Asılsız Ermeni İddiaları ve İçimizdeki Mankurtlar

                       

Mustafa TEZEL

Yıllardan buyana her Nisan ayında temcit pilavı gibi ortaya sürülen asılsız soykırım iddiaları, 2015 yılı başından itibâren ─tehcir hâdisesinin 100. yıldönümü bahane edilerek─ Türk Milleti’ne karşı tam bir Haçlı Seferine dönüştürüldü. İddia ve ithamlarda artık ölçünün iyice kaçırıldığını, üstelik ─sözde─ müttefikimiz olan bâzı ülkelerin “soykırım yasa tasarılarını kabûl etmek” konusunda âdetâ yarışa girdikleri yâhut da bu konuyu sürekli olarak gündemde tutmak suretiyle, akıl ve vicdandan yoksun soykırım ithamlarının meşruiyet kazanmasına açık/örtülü destek vermekte beis görmedikleri müşahede edilmektedir.

Öncelikle, şu gerçeği vurgulamak gerekir; târihin herhangi bir döneminde, Türkler tarafından Ermenilere bir soykırım uygulanmamıştır. Bernard Lewis ve Justin McCarthy gibi pek çok Batılı tarafsız târihçi de bu gerçeği teslim etmiş, hattâ McCarthy “Birinci Dünyâ Savaşı sırasında ve savaşın hemen sonrasında, asıl Ermenilerin Türkleri katlettiğini” her fırsatta dile getirmekten geri durmamıştır[1].

Hâl böyle iken, târihî hakikatler tahrif edilerek, Türkler niçin soykırımla suçlanmaktadır? Konunun, zaman zaman Türkiye’yi belirli politikaları kabûle zorlamak maksadıyla, konjonktürel olarak gündeme taşındığı bilinmeyen bir husus değildir.

Ancak, belki bundan da daha önemlisi, “başkaları” tarafından “siyâsî/konjonktürel” gerekçelerle, Türkiye’yi/Türkleri köşeye sıkıştırmak için mütemâdiyen tekrarlanmakta olan bu asılsız iddiaların, “içimizden birileri” tarafından da benimsenmesi ve bu iddialar üzerinden, devletimizin/milletimizin ve Türk Târihine damgasını vurmuş olan İttihat Terakki, Enver Paşa, Talat Paşa vb kurumların/şahsiyetlerin sanık sandalyesine oturtulmak istenmesidir.

Oysa ki, Türkler, târih sahnesine çıktıkları günden buyana “bütün yeryüzünde sulh, sükûn, huzur, emniyet, adâlet ve refahın tesis edilmesi konusunda Yüce Yaradan (Uluğ Tengri) tarafından vazifelendirildiklerine; bu vazife lâyıkıyla yerine getiril(e)mediği takdirde, Tanrı’nın gazâbına uğrayacaklarına ve yeryüzünü yönetme yetkisinin (kut) kendilerinden alınacağına” inanmışlar; târih boyunca kurulan bütün Türk Devletlerinin yönetim felsefesinin özünü bu inanç oluşturmuştur. Hükümdârından en düşük rütbelisine kadar, devlet kademelerinde vazife yapanların ezici çoğunluğu, hemen her dönem “adâletin mutlak olarak tesis edilmesini” ilâhî bir vazife addetmiş, istisna sayılabilecek menfi uygulamalar bir yana bırakılırsa, bu konuda âdeta bir ibâdet vecdi ve şuuruyla hareket etmiştir. Yalnız güçlü dönemlerimizde değil, zayıf olduğumuz zamanlarda da “adâletle davranma” ilkesinden umûmiyetle tâviz verilmemiştir. İslâm’la müşerref olduktan sonra ise, “Dünya küfr ile ayakta durur da, zulüm ile durmaz.” anlayışı, Türk kamu yönetim felsefesinin belkemiğini oluşturmuştur. XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibâren devletin başını en çok ağrıtan konulardan birisi olan Ermeni meselesiyle uğraşırken de, Türk Devleti bu ilkeden sapmamaya büyük özen göstermiştir. Hál böyle iken, milletimizin tertemiz alnına kara leke sürmeye kalkanların amaçlarının ve gerçek yüzlerinin ortaya konulması gerekmektedir.         

Ermeni Gâilesinin Târihî Gelişimi

Ermeniler, XIX. asrın sonlarına kadar devlete karşı hiç bir menfi tavra tevessül etmemişler, bu yüzden de “tebâ-yı sâdıka” olarak anılmışlardı. Bu sadâkat sebepsiz değildi. Zîrâ, milâdî 970 yılından itibâren, Doğu Anadolu ve Kafkasya Bölgesini Abbasi yönetiminden askerî harekâtla ele geçiren Bizanslılar, Hıristiyanlığın Gregoryan mezhebine inanan Ermenileri kendi mezheplerine girmeye zorlamışlar, mezhep değiştirmek istemeyenleri de Kilikya’ya sürmüşlerdi[2]. Ermeniler, kendilerine zulüm ve hakâret eden Bizanslılardan nefret ediyorlardı[3]. Bizanslıların mezhep taassubu sebebiyle Ermenilere yaptıkları baskılar devâm ederken bölgeye gelen Selçuklu Türklerinin hoşgörülü tutumlarını gören Ermeniler, Bizans baskılarından bunaldıkları için, Selçuklulara karşı düşmanlık göstermek yerine bilâkis onları benimsemişler, yakınlık göstermişlerdir[4]. Hattâ, bâzı kaynakların iddiasına göre, Anadolu’nun Türkler tarafından fethi sürecinde zaman zaman yardımcı bile olmuşlardır[5].

Türklerin sâyesinde varlıklarını devam ettirme imkânına kavuşan Ermeniler, yüzyıllarca velinimetleri Türklere karşı saygı ve sevgi beslediler. İki toplum arasındaki bu yakınlaşma, özellikle Ermeniler üzerinde, hayat tarzından ─başta musikî olmak üzere─ sanat anlayışına kadar, pek çok konuda tesirini gösterdi[6]. Tâ ki, İmparatorluğumuzun en uzun yüzyılı gelip çatıncaya kadar.

Türk – Ermeni ilişkilerinde XIX. yüzyılda olanları anlayabilmek için, bir yüzyıl geriye gitmekte yarar vardır.

XV. yüzyılın başlarında Altınordu Devleti’nin Timur tarafından yıkılmasından sonra tâze ve zinde bir güç olarak târih sahnesinde boy göstermeye başlayan Ruslar, XVI. yüzyılın ortalarından itibâren, Kazan ve Astrahan Hanlıklarına son vererek Rus İmparatorluğu’nun temellerini atan Çar Korkunç İvan yönetiminde, kadim Türk Yurdu olan Kıpçak Bozkırlarındaki hâkîmiyet alanlarını genişletmeye başladılar[7]. Ruslar, XVIII. yüzyılın başlarında, târihçilerimizin Deli Petro adını verdikleri Çar I. Petro’nun hükümdarlığı sırasında yeni bir atağa kalktılar[8]. Rus târihindeki en belirleyici aktörlerinden birisi durumuna gelen I. Petro, yaygın kanâate göre, sonraki yüzyıllarda Rus Devletinin millî ülküsü hâline gelecek olan bâzı ilkelerin temellerini attı. Bunlardan birisi “sıcak denizlere inmek” yâni Karadeniz ve Akdeniz’e açılma politikasıydı ve bu politikanın önündeki en büyük engel de Osmanlı İmparatorluğu idi. XVIII. yüzyıl boyunca Osmanlı ile mücâdele eden Rusya, II. Katerina döneminde 1768-1774 yılları arasında devam eden ve Rusya’nın üstünlüğü ile sonuçlanan savaştan sonra sıcak denizlere inme konusunda çok önemli kazanımlar sağladı. Rusya, 1774 yılında imzalanan Küçük Kaynarca Anlaşmasıyla, Osmanlı Devleti dâhilindeki Ortodoks tebânın kiliselerini himâyesi altında bulundurma hakkını da elde etmişti[9]. Bu durum, Rusya’ya, Osmanlı Devleti’nin o sırada içinde bulunduğu müşkîl durumdan da istifâde ederek, iç işlerine karışma ve dindaşı durumundaki toplulukları devlete karşı isyâna teşvik etme imkânı vermişti. Bunun sonucunda, ilk olarak 1817 yılında Sırplar kısmî bir muhtâriyet elde ettiler.

Ermeni meselesinde ilk ve belki de en önemli kırılma noktası, Sırpların kısmî muhtâriyet elde etmelerinin hemen sonrasında, 1821 yılında başlayan ve 1829 yılında Yunanistan’ın Osmanlı Devleti’nden bağımsızlığını kazanmasıyla sonuçlanan ayaklanmadır.

1821 yılında Mora’da başlayan ayaklanma aslında kısa sürede bastırılmak üzere iken, içte ve dışta meydana gelen bâzı tâlihsiz olaylar ile, İngiltere ve Fransa başta olmak üzere, bâzı Batılı devletlerin ve Rusya’nın yardımları sonucunda, Yunanlılar Devleti-i Aliyye’den koptular. İsyanın başarıyla neticelenmesinde, dış baskı ve yardımların büyük etkisi olmuştu. 1826 yılında, bir ayaklanmayı müteakip, Yeniçeri Ocağı’nın lağvedilmesi; hemen akabinde 1827 yılında, Yunan İsyanı’nı bastırmak amacıyla Navarin’de bulunan Osmanlı Donanması’nın ─o sırada savaş durumunda olmadığımız hâlde─ İngiliz-Fransız-Rus müttefik donanmalarının âni baskınıyla yakılması; Osmanlı Devleti’nin ordusuz ve donanmasız kalmasını fırsat bilen Rusya’nın 1828 yılında Osmanlı Devleti’ne savaş açması; Yunan isyanının başarıya ulaşmasındaki en önemli âmillerdi.

Yunan isyânının başarıyla sonuçlanması, Devlet-i Aliyye’nin diğer Hıristiyan tebası arasında büyük yankı uyandırdı ve onlar için de teşvik edici oldu. XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibâren, Fransız ihtilâlinin ortaya çıkardığı Milliyetçilik akımının da etkisiyle, Osmanlı Devleti’nin ─önce gayrımüslim, sonrasında da Müslüman─ tebâsı, bağımsızlıklarını talep etmeye başlamışlardır. Bu durum Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma ve çöküşünde hızlandırıcı bir etki yapmış ve 1829’da Yunanistan, 1878’de Sırbistan, Romanya ve Karadağ, 1908’de Bulgaristan ve 1912’de de Arnavutluk bağımsızlıklarını ilân etmişlerdir[10]. Ermenilerin, bütün bu gelişmelere bigâne kalmaları beklenemezdi. Nitekim, dış tesirlerin de yönlendirmesiyle, XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibâren, Ermeni toplumu içerisinde de kıpırdanmalar başgösterdi.

***

Deli Petro’nun “sıcak denizlere inme” hedefini siyâsî bir vasiyet olarak algılayan Rus Yönetimi, sonraki dönemlerde bu politikanın hedefe ulaştırılmasını sağlayacak şartların hazırlanmasına büyük önem verdiler. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ve 1829 Edirne Antlaşmaları ile Osmanlı tebâsı olan Ortodoks mezhebine mensup Hıristiyanların hâmiliği sıfatını elde eden Rusya, bu durumun kendisine sağladığı imkânları da kullanarak, sözkonusu hedefine iki koldan (Balkanlar ve Kafkasya/Doğu Anadolu) gerçekleştireceği harekâtlarla ulaşmaya çaba gösterdi. 1829 Antlaşmasıyla Kafkasya ve Doğu Anadolu’da stratejik mevkiler elde eden Rusya’ya, buralarda tutunabilmesi ve harekâtını daha ileri noktalara taşıyabilmesi için, tıpkı Balkanlarda olduğu gibi, tabii/mahâllî müttefikler lâzımdı ve Hıristiyanlığın Ortodoks mezhebinden olan Ermeniler bu iş için biçilmiş kaftandı.

Ruslar, Ermenileri, yüzyıllarca kendilerine huzur ve emniyet içinde yaşama imkânı sunan Osmanlı Devleti’ne karşı isyana sevketmesini sağlayacak şartları oluşturmak için oldukça kapsamlı ve sistematik bir çalışma içine girdiler. Rusya’da, Ermeniler için okullar açıldı. Doğu Anadolu ve Kafkasya’dan götürülen Ermeni çocuklarının bu okullarda eğitim görmesi sağlandı. Bu çocuklar, XIX. yüzyılın ortalarından itibâren gelişmeye başlayacak olan Ermeni isyanında öncü/kilit rol oynadılar.

Ruslar, amaçlarına ulaşabilmek için, Ermeni düşünürlerini, yazarlarını elde ederek, Osmanlı karşıtı eserler ve Ermenistan’ın bağımsızlığı ve millî ideallerinin canlandırılması için destanlar yazdırıp yayınlatıyor, komiteler kurduruyor, her türlü şekilde isyan etmeleri için Ermenileri teşvik ediyorlardı. Rusya’daki Ermeni düşünürleri ve yazarları gazete, kitap ve dergilerde yayınladıkları yazılarla Rus ve Osmanlı Ermenilerini, Türklere karşı kışkırtıyor, şiirleriyle Müslümanları aşağı ve değersiz gösteriyor, “Tanrım! Sen Ermeni Milletine acı, düşman Türk’ü perişan et ve tepele” gibi Ermenilerin zihinlerine düşmanlık tohumları eken kışkırtıcı ilâhiler besteliyorlardı. Bu kışkırtmalar, bilhassa yabancı ülkelerde öğrenim görmüş Ermeni gençlerinde çok etkili oluyordu[11].

XIX. yüzyılın ilk yarısında İngiltere ile Osmanlı Devleti arasında sıcak ilişkiler kurulmuştu. İngilizler, Rusya’nın baskısından bunalmış olan Osmanlı’nın ─güç dengesini sağlamak için─ kendilerine yakınlaşmasını fırsat bilmişler ve ─başta ticârî konular olmak üzere─ önemli menfaatler elde etmişlerdi. Rusya’nın “sıcak denizlere inme” amacından büyük rahatsızlık duyan İngilizler, Hindistan yolunu güvence altına almak için, Osmanlı’nın Rusya karşısında desteklenmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Ancak, Rusların kendi topraklarında 1829-1830’larda kurdukları küçük Ermenistan bölgesini, Osmanlı Devleti aleyhine güneye doğru genişleterek, sıcak denizlere inme, Kafkaslardan Doğu Anadolu’ya ve Basra ile İskenderun Körfezlerine inerek bir Ermeni toprağı yaratma plânları, İngiltere’nin bu bölgelerde yaşayan Ermenilerle ilgilenmesini kendi menfaatleri açısından zarurî kılmıştır[12].

İngiltere, Ermenileri kendi tarafına çekebilmek ve bu ilişkinin sürekliliğini sağlayabilmek için, kahir ekseriyeti Ortodoks ve az bir kısmı da Katolik olan Ermenilerin Protestan Mezhebine girmelerini teşvik etmiştir[13]. Öyle ki, İngiltere’nin bu tutumu Ermeni toplumu ve Ermeni Ortodoks Kilisesi’nde rahatsızlık uyandıracak boyutlara ulaşmıştır.

Türkiye’de Ermeni olaylarının başlamasında Fransa’nın ayrıcalıklı bir konumu bulunmaktadır. 1839 Baltalimanı Antlaşması’ndan sonra, gayrimüslim unsurlara mensup tüccarların Batı ülkeleriyle ilişkileri hızla gelişmiş ve bunun neticesinde zenginleşmişlerdir. Batılı devletler ve, devletlerinin tatbik ettikleri politikalar doğrultusunda hareket eden Batılı tüccarlar, Osmanlı tebâsı gayrimüslim unsurları tabii müttefikleri gibi görmelerinin yanısıra, onların kültürel kalkınmalarının ve ayrı bir millet şuuruna sâhip olmalarının iktisâden de kalkınmaları ile mümkün olacağı düşüncesinden hareketle, bu kesimle olan ilişkilerine özel bir önem vermişlerdir. Bunun sonucunda, özellikle ticaretle uğraşan Ermeni ailelerin çocukları ─bilhassa Fransa’nın en ünlü üniversitelerinde─ eğitim görerek Osmanlı topraklarına dönmüşlerdir. Bu dönüşleri esnasında da Fransa’dan edindikleri ihtilálci fikirleri, milliyetçilik ve ulus-devlet anlayışını getirmişler, edindikleri fikirleri çevrelerine yaymışlardır. Ermeni milliyetçilik hareketinin ortaya çıkmasında, Fransa’da eğitimlerini tamamlayan Ermenilerin önemli bir rolü olmuştur[14]. Fransa kendi kurumlarında eğitimlerini tamamlayan Ermenilerden daha sonra önemli ölçüde istifâde etmiştir[15].

1890’lı yıllardan sonra giderek azgınlaşan Ermeni tedhişi, II. Abdülhamit Han’ın aldığı mâhirâne tedbirler sâyesinde bir müddet sonra kontrol altına alınmaya çalışıldıysa da, düvel-i muazzamanın teşvik ve şımartması yüzünden, Ermeni toplumunda ihtilálci fikîrlerin yaygınlaşmasının önüne geçilememiştir.

XIX. asrın son çeyreğinde, “içten yanmalı motor” teknolojisinin bulunması ve hızla gelişmesi, o güne kadar en stratejik enerji kaynağı olan kömürün tahtına bir müddet sonra petrolün oturmasını mukadder kılmıştı. Ve, o târihlerde, bilinen petrol yataklarının çok büyük bir kısmı Kerkük ve Bakü’de idi. Her ikisi de kadim Türk yurdu olan bu yerlerden Kerkük uhdemizde iken, Bakü Rus işgâli altındaydı. Târihte ─hicrî takvime izâfeten─ “93 Harbi” olarak bilinen ve harbin başlarındaki destansı kahramanlıklara rağmen ─her nasılsa Devletin zirvesine kadar yükselmeyi başarabilmiş─ bâzı gâfillerin küçük hesaplara dayalı ihânetleri sebebiyle târihimizin en büyük yıkımlarından birisine dönüşen 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbinin, tam da petrolün stratejik öneminin anlaşıldığı bir döneme denk gelmesi, üzerinde durulması gereken bir konudur.

XV. asrın sonlarında dünyâ ticâret yollarının değişmesi, XVIII. asrın üçüncü çeyreğinde de sanayi inkılâbının ortaya çıkması, nasıl ki dünyâ târihinin en önemli dönüm noktaları arasında yer alıyorsa, XIX. yüzyılın üçüncü çeyreğinde petrol türevleri ile çalışan içten yanmalı motor teknolojisinin bulunması da, aynı öneme sâhiptir.

Teknolojideki ve enerji kaynaklarındaki bu dönüşüm, Türkiye’yi düvel-i muazzamanın hedefi hâline getirmişti. Zîrâ, engel olunmadığı takdirde, dünyanın gelecekteki en stratejik enerji kaynağının mühim bir kısmını ellerinde bulunduran Türkler kendilerini hızla toparlayabilirlerdi ve bu da Batı’nın emperyál emellerinin gerçekleştirilmesini sekteye uğratabilirdi.

Hemen hatırlatalım ki, günümüzde, dünya petrol ve doğal gaz rezervlerinin yaklaşık yarısı, II. Meşrutiyet’ten sonra elimizden çıkan vatan topraklarında bulunmaktadır.

İşte bu yüzden, yeni bir gayretle, bir yandan Araplar ve Arnavutlar gibi, İmparatorluğun Müslüman tebası da isyâna teşvik edilirken, Ermeni vahşetinin zirveye çıkması için de gereken her şey yapıldı. Tıpkı günümüzde bölücü eşkıyaya arka çıktıkları gibi, o zaman da, devletin, isyan eden ve ortalığı ateşe veren Ermeni eşkıyasına karşı almaya çalıştığı her önlem, o dönemin güçlü Batılı ülkelerinin engellemeleriyle karşılaştı. Bu ülkeler, Ermeni cânilerin, yalnız inzibat kuvvetlerimize karşı değil, köyünde/kasabasında kendi hâlinde yaşayan, hattâ her gün azgınlaşan tedhişe rağmen Ermeni komşularıyla ─hiç bir şey yokmuşçasına─ “iyi geçinmeye” çalışan mâsum Türklere yönelik vahşeti görmezden gelirlerken, bu cinâyetleri işleyenlere karşı girişilen hukûk çerçevesindeki her türlü önleme/cezâlandırma teşebbüsünü âkim kılmak için, tehditten askerî müdahaleye kadar, her yöntemi denediler. Bu baskılar, çoğu zaman devletin elini kolunu bağlasa da, Ermeni câniler amaçlarına yine de ulaşamadılar.

ermeni cetesi copy

Ne var ki, Birinci Cihan Harbi’nin çıkması, Ermeni çetelerine o güne kadar arayıp da bulamadıkları fırsatı sundu. Harbin başlamasıyla birlikte pek çok cephede yurdu savunmak durumunda kalan ordunun nefer ihtiyâcını karşılayabilmek için seferberlik ilân edilmiş ve neredeyse eli siláh tutan bütün Türk erkekleri siláh altına alınmıştı. Bu yüzden, köyler, kasabalar, hattâ şehirler, gözünü kan bürümüş Ermeni çeteleri karşısında savunmasız kaldılar. Ve, bu çeteler, savunmasız durumdaki ─çoğu kadın, çocuk, hasta ve yaşlılardan oluşan─ Türklere karşı târihte o güne kadar eşine ve emsâline rastlanmayan cânice yöntemlerle korkunç bir soykırıma giriştiler. Yüzbinlerce Türk, en vahşî yöntemlerle katledildi[16]. Bu olayların vukû bulduğu sırada Doğu Anadolu Cephesinde yedek subay olarak vazife yapmakta olan Şevket Süreyya AYDEMİR, hayat hikâyesini anlattığı “Suyu Arayan Adam” isimli eserinde, Erzurum ve civarında katliamdan hemen sonra ulaştıkları köylerde karşılaştıkları vahşeti anlatmakta kelimelerin ve kalemin çâresiz kaldığını, söyler. Burada, sözü Aydemir’e bırakalım[17];

“…… Çılgın hesaplaşmanın bir türlü sonu gelmiyordu. Erzurum yolu üstündeki Cinis Köyü karşısında Evreni Köyünde, kadın, erkek, çocuk bütün köylüler öldürülmekle kalmamıştı. Öldürülenlerin vücutları parçalanarak, kollar, bacaklar, kafalar, kasap dükkânındaki etler gibi, duvarlara, çivilere, çengellere asılmıştı. Fakat, bunları yapanların hırsları bununla da sönmemişti. Köyde ne kadar hayvan ele geçmişse, mandalar, sığırlar, davarlar, kümes hayvanları, hattâ köpekler öldürülmüş, parçalanmıştı. Yerlere serilmişti.”

“Cinis’te ise, bütün köy halkını ayakta ve köyün ağzında bekliyor gördük. Fakat bunlar, bir ölü kafilesiydi. Köyden çıkarılan, köye gireceğimiz yol üstünde süngülenirken birbirlerine sokulan ve yapışan kadın, erkek, çocuk bu insanlar, dayanılmaz bir soğuk altında kaskatı donmuşlar ve öylece kalmışlardı.”

“…… Erzurum’da kan çılgınlığı son haddini bulmuştu. Şehrin gâliba yarı nüfusu öldürülmüştü. Yalnız Gürcükapısı İstasyonu’nda üç bin kadar ölü, bir odun veya kereste deposunda olduğu gibi, intizamla, âdetâ zevkle, dizi dizi yığın yığın sıralanmış, istiflenmişti. Bunlar, Erzurum şehrinin kadın, erkek, çocuk Türk halkındandı. Sıraların, istiflerin bozulmaması, yıkılmaması için; boylarına, cüsselerine göre dizilen ölü sıralarının aralarına, yerine göre ayrı ayrı boylarda çocuk yâhut yaşlı ölü vücutları sıkıştırılmıştı. Bütün bunları yapanlar, belliydi ki, yaptıklarından zevk alıyorlardı. Bu zevki mümkün olduğu kadar uzatmak, daha fazla tatmak istiyorlardı. Sonunda bu yığınları belki gazlayıp, benzinleyip ateşe vereceklerdi. Bu yanan insanların, buram buram göklere yükselecek dumanları karşısında, belki de sarhoş olup tepineceklerdi…”

“…. Erzurum’dan sonra, kana, ölüye, yâhut çürüyen yanan insan eti kokusuna karşı, hepimize bir iç tıkanıklığı gelmişti. Fakat ne çâre ki, nice uzun yolları hep bu kokular içinde aşmak gerekiyordu.”

Üçüncü Ordu Komutanı Vehib Paşa, 1918 yılında Rusların çekilmesiyle onların yerine alan Ermeni birlikleri kesin yenilgiye uğratıldıktan sonra, Ermenilerin boşalttığı şehirlere giren Türk birliklerinin gönderdiği raporları inceledi. Ermeni vahşetinin kanıtlarını kendi gözleriyle gördü. Ve, Paşa, İstanbul’a gönderdiği raporunda acıklı durumu şöyle anlattı;

“…. Siláh kullanabilecek yaşta olan bütün ahâli toplanmış, yol yapımı için Sarıkamış yönünde yürütülmüş ve kıyımdan geçirilmiştir. Geri kalan ahâli Rusların çekilmesinden sonra Ermenilerin zulüm ve kıyımına uğramışlar, bunların bir bölümü yok edilmiş, cesetler kuyulara atılmış, insanlar evleriyle birlikte yakılmış, süngü kullanımıyla sakat edilmiş, toplu kıyım yapılan binâlarda insanların karınları deşilmiş, ciğerleri sökülmüş, kızlar ve kadınlar her çeşit iblisçe davranışlara mâruz kaldıktan sonra saçlarından asılmışlardır. İspanyol engizisyonun uyguladıklarından beter olan bu vahşet eylemleri sonucunda canlı kalabilmiş kişiler yoksulluk içindedir, canlıdan çok ölüye benzemektedir, dehşete düşmüşlerdir ve içlerinde aklını oynatanlar vardır. Bunlardan 1.500 kadarı Erzincan’da, 30.000 kadarı Erzurum’dadır.”

“… Halk açtır sefâlet içindedir, çünkü neleri varsa ellerinden alınmıştır ve tarlalarını ekememişlerdir. Ahâli, Rusların bıraktığı depolarda bulunan bir miktar yiyecek sâyesinde canlı kalabilmiştir. En kötü şartlarda olan, Erzincan ve Erzurum çevresindeki köylerdir. Yol boyundaki köylerden kimi taş üzerinde taş bırakılmayarak yer ile yeksân edilmiş, halkının tamâmı kıyımdan geçirilmiştir”[18].

Ermeni çetecilerinin hâleti ruhiyesini yansıtması açısından, 93 harbinden sonra, Bulgar çetecilerini kendisine emsál alan bir çete reisinin, Robert Kolejinin kurucusu Dr. Cyrus Hamlin’e söylediklerine kulak vermek yeterlidir[19];

“…. Hınçak çeteleri fırsat bulunca Türklerle Kürtleri öldürecekler, onların köylerini ateşe verecekler ve sonra dağlara kaçacaklardır. Öfke içinde kalan Müslümanlar ayağa kalkacak, savunmasız Ermenilerin üzerine çullanacak ve onları öylesine bir vahşetle kıyımdan geçirecektir ki, sonuçta Rusya, insanlık ve Hıristiyan uygarlığı adına, işe karışacaktır”.

Dehşet içinde kalan Dr. Hamlin “bu tasarının şimdiye kadar görüp duyduğu her tasarıdan daha vahşice ve cehennemlik olduğunu” söyleyince, muhatabından şu cevabı alır;

“Kuşkusuz size öyle geliyor, ama biz Ermeniler özgürlüğü elde etmeye azimliyiz. Avrupa, Bulgaristan’da olup biten dehşet verici olaylara sağır kalmadı ve Bulgarlara özgürlüklerini kazandırdı. Milyonlarca kadının ve çocuğun kanı üzerinde çığlıklar halinde duyulacak bizim feryadımıza da sağır kalmayacaktır. Bizim başka umudumuz yok. Bunu yapacağız” .

 

robert kolej cyrus hamlin copy

Zorunlu yer değiştirtme (tehcir) kararı

Sonuçta, yurdu düşmana karşı savunmaya çalışan ordu iki ateş arasında kalmıştı. Karşısında düşman, arkasında Ermeni çeteleri… Ve, geride bıraktıkları savunmasız âile fertleri insafsız çetelerin kıyımına mâruz idi. Devlet, bu durumda, vatandaşlarının can güvenliğini koruyabilmek, ülkede huzur ve asayişi tesis edebilmek ve ordunun gerisini emniyete alabilmek için, Ermeni tebâsını ─denetimini daha kolay sağlayabileceği bölgelere─ zorunlu olarak sevketmek mecburiyetinde kaldı[20]. Bu, kesinlikle haklı ve son derece yerinde bir karar idi[21]

Zorunlu yer değiştirtme (tehcir) kararının o günün güç şartlarında emniyet içinde gerçekleştirilmesi ve göç ettirilenlerin temel ihtiyaçlarının ─imkánlar nispetinde─ en iyi şekilde karşılanması için büyük titizlik gösterildi[22]. Hâl böyle iken, yine de bâzı müessif hâdiseler meydana geldi. Ancak bunların sorumluları derhâl yargılandı ve suçlu bulunanlar cezâlandırıldı. Salgın hastalıklardan, yaşama şartlarındaki güçlüklerden ötürü hastalananlar ve ölenler olmuştu. Fakat, bu durum kasıtlı bir uygulamanın sonucu değildi. Devletin ordusu ve Türk ahâli de daha iyi durumda değildi. Cephedeki asker, çoğu zaman süpürge tohumu ve atların dışkılarındaki arpa artıklarıyla açlığını bastırmak durumunda kalıyordu. Sarıkamış Harekâtını yürüten dâmâd-ı şehriyâri (hükümdar dâmâdı) Hafız Hakkı Paşa gibi pek çok ileri gelen insan bile, o sıkıntılı günlerde salgın hastalıklar yüzünden hayâtını kaybetmişti.

O yıllarda, yalnız ülkemizde değil, Avrupa’da da salgın hastalıklar milyonlarca insanın canına mâl olmuştu[23]. Kaldı ki, güç hayat şartları, hastalık ve asayiş sorunları yüzünden ölenlerin sayısı, binlerle sınırlı idi. Tek bir insanın bile ─bırakın ölmesini─ burnunun kanamasını arzu etmeyiz. Dolayısıyla, bu “binlerle” ifâdesi yaşananları önemsizleştirmek amacıyla söylenmiş değildir. Cephedeki askerin ve cephe gerisindeki ahâlinin de benzer sorunları, hattâ daha fazlasını yaşadığını gözönünde bulundurmak gerektiğine dikkat çekmek istenmektedir.

Nitekim, cennetmekán Ziya GÖKALP, mütarekeden sonra işgâlcilerin yönlendirmesiyle kurulan harp divanında “Ermenilerin, savunma kabiliyetine sâhip erkeklerin mühim bir kısmının askere alınmış olmasından istifâde ederek, savunmasız durumdaki Türk ve Müslüman ahâliye saldırdıklarını ve milyondan fazla insanı katlettiklerini; bu durumda ─çoğu kadın, çocuk, hasta ve yaşlılardan oluşan─ Türklerin, bulabildikleri kısıtlı araç-gereçle kendilerini savunmaya çalıştıklarını; bir mukatele (karşılıklı cedelleşme/mücâdele) olduğunu, ancak Ermenilerin bilinçli olarak katledilmelerinin sözkonusu olmadığını; Ermenilerce katledilen Türk ve Müslümanların sayısının, sağlık/beslenme/asayiş sorunları gibi sebeplerden ötürü ölen Ermenilerden kat be kat fazla olduğunu,” korkusuzca haykırmış ve beratına karar verilmiştir. Nemrut Mustafa Divanı olarak da anılan bu göstermelik mahkeme, sonunda bîgünah Boğazlıyan Kaymakamı Kemál Bey’in idamına hükmetmiş, ancak suçluluğunu belgeleyen hiç bir kanıt ortaya koyamamıştır. Kezâ, “Bayburt Kaymakamı olduğu sırada tehcire tâbi tutulan Ermenilere fenâ muamelede bulunduğu” suçlamasıyla tutuklanan kahraman Urfa Mutasarrıfı Nusret Bey, önce berat etmiş olmasına rağmen, bütün hukûk teamülleri ihlâl edilerek, mahkeme heyeti yeniden tertip edilmek ve yeni bir karar çıkartılmak suretiyle, idâmına karar verilmişti. Anılan mahkeme, başta Gâzi Mustafa Kemál Paşa olmak üzere, millî mücâdelenin hemen hemen bütün liderleri hakkında da ─gıyaplarında─ îdâm kararları verdi. Bu zâlim kararların işgálcileri tatmin etmek amacıyla verildiğine şüphe yoktur[24].

İngilizlerin, İstanbul’un işgâlinden hemen sonra tutuklayarak, ─o târihlerde İngiliz sömürgesi olan─ Malta’ya sürdükleri 145 kumandan, devlet ve fikîr adamının ─ki, aralarında Ziya Gökalp, Süleyman Nazif, Abbas Halim Paşa, Sait Halim Paşa, Ali İhsan Sabis Paşa gibi kimseler vardı ve İngilizler, bunların işgâle karşı direnişi örgütlemelerinden çekiniyorlardı─ tutuklanma gerekçelerinden birisi de “Ermenilere karşı kıyım gerçekleştirmek ve/veya buna zemin hazırlamak” iddiasıydı. Ancak, İngilizler, 1919 yılı Mart ayından itibâren tutuklamaya başladıkları ve mühim bir kısmını 1922 yılı sonlarına kadar esir tuttukları bu insanların suçlu olduklarını ispatlamak için çok çırpınmalarına rağmen, üstelik de devletin bütün arşivi ellerinde iken ve bu konuda başta ABD olmak üzere, konuya ilgi duyan diğer ülkelerden de ziyâdesiyle destek aldıkları hálde, bu amaçlarına ulaşamamışlar ve “Malta Sürgünleri”ni serbest bırakmak durumunda kalmışlardı.

“Ermeni Soykırımı” tâbirini ilk defa kullanan yayın olarak bilinen ve İngiliz Hükûmeti tarafından 1915 yılında yayımlanmış olan Mavi Kitap’ın müellifi, sonraları ünlü bir şarkiyatçı ve medeniyet târihçisi olan Arnold Toynbee idi. Toynbee, İngiliz İstihbarat Teşkilâtı’nın Şark Masası Başkanı olduğu dönemde yayımlanmasını sağladığı bu kitapta “Türklerin Ermenilere insanlık dışı zulümler yaptıkları” ileri sürülüyordu. Ancak, aynı Toynbee, kısa bir süre sonra Türklere sevgi beslemeye başlamış; 1921 yılında Yunanlıların giriştiği Anadolu mâcerâsını yerinde izlemiş ve işgâl ettikleri Anadolu topraklarında mâsum Türklere karşı giriştikleri vahşeti Batı kamuoyuna aktararak, Türk Millî Mücâdelesinin haklılığının teyit edilmesinde önemli bir vazife görmüştü. “Arnold Toynbee’nin Ermeni Sorununa Bakışı” üzerine bir inceleme gerçekleştiren Prof. Özdemir, A. Toynbee tarafından hazırlanarak 1915 yılında yayınlanan ve Türkiye aleyhine yürütülen faaliyetlerin başlıca dayanağını oluşturan “Mavi Kitap”ın Birinci Dünya Savaşında İngiltere’de Wellington House adı ile bilinen propaganda ofisinde hazırlanmış olan bir “savaş propagandası kitabı” olduğunu ifâde ettikten sonra, Toynbee’nin sonraki yıllarda eserlerini anlatırken bu kitabı hiç anmamasına dikkat çekmekte ve 1916 yılındaki yazışmalarının, Toynbee’nin o dönemde yapmış olduğu işe güvenmemiş olduğunu gösterdiğini, belirtmektedir[25].

Piyer Keyard’ın, Paur l’Armenie adlı risalesinden naklen, Rus General Mayewski, Zeytun olaylarında[26] Türklerin 20 bin kişi kaybettiğini, buna mukabil Ermenilerin kaybının 125 kişi olduğunu, birinci rakamdan hareketle onda bir bile kabul edilse bütün Ermeni olaylarında Türklerin zayiatını binlerle ifade etmek gerektiğini belirtir. Yine Mayewski’ye göre bu olayların akabinde Türklerin zayiatını hiç kimse akla getirmemiş, ayaklanan Ermeni komitacıların bombalarıyla can veren Müslüman halkın kaybı üzerine hiçbir çalışma yapılmamıştır[27].

Yine Rus Generale göre Van olaylarını bazı yazarlar o kadar abartmıştır ki, çok mükemmel silahlanmış bir ayaklanma gibi göstermişlerdir. Mesela Ermenistan ve Avrupa adlı kitapta bir yazar bizzat olay günü Van’da olduğunu, sokaklarda cesetlerden geçilmediğini, Rus konsolosun sokaklarda gezerken cesetlerin üstünde atlayarak geçebildiğini yazmıştır. Oysa Mayewski raporunda, araba veya atla gezmediğini ve hiçbir cesede rastlamadığını, hatta sokaklarda tek bir canlıyı görmediğini ısrarla söylediği gibi, bir adım daha ileri giderek, bütün Van Ermenilerinin o gün Rus ve İngiliz konsoloshanelerinin bulunduğu mevkie yakın bahçelerde toplandıklarını belirtir. Bu konuda Van olayları hakkında basında doğru bir şey yazılmadığını, basında çıkan haberlere göre “Türkler Ermenileri kesiyor” iddialarının nasıl ve kimler tarafından çıkarıldığına dair bir araştırma yapılmadığı, olayların karanlıkta kaldığı vurgusunu yapar[28].

Mayewski, 6 Haziran 1896 Perşembe günü Doktor Ranbuldis ile birlikte Ermeni komitacılarla tahkim edilmiş iki yer gezdiklerini, bunların İran’dan takviye kuvvet gelinceye kadar on gün dayanabileceklerini, komitacıların elebaşları içerisinde Amerika, Rusya ve Bulgar uyrukluların da bulunduğunu, 600-700 kişi olduklarını, komitacıların halkı korumak için silaha sarılmadığını, gerçekte ihtilal kastıyla silaha sarıldıklarını, bunların yerlerini bilmeyen silahsız ve hiçbir günahı olmayan Müslümanları nasıl öldürdüklerine dair elinde ciddi belgelerin olduğunu kaydeder[29]

Yine Mayewski’ye göre 1894 yılında Osmanlı topraklarında çok can sıkıcı olaylar meydana gelmiştir. Perde arkasında Avrupa’nın yardımı olmasaydı, bu olayların çıkması mümkün değildi. Avrupalılar Ermeni olaylarını ileri sürerek Osmanlı Asya’sında bulunan on vilayeti kana bulamıştır. İşte Ermeni olayları, Avrupalılarca tezgâhlanan oyunların neticesinde çıkan dramın birinci perdesini teşkil eder. Çünkü Ermeni hükümetinin oluşturulması, çeşitli milletlerden ibaret olan Kafkasya’daki Ermeni hareketlerinin genişleyerek yayılması, Avrupalılarca arzulanan bir durumdu[30]. Avrupa buna muvaffak olmak düşüncesiyle Ermenileri satın aldı. Ermeniler de 1895 ve 1896 yılları arasında gelişen hadiseleri çıkardı. Başta Ermeni olayını çıkaran İngiltere olmak üzere diğer Avrupa devletleri bunu alkışladı. Rus Generale göre bu devletler hiçbir şekilde Ermeni milletini sevmezdi. Tek gayeleri bir Ermeni ihtilali ortaya çıkarmaktı. 1898 ve 1899 yıllarında kurulacak Ermeni devletiyle hiçbir Avrupalı devlet ilgilenmedi. Ermeni meselesi diplomatların listelerinden silindi ve unutuldu. Bütün bu olanlara rağmen meşhur Avrupalı politikacıların Ermeni meselesiyle ilgili zaman zaman çıkışları, Mayewski’de bu meselenin ileride tekrar açılabileceği görüşünü doğurmuştur. Zira Rus Generale göre bu olayların hepsi Osmanlıdan pay almak düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Kanunların icrası, Hristiyanları ve insaniyeti korumak, Avrupalılarca kullanılan birer maskeden ibarettir[31].

Ezcümle, yerli/yabancı bütün ciddî ilim adamları ve hattâ Ermeni meselesinde taraf durumunda olan Rusya gibi ülkelerin olaylara şâhit olan tarafsız/vicdanlı görevlileri, “Birinci Cihan Harbi sırasında ve sonrasında Türkler tarafından Ermenilere bir soykırım uygulanmadığı; aksine, Batılı güçlü devletler tarafından “Bağımsız Büyük Ermenistan” hayâli ile kandırılan Ermeni Çetelerinin Türk ve Müslüman halka karşı vahşet gerçekleştirdikleri; bu saldırılar yüzünden, Türkler ile Ermeniler arasında karşılıklı ve mevzi (lokal ölçekte) çatışmaların yaşandığı” konusunda, anlaşılabilir ifâde farklılıkları bir yana bırakılacak olursa, büyük ölçüde hemfikîrdirler.

Sonuç Yerine

Türklerin Ermenilere soykırım yapmadığı, tam aksine düvel-i muazzamanın kışkırtmalarına aldanarak “bağımsız Ermenistan” hayâline kapılan Ermeni çetelerinin, eli silâh tutan erkeklerin çoğunluğunun cephede olmasını fırsat bilerek, savunmasız Türklere karşı insanın tüylerini ürperten toplu katliamlara giriştikleri ve bu şekilde çoğu kadın, çocuk, yaşlı 1 milyondan fazla savunmasız Türk’ü en vahşi yöntemlerle katlettikleri bir hakikat iken, asılsız soykırım iddialarının gündeme getirilmesi ve özellikle 1970’li yıllardan itibaren bu ithamların inatla ve ısrarla gündemde tutulmasının târihi gerçeklerle bir ilgisi bulunmamaktadır. Konu tamâmen siyâsîdir, Batı’nın “Türkiye’yi baskı altında tutma” siyâsetinin bir sonucudur. Tıpkı, yüz yıl önce olduğu gibi, bugün de Ermeniler, sözkonusu siyâsetin bir aracı/piyonu olarak kullanılmaktadır. Yerli ve yabancı kaynaklara göre, tehcirin yapıldığı dönemde İmparatorluk sınırları içindeki Ermeni nüfusu 1,2 – 1,5 milyon civarında iken ve bu nüfusun da bir kısmı tehcir dışında tutulmuşken, sözüedilen rakamlardan daha büyük bir nüfusun soykırıma tâbi tutulduğunu ileri sürebilmek, akıl ve izan sahibi insanlar için mümkün değildir. 

Millî Mücâdele sonrasında tavsayan soykırım iddialarının 1970’li yılların başından itibâren yeniden gündeme getirilmesinde bâzı hususların etken olduğu inancındayız.

Bu hususlardan birincisi şudur; Kontrol altında tutulmak istenen, Demirperde’nin önünde, Batı’nın güvenliğini sağlayacak muhkem bir karakol görevini görecek olmakla birlikte, bağımsız politikalar uygulama gücü ve kabiliyetini hâiz olmaması arzulanan Türkiye, doğrudan ya da dolaylı yoldan yapılan bütün engelleme girişimlerine rağmen, Cumhûriyetin 50. yılına gelindiğinde, her bakımdan kendi ayakları üzerine durabilen, gerektiğinde -Kıbrıs konusunda olduğu gibi- Batı’ya rağmen kendi politikalarını uygulamaya çalışan bir ülke hâline gelmiştir. Yine bu dönemde, kalkınmanın/modernleşmenin itici gücü olan sanayileşme konusunda da çok ciddî adımlar atılmıştır. Hâlén Türk Sanayiinin medârı iftiharı mevkiinde olan Petkim, Tüpraş, İsdemir, Kardemir, Ereğli Demir-Çelik, Seydişehir Alüminyum vb. tesis ve kuruluşlar, Batılı müttefiklerimizin özellikle gerekli finansman ve teknolojinin sağlanması konusunda çıkardıkları engellere rağmen, kurulabilmiştir. Türkiye’nin, Batı ile olan ittifakına rağmen, gerektiğinde kendi menfaatine olan politikaları uygulama, “bağımsız” hareket edebilme kararlılığı, Batılı müttefiklerimizi her zaman rahatsız etmiş; Türkiye’ye “muz cumhûriyeti” muâmelesi yapabilmek için, kaynaklarını ve zamânını israf etmesine, millî birliğinin zedelenmesine yol açacak her türlü girişime açık ya da örtülü olarak başvurmaktan çekinmemişlerdir.

Batılı müttefiklerimizin Türkiye’ye yönelik olumsuz tutumlarını artırmalarına yol açan ikinci önemli olay ise, 1974 yılında icrâ edilen Kıbrıs Barış Harekâtı’dır. Tükiye’nin, XIX. yüzyılın sonunda ali-cengiz oyunlarıyla vatandan koparılan ve “batmayan uçak gemisi” olarak adlandırılan, küresel güçlerin Akdeniz’de stratejik üstünlüğe sâhip olabilmeleri bakımından büyük önem taşıyan Kıbrıs’a, müttefiklerinin karşı çıkmalarına rağmen başarılı bir harekât düzenlemesi, Batılı ülkelerdeki Türkiye karşıtı çevreleri âdetâ çileden çıkarmış ve “Türklerin, her ne pahasına olursa olsun, cezalandırılmaları ve engellenmeleri” konusundaki kararlılığın artmasına yol açmıştır. 1970-1980 yılları arasında Türk Diplomatlarına yönelik uygulanan Ermeni tedhişini ve 1983’den günümüze onbinlerce cana ve yüzmilyarlarca liraya mâl olan PKK tedhişini, kezâ Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan sonra uygulanan “silâh ambargosu”, AB üyelik sürecinin bilinçli olarak sürüncemede bırakılması, Kıbrıs ve Ege sorunu gibi konularda Türkiye’ye karşı tutum takınılması; Güney sınırlarımızda, “Türkiye’nin böğrüne bıçak saplamak” anlamına gelecek şekilde, bir uydu Kürt Devleti kurulması konusundaki ısrarlı ve kararlı çabaların, bahsedilen politikanın bir neticesi olarak mütalaa edilmesi mümkündür.

Türkiye’nin, yaklaşık 100 yıl önce, vatandaşlarının can güvenliğini korumak amacıyla, tamâmiyle hukûkî bir çerçevede uyguladığı tedbirlerin (Zorunlu İskân vb.), gerçeklere aykırı bir şekilde “soykırım” olarak nitelendirilmesi; Türkiye’nin, bu konuda teklif ettiği akılcı ve iyi niyetli yöntemlerin (Türkiye ve Ermenistan başta olmak üzere, konuyla ilişkisi olan bütün ülkelerdeki arşivlerin, tarafsız bir bilim adamları heyeti tarafından incelenmesi gibi) hüsnü kabul görmemesi, yalnızca “Batılı kamuoyunun önyargısı” olarak değerlendirilemez. Arşivlerin açılması durumunda, Türkiye’nin tezlerinin doğruluğunun anlaşılması bir yana, gerçek suçluların anlaşılması ihtimali de sözkonusudur ki, Ermeni çetelerini Türklere karşı katliam uygulamakla görevlendiren/destekleyen yâhut kışkırtan ve/veya menfaatleri öyle gerektirdiği için yapılan katliamlara gözyuman ülkelerin, kendi arşivlerinden çıkarılacak belgeler karşısında, bugüne kadar dillendirdikleri iddiaları çürütülmüş olacağı gibi, siyâsî ve hukûkî yönden sorumlu tutulmaları da gerekebilecektir.

Asılsız Ermeni iddiaları konusunda yalın gerçekler ortada iken, Batılı ülkelerin, Haçlı Ruhu ile hareket ederek gerçekleri ters yüz etmeye çalışmaları, sebepsiz değildir.

Özellikle Türklere karşı uygulanan Ermeni mezâliminde sorumluluğu bulunan Batılı ülkeler, asılsız Ermeni iddiaları konusunda saldırgan/uzlaşmaz bir tutum sergileyerek, sözkonusu olaylardaki sorumluluklarını örtbas etmeye çalışmaktadırlar.

Bu “saldırgan” politika sâyesinde Türk Millî Kimliği’nin baskı altında tutulması; böylece insanımızda, özellikle de târih bilgisi/şuuru yetersiz yeni nesillerde, aşağılık duygusunun oluşması da sağlanabilecektir. Muhtemeldir ki, sürekli baskı altında tutulduğu takdirde, Türk Millî Kimliğinin kendisini geliştirme ve kapsayıcı/toparlayıcı/birleştirici olma özelliğini zaman içinde yitireceği hesaplanmaktadır. Millî kimliğin zayıflaması, uzun dönemde “millî kimlikten kaçış” ve “alt kimliklerin öne çıkması” gibi sonuçlar doğuracaktır ki, herhâlde istenen de budur. Ulus-devlet yapısını ayakta tutabilmenin önde gelen şartlarından birisinin, güçlü ve kapsayıcı bir millî kimliğin varlığı olduğu, unutulmamalıdır.

Asılsız Ermeni Soykırımı iddialarının kararlılıkla sürdürülmesindeki bir başka etkenin ise, günümüzün en önemli sorunlarından birisi hâline gelen mülteciler konusu olduğunu düşünüyoruz.

Bilindiği üzere, küresel ısınma ve küresel gelir dağılımındaki adaletsizlik gibi etkenlere bağlı olarak, hemen hemen küreselleşme süreciyle aynı zamanda gündeme gelen ve giderek artan bir “uluslararası/kıtalararası göç” olgusuyla karşı karşıyayız. Göçten en fazla muzdarip olan ülkelerin başında ise, Türkiye gelmektedir. Sözüedilen sorunun, ortaya çıkmasına yol açan etkenler çözüme kavuşturulamadığı takdirde, ilerleyen yıllarda küresel düzeyde bir soruna dönüşme istidadında olduğu, konuyla ilgilenen herkesin üzerinde ittifak ettiği bir gerçektir. Açlık, yoksulluk, işsizlik, emniyetsizlik, hukûk güvenliğinden yoksunluk gibi gerekçelere bağlı olarak, yakın gelecekte, doğudan batıya, güneyden kuzeye, yüzmilyonlarca insanın harekete geçmesi beklenmektedir. Geçmişte, “kavimler göçü” olarak isimlendirilen gelişmenin, Avrasya toplumlarının kültürel ve siyâsî yapısını nasıl değiştirdiği, târihin en büyük imparatorluklarından birisi olan Roma İmparatorluğunun, kavimler göçünün bir neticesi olarak, kuzeyden güneye akan barbar Cermen kavimlerinin istilâsı sonucunda -hem de birkaç yıl gibi kısa bir sürede, üstelik de izi-tozu bile kalmayacak şekilde- nasıl tarihten silinip gittiği, târihe âşinâlığı olan herkesin bildiği bir husustur. Dolayısıyla, soruna küresel ölçekte çözüm arayışına girişilmesi elzem iken, bahsekonu göçün asıl hedefi/müsebbibi durumundaki Batılı ülkelerin yönetimlerinin, anlaşılmaz bir aymazlık ve stratejik körlük içerisinde, sözüedilen göçün durmasını, insanların kendi ülkelerinde kalmasını sağlayacak önlemlerin “küresel işbirliği” içinde alınması için çaba göstermek yerine, “göçün kısa vâdeli sonuçlarından yararlanmaya çalışmak” gibi akla ziyan yöntemlere (göç mühendisliği) başvurdukları görülmektedir. Bu akla ziyan yöntemlerin birisi de, dînî/târihî/kültürel vb. sebeplerden ötürü kin ve garez içinde oldukları Türklerin Anadolu yarımadasından atılması hedefine, bu göç hareketi sâyesinde ulaşabilecekleri düşüncesidir.

Ancak, tekrar belirtelim, bu tam anlamıyla bir stratejik körlüktür. Zîrâ, Türkiye’nin millî birlik ve bütünlüğünü yitirmesi, bir Ortadoğu ülkesi hâline gelmesi durumunda, günümüzde Avrupa’ya uzak bir coğrafyada yaşanan sorunların, bu defa Avrupa’nın sınırlarına dayanacağı âşikárdır. Bu durumun Avrupa için ortaya çıkaracağı sorunları tahmin edebilmek, herhâlde âlim olmayı gerektirmemektedir.

Göçün Türkiye’ye yönlendirilmesi durumunda, kısa bir zaman sonra Türkiye’nin ulus-devlet yapısını koruyabilmesi mümkün olmayacak, tıpkı Balkanlar, Ortadoğu ve Afrika ülkeleri gibi, köken ve inanç bakımından hiçbir ortak noktaları olmayan çok sayıdaki topluluktan mürekkep karmakarışık bir toplum hâline gelecektir. Dışarıdan gelenlerin nüfus artış hızlarının Türklerin birkaç misli olduğu gerçeğini de hatırlatmak isteriz.  

Unutulmamalıdır ki, Balkanlarda, târih boyunca etnik mücâdele içerisinde olan toplulukların büyük bir bölümü, aynı ırka mensup, aynı dili konuşan, hattâ çoğunlukla aynı dîne mensup topluluklardır. Bütün bu müşterekliklerine rağmen, henüz “millet” vasfını kazanamamışlardır. Aynı durum, Ortadoğu ve pek çok Afrikalı toplum için de geçerlidir. Lübnan’da, yaklaşık 50 yıldan buyana savaş hâlinde bulunan toplulukların hepsi de, Arapça konuşan, aynı ırka mensup, büyük bölümü Müslüman olan insanlardan oluşmaktadır. Fakat, bütün bunlar, bir “Lübnan/Arap milleti” oluşturmaları için yeterli olamamaktadır. Irak ve Suriye de aynı durumdadır. Günümüzde, dünyâ üzerinde Arapça konuşan ve kahir ekseriyeti Sâmi ırkına mensup ve Müslüman olan yaklaşık 400 milyonun üzerinde insan bulunduğu hâlde, bir Arap milletinden bahsedebilmek kabil değildir.

Millet olmak, uzun bir târihî süreç içerisinde, birlikte yaşanan acı-tatlı olayların sonucunda, birlikte sevinerek, meşakkatlere birlikte göğüs gererek, ortak bir yaşama biçimi oluşturmayı; toplumu bir arada tutan, nesiller boyunca bireylerin ortak amaçları gerçekleştirmek için birlikte çalışmasını sağlayan ve yeri geldiğinde birlikte her türlü bedeli gönüllü olarak ödemeye sevkeden, bir arada ve bağımsız yaşayabilmek için gerekli olan ilke, kural, değer ve kurumları oluşturma kabiliyetine sâhip olabilmiş, “hâlde ve gelecekte bir arada yaşamaya kararlı”, üstelik de bu kararlılığını târihi boyunca nice kereler kanıtlamış bir toplum inşâ etmeyi gerektirir. Böyle bir toplum, zaman içerisinde, muhtelif sebeplerle kendisine katılan -insicamını bozmayacak- sayı ve nitelikteki katılımlarla zenginleşir, güçlenir, büyür. Fakat, dışarıdan katılımlar, sayı ve evsaf bakımından mevcut yapıyı bozacak mâhiyette olduğu takdirde, geçmişte ve günümüzde pek çok örneği görüldüğü gibi, toplumun “millet-devlet” olarak hayâtını idâme ettirme gücünü zayıflatabilir, hattâ ortadan kaldırabilir. 1960’lı-1970’li yıllardaki Arap-İsrail savaşları sonucunda çok yoğun bir şekilde Filistinli mülteci akınına uğrayan Ürdün’ün, sonraki yıllarda -mültecilerden kaynaklanan- çok derin toplumsal-siyâsî sorunlarla karşı karşıya kaldığı ve bu sebeple, “aynı dili konuşmalarına, aynı ırka ve aynı dîne mensup olmalarına” rağmen, gelen mültecilerin Ürdün toplumu ile karışmalarına izin vermediği, onları mülteci kamplarında tutmaya çalıştığı, Suriye’deki olaylardan sonra ise, ülkesine ancak çok sınırlı sayıda mülteciyi kabul ettiği, hatırlanmalıdır.

Kezâ, kavimler göçünün sonuçları ve Roma İmparatorluğu’nun yıkılması, târihî hafızalarında derin izler bırakmış olan Batılı toplumların, geçmişte ve günümüzde, mülteci kabulü konusunda çok ihtiyatlı/sınırlayıcı davrandıkları bilinen/görülen bir husustur.

Târih şuuruna sâhip aydınlarımızın/insanlarımızın sayısı hiç de az değildir. Nitekim, kısa zamanda toplam nüfusun % 10’unu aşan miktarda mültecinin ülkemize gelmesi ve gelmeye de devâm etmesi sonucunda, târihte yaşanan pek çok olumsuz örneğin ülkemizde de yaşanmasının mukadder olduğunu idrâk eden, dolayısıyla da muhtemel olumsuz gelişmelerden endişe duyan ve bu tehlikelere dikkat çeken insanların sayısı her geçen gün artmaktadır.

Türk Toplumu’nun mülteciler konusunda daha bilinçli bir duruma gelmesi, muhtemeldir ki “göç mühendisliği” yapan, mülteci akını vasıtasıyla Türkiye’nin ulus-devlet yapısını bozmayı amaçlayan, bu durumun tabii sonucu olarak ileride Türkiye’de toplumsal kargaşa çıkmasını arzulayan, bu gelişmeler sonucunda millî birliğini ve hattâ belki de millî kimliğini kaybedecek olan Türklerin zayıflatılabileceğini, böylelikle yaklaşık bin yıldır canları pahasına savundukları, bu uğurda büyüklü-küçüklü onlarca Haçlı Seferine karşı koydukları Anadolu’dan sürülebileceklerini hayâl eden mihrakların, toplumun mülteciler konusunda bilinçlenmesinden endişe duyuyor olmaları muhtemeldir.

Asılsız soykırım iddiaları içte ve dışta sürekli tekrarlanmak suretiyle, gerek dünyâ kamuoyuna, gerekse târih bilgisi ve bilinci eksik olarak yetiştirdiğimiz genç nesillere, “Türk Milletinin târihte soykırım yaptığı, Türklerin soykırım yapmaya eğilimli bir toplum olduğu, bu tavırlarını günümüzde de mültecilere karşı ortaya koydukları” mesajı verilmeye çalışılmaktadır. Eğer, asılsız soykırım iddiaları sürekli gündemde tutulur ve Türklerin önemli bir bölümü “atalarının mâsum insanlara soykırım uyguladığına” inandırılabilirse, bu durumun yaratacağı toplumsal pişmanlık, ürkeklik ve aşağılık duygusu sâyesinde, Türk Devleti’nin, gelecekte mülteciler konusunda “ülkenin/devletin bekasının gerektirdiği” tedbirleri kararlılıkla alması/uygulaması da önlenebilecektir. Zirâ, Türklerin çoğunluğu “sonu kötü bitecek olsa da, bu konuda bir şey yapılamayacağını, yapmaya çalıştıkları takdirde bütün dünyanın karşılarına dikileceğini” düşünecekler, bu sebeple de gelecekte hiçbir iktidar, sorunun kalıcı olarak çözümünü sağlayacak bir girişimde bulunmaya cesâret edemeyecek, bu konuda toplumsal destek sağlayamayacağı gibi, belki de toplumun tepkisiyle karşılaşacaktır.

Tabii, tam da bu noktada sormak gerekiyor; Peki ama, bütün bu tehlikeler ortada iken, “bizden” görünen, içimizden çıkan bir takım sefillerin, bu mesnetsiz iddiaları dillendirmeleri, ikide bir müfrit Ermenilerin ve arkalarındaki Batılıların maksatlı iddia ve yorumlarına destek vermeleri nasıl izah edilebilir?

Bu davranışın sebebi, çok zaman söylendiği gibi, târih bilgimizin yetersiz olması, olabilir mi?

Ülkemizde târih eğitiminin iyi veril(e)mediği, insanımızın târih bilgisinin ve bilincinin ziyâdesiyle eksik olduğu bir hakikat olmakla birlikte, bilgiye ulaşmanın bu kadar kolaylaştığı bir dünyâda, böylesine gâfilâne bir tutumu izah etmek için “bilgi eksikliği” geçerli/yeterli bir sebep değildir. Kendisini “aydın” olarak nitelendiren insanlar içinse, böyle bir mâzeret aslâ sözkonusu olamaz. Günümüzde, gerçekten bilgilenmek isteyen, olayların gerçek sebebini ve sorumlularını öğrenmeyi amaçlayan kişiler için, her türlü imkân/kaynak mevcuttur. Dolayısıyla, buldukları her fırsatta, gerçekle hiç bir ilgisi bulunmayan yalanları hiç bir utanma duygusuna kapılmaksızın “hakikat(miş)” gibi anlatmaya çalışan güruh için, “bilgisizlik” kesinlikle bir mâzeret değildir.

Kanâatimiz odur ki, pek çoğunun isminin önünde tumturaklı ünvanlar/etiketler bulunan bu güruh, bilgi eksikliğinden ötürü değil, ideolojik körlük ve soy-sop meselesi başta olmak üzere, çok çeşitli sebeplerden kaynaklanan “Türklüğe karşı hasmâne tavırları” yüzünden bu asılsız iddialara payanda olmaktadırlar. Vakıa, Japonların dediği gibi, asıl “pirincin içindeki beyaz taştan korkmak” gerekiyor. 

Tabii, şu hususun da özellikle vurgulanmasında yarar görüyoruz. Kasten ya da bilgisizlikten ötürü, bir takım insanların, milletimize böylesine rahatça bühtanda bulunabilmeleri, ülkemizdeki târih eğitiminin ne kadar acınacak bir durumda olduğunun da bir göstergesidir. Târihte vukû bulan hâdiselerin ve kahramanlarının kronolojik sıra ile öğretilmesine dayanan, öğrenciyi düşünmeye, olaylar arasında bağlantı kurmaya ve bu bilgilerden hareketle geleceğe ilişkin öngörülerde bulunmaya sevketmeyen, sorgulayıcılıktan ve muhakeme yeteneğinin geliştirilmesine yönelik metodlardan uzak bir şekilde, ezbere dayalı olarak verilen târih eğitiminin, çocuklarımızı târih dersinden/biliminden soğutmaktan başka bir işe yaramadığı, çocuklarımızda târih şuuru oluşturamadığı bir gerçektir. Oysa ki, ilköğretimin ilk basamaklarından itibâren, dil/târih/din konularında öğrencilerde bilinç oluşturulması, sağlıklı bir millî kimliğin inşâsı için zorunludur. Ancak, Atatürk sonrasındaki dönemde, Türk Millî Eğitiminde, eğitimin müfredâtının belirlenmesine ilişkin resmî metinlerdeki tumturaklı anlatımlara rağmen, millî kimliğin inşasına yönelik bir müfredâtın uygulanmasından adım adım uzaklaşıldığı bir vakıadır.

Böylesine “kusurlu” bir eğitim sisteminin “ürünü” olarak yetişen insanlarımızın, sonraki hayatlarında, özellikle de milletin mukadderatını etkileyecek nitelikte görev ve yetkilerle donandıklarında, iyi niyetle de olsa, Türk Milletinin aleyhine olabilecek karar ve uygulamaların altına imza atmaları, şaşırılacak bir sonuç değildir.

Konuyla ilgisi olduğundan, belirtmekte yarar var. Hâlén yabancı bir kanalda gösterimi devâm eden bir dizide, “varlık vergisi” kanunu üzerinden Türk Milleti/Devleti, İkinci Dünyâ Savaşı sırasında Yahudi azınlığa baskı uygulamakla suçlanmaktadır. Üstelik, bu suçlamalar, yalnız sözkonusu dizide değil, mütemâdiyen yapılmaktadır. Oysa ki, isteyen Resmî Gazete’den ilgili kanunu indirip, okuyabilir[32]. Savaş sırasında, Devlet, azalan kamu gelirlerine karşılık savaş sebebiyle artan kamu harcamalarını karşılayabilmek için, aynı durumdaki her devletin yaptığı/yapacağı bir uygulamaya başvurmuş ve “olağanüstü” nitelikte bir vergi ihdas etmiş, varlıklı kesimlerden, mevcut vergisel yükümlülüklerinin yanısıra, bir defâya mahsus olmak üzere, yeni bâzı yükümlülükleri yerine getirmesini istenmiştir. Kanun, vatandaşlar arasında herhangi bir sebeple ayırım yapmamakta (ki, bir hukuk devletinde böyle bir şey zâten mümkün olamaz), yalnızca varlıklı kesime ilâve vergiler getirilmektedir. Verginin uygulanmasında devlet görevlilerinin görevlerini ne ölçüde kanuna/hukûka uygun olarak yerine getirdikleri, hatâlı uygulamaların olup olmadığı, Kânûn’un vergi tekniği bakımından kusurlarının bulunup bulunmadığı vb. hususlar tartışılabilir, tartışılmalıdır da. Misál, iki dedem de, 1940’lı yıllarda, nâhak yere, sözkonusu Kânûn’a muhalefet suçundan, hapis yatmışlardır. Nitekim, Anadolu’da müzmin CHP karşıtlığının önemli sebeplerinden birisi de, “varlık vergisi” konusundaki uygulama hatâlarıdır. Hâl böyle iken, belli bir seviyenin üzerinde varlığa sâhip bütün vatandaşlara şâmil olan bir uygulamanın “sanki, belirli bir azınlığı hedef almış gibi” yorumlanması, kamuoyuna böyle takdim edilmesi, iyi niyetli bir davranış olarak telâkki edilebilir mi?[33]

Anlatılan bütün bu olaylarda, asıl sorunlardan birisi, Türk toplumunun, doğrudan kendisini hedef alan bu “suiniyetli” girişimler karşısındaki suskun/hareketsiz tavrıdır. Bu durumun başka sebeplerinin bulunduğu söylenebilirse de, başta gelen sebebi, toplumun kendi târihini bilmemesidir. Okullarımızdaki târih eğitimi, Atatürk sonrasında, âdetâ, çocuklarımızı kendi târihlerini öğrenmeden yetişmelerini sağlayacak şekilde kurgulanmış gibidir.

Tekrar konuya dönecek olursak, her 24 Nisan’da, dün Ermeni kâtilere soykırım yaptıran yâhut bu konuda onları destekleyen, teşvik eden, cesâretlendiren, işlenen cinayetlere gözyuman, günümüzde ise, cânileri mâsum, mâsumları soykırımcı ilân eden Batılı dostlarımıza (!) ve/veya içimizdeki mankurtlara kızarak, sorunu çözmemiz mümkün değildir. Yalnız bu konuda değil, târih bilgisi/bilinci eksikliğinden kaynaklanan hatâlı tutumların izâle edilebilmesi için, sorunu kökten çözecek kalıcı önlemler alınması gerekmektedir.

Öncelikle, eğitim sistemimizin, çocuklarımızda millî kimliğin inşâsını mümkün kılacak şekilde yeniden yapılandırılmasına ve bu çerçevede, târihi gerçeklerin, târih bilinci oluşmasını sağlayacak araç ve yöntemlerle öğrenilmesine/öğretilmesine başlanması gerekiyor, vakit daha geç olmadan.

Aynı zamanda, Türk Milletine ihânet edercesine, târihi gerçekleri tersyüz etmenin hukûken suç sayılması ve cezâ kanunlarımızda bu konuda gerekli düzenlemelerin yapılması gerekir. Soykırıma mâruz bırakılan bir toplumu “soykırımcı” olarak yaftalamak, düşünce özgürlüğü bağlamında değerlendirilemez.

Hâsılı, târihin başlangıcından buyana mevcudiyetini devâm ettirebilmeyi başarabilmiş tek millet olan Türk Milleti’nin, bundan sonra da, kıyâmete kadar varlığını -muhteşem târihini gölgede bırakacak görkemlilikte- yeni başarılarla sürdürebilmesi, yeniden “bütün insanlığın sulh, sükûn, refah, emniyet ve adâlet içinde yaşayabileceği bir yeryüzü nizamının tesisine öncülük etmesini” sağlayacak kudrete sâhip olabilmesi; bütün târihi boyunca olduğu gibi, bundan sonra da mazlumların ümidi, zâlimlerin korkulu rüyâsı hâline gelebilmesi; içeride ya da dışarıda hiçbir suiniyetli mahfilin, Türk Milletine ihânet etmeyi zihninden geçirmeye bile cüret edememesi için, her dâim uyanık olması gerekmektedir.

 

Dipnotlar

[1] Justin McCarthy, “Türkler ve Ermeniler: Milliyetçilik ve Osmanlı İmparatorluğunda Çatışma” (Turks and Armenians: Nationalism and Conflict in the Ottoman Empire), Turco-Tatar Press, LLC, vol. 256, 2015

[2] URAS, Esat; Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, 2. Baskı, Belge yayınları, İstanbul 1987, s.127- 128

[3] KAŞGARLI, Mehlika Aktok; Klikya Ermeni Baronluğu Tarihi, Ankara 1990, s. 102.

[4] SARAY, Mehmet; Ermenistan ve Türk Ermeni İlişkileri, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayın no: 3433, s. 8; “Ermeniler, kendilerine zulüm ve hakâret eden Bizanslılardan nefret ederlerdi. Bu yüzden, Ermeniler, Türklere kolaylık sağladılar. Doğu Anadolu’dan, Klikya’dan, Orta Anadolu’dan bir çok Ermeni, Türk Ordularının önüne düştü, yol gösterdi.”, Mehlika Aktok Kaşgarlı, Klikya Ermeni Baronluğu Tarihi, Ankara 1990, s. 102.

[5] Ali Sevim, Genel Çizgileriyle Selçuklu Ermeni İlişkileri, Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara 1983, s. 13, 14

[6] İki toplum arasındaki kültürel  ilişkilerin mâhiyeti hakkında geniş bilgi için bkz. ŞAHİN, Gürsoy;  “Amerikalı Bir Misyonerin XIX. Yüzyılın Ortalarında Türk-Ermeni Kültürel İlişkileri İle İlgili İzlenimleri Üzerine Bir Değerlendirme (An Analyse on Impressions of American Missionaries Abaut Culturel Relations of Turks and Armenians at the Mid of 19th Century)”, Ermeni Özel Sayısı, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 7, Sayı: 1, Haziran: 2005, Sf. 208-239

[7]KURAT, Akdes Nimet; Rusya Târihi,  Türk Târih Kurumu Basımevi, Ankara, 1999, Sf. 152-156

[8] KURAT, Akdes Nimet; a.g.e., Sf. 252-273

[9] KURAT, Akdes Nimet; a.g.e., Sf. 289-292

[10] ARMAOĞLU, Fahir, 20. Yüzyıl Siyâsî Târihi, Alkım Yayınevi, 18. Baskı, İstanbul, Nisan 2012, Sf. 65

[11] Aspirations Et Agissements Révolutionnaires Des Comités Arméniens avant et après la proclamation De La Constitution Ottomane, République de Turquie Direction Générale des Archives d’Etat du Premier Ministère Publication de la Direction du Département des Archives Ottomanes No: 51 Seconde Edition, Ankara 2001 Sf. 7-13. (Nakleden: ALTINTAS, Ahmet; Osmanlı Arşiv Belgelerine Göre Ermeni Sorununun Ortaya Çıkısında Fransa’nın Rolü, Ermeni Özel Sayısı, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 7, Sayı: 1, Haziran: 2005, Sf. 21-76

[12] ALTINTAŞ, Zeynep; “1890 Yılına Kadar Osmanlı Arşiv Belgelerine Göre Ermeni Sorununun Ortaya Çıkışında İngiltere’nin Rolü”, Ermeni Özel Sayısı, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 7, Sayı: 1, Haziran: 2005, Sf. 151-183

[13] ALTINTAŞ, Zeynep; a.g.m., ayrıca, geniş bilgi için bkz. Berkes, a. g. e., Sf. 77.

[14] LEWİS, Bernard; Modern Türkiye’nin Doğusu, Çev: Metin Kıratlı, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1984, s. 62, 63, 64

[15] ALTINTAS, Ahmet; Osmanlı Arşiv Belgelerine Göre Ermeni Sorununun Ortaya Çıkısında Fransa’nın Rolü, Ermeni Özel Sayısı, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 7, Sayı: 1, Haziran: 2005, Sf. 21-76

[16] Yusuf SARINAY “1910 – 1922 yılları arasında bizzat tutanaklara bağlanmış, arşiv belgeleri ile sâbit, bâzıları toplu mezarlar ile doğrulanan 523.955 Müslüman Türk, Ermeni çeteleri tarafından katledilmiştir” demektedir (Bkz. SARINAY, Yusuf; “Anadolu’da Ermeni ve Yunan Katliamları”, “Yakın Tarihimizde Türklere Karşı İşlenen Katliam ve Sürgünler” içinde, Yayıma Hazırlayan: Mustafa KAHRAMANYOL; Ekip Grafik Matbaası, Ankara, 2005, Sf. 132). Reşit Saffet ATABİNEN ise, “Kara Şemsi” müstear ismiyle 1918 yılında Cenevre’de yayımlanan makalesinde “Birinci Cihan Harbi sırasında, 250-350 bin Ermeni’ye karşılık, 2.000.000 Türk’ün hayâtını kaybettiğini” belirtmiştir (Bkz. “Ermeniler: Sürgün ve Göç”, Türk Tarih Kurumu yayını, Genişletilmiş 3. Basım, Ankara, 2005, Sf. 47). Howard M. Sachar’da “Bütün o savaş yıllarında hiç kimsenin, Ermenilerin bile, Türkler kadar kanı akmamıştır.” demektedir (Bkz. SACHAR, Howard M.; “The Emergence of the Middle East, 1914-1924, Alfred A. Knoff, New York, 1969, Sf. 453).

[17] AYDEMİR, Şevket Süreyya; “Suru Arayan Adam”, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1987, Sf. 120-122

[18] Üçüncü Ordu Komutanı Vehib Paşa’dan Başkumandanlık Vekâletine yazı, 13/14 Mart 1334 (1918). Belgeler I, No:65, McCARTY,Justin, Death and Exile (Ölüm ve Sürgün), İnkilap Yayınları, 7. Baskı, Çev: Bilge Umar, İstanbul,1998, Sf. 220

[19] GÜRÜN Kamuran, The armenian file, London 1985,Sf.128. McCARTY, Justin, Death and Exile (Ölüm ve Sürgün), İnkilap Yayınları, 7. Baskı, Çev: Bilge Umar, İstanbul,1998, Sf. 129

[20] Tehcir Kanunu olarak bilinen; fakat geçici kanun mahiyetinde olan “Savaş zamanında hükümet uygulamalarına karşı gelenler için asker tarafından uygulanacak önlemler hakkında geçici kanun” Rumî takvime göre 14 Mayıs, Milâdî takvime göre 27 Mayıs 1915 tarihinde kabul edilmiştir. Kanun, 1 Haziran 1915 günü dönemin resmî gazetesi Takvim-i Vekayi’de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir.

[21] 24 Nisan 1915, yaygın kanâatin aksine, Tehcir Kanunu’nun çıktığı târih değil, İstanbul’da Ermenileri ayaklanmaya teşvik ettikleri anlaşılan bazı isyancıların tutuklanmaya başladıkları târihtir.

[22] Kanun’un 1. ve 3. Maddeleri şu şekildedir:

“Madde 1. Başka bölgelere aktarılacak olanların oraya ulaşımı konusunu düzenlemek, yerel yönetim birimlerinin sorumluluğundadır”.

“Madde 3. Başka yere aktarılacak olan Ermenilerin yeni iskân yörelerine gidiş sırasında canlarının ve mallarının korunması, kendilerine yiyecek ve barınak sağlanması ve dinlenmelerine olanak verme düzenlemesinin yapılması, yol boyundaki yerel yönetimlerim sorumluluğundadır. Her kademede ki devlet memurları bu konuda gösterilebilecek her hangi bir ihmalden dolayı sorumlu tutulacaklardır”

[23] Nitekim, 1918, 1919 ve 1920 yıllarında bâzı Avrupa ülkelerinde (İngiltere, Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda, İsveç, İspanya) yalnızca grip salgını sebebiyle ölenlerin sayısı, şu şekilde olmuştur; 857.608 (1918), 184.398 (1919), 86.462 (1920). Geniş bilgi için bkz. LANDRY, Adolphe, Traité de Démographie (Demografik İnkılap, Çev. S. Sabit Aykut), İstatistik Umum Müdürlüğü yayını, Ankara, 1938, Sf. 200 (Nakil: “Ermeniler: Sürgün ve Göç”, Türk Tarih Kurumu yayını, Genişletilmiş 3. Basım, Ankara, 2005,Sf. 102)

[24] Sözkonusu yargılamalarla ilgili geniş bilgi için bkz.: ATA, Ferudun; Divân-ı Harb-i Örfîler ve Ermeni Tehciri Yargılamaları, (Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Doktora Tezi) Konya, 2003; ATA, Ferudun; “I. Dünya Savası Sonunda İstanbul’da Yapılan Tehcir Yargılamaları” Ermeni Özel Sayısı, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 7, Sayı: 1, Haziran: 2005, Sf. 100-121 http://www.aku.edu.tr/AKU/DosyaYonetimi/SOSYALBILENS/dergi/VII1/zaltintas.pdf; Erişim: 22.04.2015

[25] ÖZDEMİR, Hikmet; “Arnold Toynbee’nin Ermeni Sorununa Bakışı”, Türkiye Bilimler Akademisi Forumu, Sıra No: 34, ISBN: 975-8593-75-7, Birinci Basım: Haziran 2005 (1000 adet), Reform Matbaacılık, Ankara, 2005, Sf. 9-42

[26] Zeytun, Maraş vilayetine bağlı, çok dağlık bir kaza merkezidir. Nüfusun yarısından biraz falasını Ermenilerin oluşturduğu bu dağlık kasabada 1895-1896 yıllarında çıkarılan isyanlar devlet güçleri tarafından güçlükle bastırılabilmiş; Batılı devletlerin araya girmesi sebebiyle isyancı Ermeniler hakkında tutuklama/cezâlandırma yapılmamış; olaylar sırasında hayâtını kaybedenlerin çoğunluğu Müslüman Türk olmasına rağmen, olayı çarpıtan Batılılar tarafından Türkler Ermenileri kesmekle suçlanmışlardır. (Geniş bilgi için bkz. Yahya BAĞÇECİ “1895 Zeytun Ermeni İsyanı”, Bağçecı, Yahya. “1895 ZEYTUN ERMENİ İSYANI.” Electronic Turkish Studies 3.2 (2008).

[27] General Mayewski, Ermenilerin Yaptıkları Katliamlar, (Çev: Azmi Süslü), Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayınları, Ankara 1986, s.150 vd,

[28] Mayewski, a.g.e., s.157 vd.

[29] Mayewski, a.g.e., s.160 vd.

[30] Mayewski, a.g.e., s.127

[31] Mayewski, a.g.e., s.128.

[32] 11.11.1942 târihli ve 4305 sayılı Varlık Vergisi Hakkında Kanun, Resmî Gazete’nin 12 Teşrinisânî 1942 târihli ve 5255 sayılı nüshasında yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.

[33] Bugüne kadar Varlık Vergisinin tarh, tahakkuk ve tahsili konusunda sağlıklı bir istatistik yayımlanmamış olmakla birlikte, miktar olarak gayrimüslimlerden daha fazla alınmış olmasında ne gibi bir yanlışlık vardır? Komisyonların verginin hesaplanması (tarhı) ve tahakkuku konusunda Komisyonların işleyişine ilişkin sorunlar bir vakıadır. Bunda, savaş şartları gereği, varlık tespitinin ve salınacak verginin belirlenmesinin kısa zamanda yapılmak durumunda kalınması, tek parti devrinin kendisine mahsus şartları (denetim eksikliği vs.) gibi sâikler etken olmuş ise de, garımüslim vatandaşlara daha fazla vergi salındığı kabûl edilse bile (Bu, yalnız bir iddiadan ibârettir.), bunda mantığa aykırı bir durum sözkonusu değildir. Zîrâ, Türk çocukları, 1820-1920 arasındaki 100 yıllık dönemde, nerede ise sıcak yatak yüzü görmemişler, bir cephen bir başka cepheye koşturarak ömürlerini tüketmişlerdir. Bu yüz yıllık zaman diliminde, askerlik çağına gelen Türk çocukları derhâl cepheye gönderilirken, ekalliyetlere mensup vatandaşlar, çoğunlukla savaşlarla geçen bu dönemde mal kıtlığının yarattığı karaborsanın da yardımıyla, servetlerine servet katmışlardır. Meselâ, benim bir dedem 23 sene, diğeri ise tam 25 sene bilfiil askerlik yapmıştır. Bu insanlar, hayatlarının en verimli çağlarını cepheden cepheye koşarak geçirdikten sonra, geri döndüklerinde, yiyecek ekmeğe muhtaç durumdaydılar. Dolayısıyla, sözkonusu dönemde, Türkler vatanı korurken, rahat döşeklerinde uyuyan, ticârethanelerinde servet biriktiren Müslüm/gayrımüslim insanlardan olağanüstü servet vergisi alınması uygulanmasına, aslında Cumhûriyetin kuruluşundan hemen sonra başvurulması gerekmekteydi. Ancak, savaştan henüz çıkmış olan ülke, yeni bir uluslararası baskıyı kaldırabilecek durumda değildi. Sonrasında yaşanan 1929 Büyük İktisâdî buhran da buna izin vermemiştir.

Yazar
Mustafa TEZEL

İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Maliye Bölümü'nden mezun olan Mustafa TEZEL, yüksek lisansını Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Maliye Bölümünde yapmıştır. Çalışma hayatına bir kamu bankasında müfettiş yard... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen