tek kurtuluşu öncelikle ithal ikameci üretime yönelmektir.  Bu duruma disiplinli bir biçimde yönelindiği takdirde ithalat ve ihracat arasındaki cari açığın gittikçe düşebileceği, ütopik bir hedef de olsa sıfır olmaya doğru adım adım yaklaşılabileceği düşünülmektedir. Aynen Türkiye’de “çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak, hatta geçmek” hedefi gibi senelik bazda 3 yıl üst üste “dış ticaret fazlası“ verildiğinde ekonomik sıkıntıların da üstesinden gelinebileceği  müjdelenebilecektir, sevgili okurlar. 

Dipnotlar

(1) Umut Karabulut, “12 Eylül Döneminden Gümrük Birliği Üyeliğine Türkiye Cumhuriyeti Hükümetlerinin Avrupa birliği Politikalarına Genel Bir Bakış”, Belgi Dergisi, Sayı 1 (Kış 2011/I), s.84

(2) Independent Türkçe, “TÜSİAD: Genel kabul görmüş iktisat bilimi kurallarına hızla dönülmeli” 18 Aralık 2021; https://www.indyturk.com/node/449136/ekonomi%CC%87/t%C3%BCsi%CC%87ad-genel-kabul-g%C3%B6rm%C3%BC%C5%9F-iktisat-bilimi-kurallar%C4%B1na-h%C4%B1zla-d%C3%B6n%C3%BClmeli7ErişimTarihi 18.12.2021/

(3) Murat A. Yülek, “Kalkınma Tartışmalarında Japon Modelinin Yükselişi, Düşüşü ve Tekrar Yükselişi” İstanbul Ticaret Üniversitesis2;http://www.mcivriz.com/uploads/yuklemeler/Kalkinma_Tartismalarinda_Japon_Modelinin_Y%C3%BCkselisi_v-e_D%C3%BCs%C3%BCs%C3%BC.pdf/Erişim Tarihi 18.12. 2021/

(4) Rüveyda Özcoşar, 1937 Japonya’nın Çin’i İşgali (80 Milyon 500 Milyonu Nasıl İşgal Eder?), Mardin BB Gençlik Merkezi, 26/03/2019; https://www.mbbgenclik.com/detay-1363-1937-japonyanin-cini-isgali-80-milyon-500-milyonu-nasil-isgal-eder/Erişim Tarihi 18.12.2021/

(5) Washington (ANKA), “Türkiye en başarısız 92. Ülke”, Hürriyet Gazetesi, 05 Kasım 2021; https://www.hurriyet.com.tr/dunya/turkiye-en-basarisiz-92-ulke-6739931/Erişim Tarihi 18.12.2021/

(6) M. W. Fletcher,  “The Japan Spinners Association: Creating Industrial Policy in Meiji

Japan “Journal of Japanese Studies, Vol. 22, No. 1, 1996, pp. 49-75

(7) Müslüm Polat, Altın Fiyatını Etkileyen Faktörlerin Zaman Serisi Analiziyle Tespiti, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İşletme Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Erzurum, 05 Temmuz 2013, s.14

(8) H. Bader Arslan, “Dolar İmparatorluğunun Hikayesi”, T 24 Gazetesi, 30 Eylül 2010; https://t24.com.tr/yazarlar/h-bader-arslan/dolar-imparatorlugunun-hikayesi,2557/Erişim Tarihi 19.12.2021/

Yazar
Esat ARSLAN

Esat Arslan, İstanbul’da 15 Nisan 1947 tarihinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini İstanbul’da; yükseköğrenimini Ankara’da tamamlayan Esat Arslan, Savunma Bilimleri, Kamu Yönetimi dallarında yüksek lisans; Türkiye Cumhuriyeti Tarihi da... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen