Kerbelâ’yı Anlamak ve Hüseynî Duruş

İslâm tarihinin en acı hâdiselerinden birisinin yaşandığı Kerbelâ fâciası; Muharrem ayının onuncu gününde, yâni Yevm-i Âşûrâ’da meydana gelmiş, âşûre kazanlarına şeker atılsa da, Müslüman yüreklerin acısı XIV asırdır hiç dinmemiştir. “10 Muharrem 61 (10 Ekim 680)” tarihinde Kerbelâ sahrâsında; Sevgili Peygamberimiz (s.a.s)’in “Cennet gençlerinin efendileri”[1] sözüyle taltif ettiği, Hz. Ali (k.v.) ve Hz. Fatıma(r.anha)’nın iki ciğerparesinden birisi, ümmetin gözbebeği olan Seyyidü’s-Şuhedâ Hz. Hüseyin (r.a.) Efendimiz ve içlerinde 22 Ehl-i Beyt-i Mustafâ’nin bulunduğu yetmiş iki mü’minin; Emevi Sultanı fâsık Yezid’in emrini ve Kûfe valisi zâlim Ubeydullah b. Ziyad’ın tâlimatını yerine getiren dünyaperest Ömer b. Sa’d b. Ebî Vakkas tarafından günlerce muhasaraya tâbî tutulup, aç-susuz bırakıldıktan sonra şehit edilmiştir. 

10 Muharrem 61 tarihinde, yâni Aşûrâ Günü yaşanan bu büyük acı; İslâm tarihindeki en gaddar, en elim, en mel’un ve en alçak katliam olmanın ötesinde; tüyler ürperten çok korkunç bir vahşet, târiflere sığmayan bir felâket, iblisleri bile şaşkına çeviren akıl almaz bir musîbet, tâbir câizse Arş-ı âlâ’yı titretip insanın kanını donduran bir cinâyet ve kelimelerin ifâde de yetersiz kaldığı çok büyük bir fâciâdır. Müslümanların hâfızasına unutulmaz acılar, ruhlarına çok derin izler ve kalplerine kahredici hüzünler nakşeden 10 Muharrem günü; bundan 1342 yıl önce meydana gelen, yüreğinde îman kırıntısı taşıyan her mü’minin ciğerini delen, vicdânını kaybetmemiş her insanı dehşete düşüren ve cümle Ümmet-i Muhammed’in gönlünü dilhûn eden bir “kerb-ü belâ”dır.

Kerbelânın hakkıyla anlaşılması, yeni kerb-ü belâların yeniden yaşanmaması, 10 Muharrem’in yalnızca şeklî ritüellere hapsedilmemesi için Kerbelâ fâciâsına ibret penceresinden bakmamız,  tarih şuurumuzu canlı tutmamız ve Kerbelâ’yı irfânî bir anlayışla idrâk etmemiz gerekir.     Zîrâ; “Tarih; sâdece geçmişi öğrenme ilmi değil, geleceği de kurma sanatıdır.”[2]  Öyleyse dünkü olayların sebeplerini bilerek, aynı sebeplerin aynı neticeleri ortaya çıkaracağına müdrik olarak, tarihi tekerrür ettirmeyerek; yarınları dünkü yanlışlar üzerine kurmamak için, bugün o yanlışları izâle edip, fitne ve nifak tohumlarını ortadan kaldırarak, birlik ve kardeşlik şuuruna sâhip olarak yarınlarımızı inşâ etmemiz ve Kerbelâ’yı “kerb-ü belâ”dan âzâde kılmamız gerekir.

Hz. Hüseyin Efendimiz (r.a.)’in; Mekke’den Kûfe’ye gitmeden önce Mina’da îrâd ettiği son hutbeyi; “Rabbim benim şehâdetimi ümmetin vahdetine vesile kıl!” duâsıyla bitirmesini hiçbir zaman aklımızdan çıkarmamamız gerekir. Bu îtibarla 10 Muharrem’i; her yıl kin ve nefretin zirve yaptığı bir intikam yemini, lânetleme ve kamplaşma merâsimi ya da sâdece sîne dövmekle ihyâ edilecek ritüel bir anma töreni veyâ yalnız gam ve mâtemden ibâret duygusal bir seremoni olarak görmememiz; aslolanın menfi, sathî, şeklî ve hissî olmanın ötesine geçip hâdiseleri akıl, iz’an, irfan, ibret, sağduyu, vahdet, muhabbet, uhuvvet, birlik ve beraberlik şuuruyla değerlendirmemiz ve Kerbelâ’yı sâdece anmak değil, anlamamızın da şart olduğuna müdrik olmamız gerekir. İşte böyle bir irfânî anlayışla 10 Muharrem’in günümüze bakan yönlerini idrâk etmek için Kerbelâ’yı şuur plânında kavramamız; kin, nefret ve intikam duygularından arındırmamız,  Hz. Hüseyin (r.a.) Efendimizin ve Ehl-i Beyt-i Mustafâ’nın muhabbetinde bir araya gelip İslâm kardeşliğini yeni baştan pekiştirmemiz gerekir.  

Ancak Müslümanların hâl-i pür melâline baktığımızda, ne yazık ki bunun böyle olmadığını, gönül coğrafyamızda; kanın, kinin, gözyaşının, savaşın, tefrikanın, cehâletin, sefâletin, adâletsizliğin, geri kalmışlığın, baskının ve zulmün kol gezdiğini, İmam Cafer Sâdık(r.a.)’ın asırlar öncesinden işâret ettiği gibi, bugün artık İslâm beldelerinde;  “Her ayın Muharrem, her günün Âşûrâ ve her yerin Kerbelâ” olduğunu üzülerek görmenin hüznü ve karamsarlığı içindeyiz. 

Gerçekten de İslâm Dünyası’nda;  Müslümanların izzet ve onurun,  tarihte hiç olmadığı şekliyle bugün bizzat birbirlerinin eliyle yok edilip oluk oluk kardeş kanının aktığını, nice mâsum mü’minin hayat hakkının siyâsî çatışmalara ve canlı bomba terörüne kurban edildiğini, milyonlarca insanın yerinden, yurdundan, evinden barkından ayrılmak mecburiyetinde bırakıldığını, mazlum, mahzun ve mağdur çocukların umutlarının, hayâllerinin ve istikbâllerinin yittiğini ve çağdaş kerb-ü belâların İslâm ülkelerinden hiç eksik olmadığını teessürle müşâhede etmekteyiz. Ne yazık ki bu olayların  “mezhep mücâdelesi”ne  (!?) istinat etti/rildi/ğini, bu çatışmalar ve savaşlar sebebiyle Sûriye, Irak, Lübnan, Yemen, Libya, Sûdan, Afganistan, Pakistan gibi ülkelerin kan gölüne döndüğünü her gün televizyonların canlı yayında yüreğimiz kan ağlayarak izlemekteyiz… 

Etrafımıza baktığımızda;  Kerbelâ’nın âh u figanları üzerine güç ve iktidar inşâ etmeye çalışanların, mezhebini ve meşrebini İslâm’ın önüne koyan din ve siyâset bezirgânlarının,  petro-dolarların gölgesinde safâ süren zâlim sultanların, âdâletten uzaklaşıp zulüm yağdıran saltanat sarhoşlarının kesâfet kesbettiği, zâlim idarecilerin baskısı altında inim inim inlerken, mazlumların ülkelerine “demokrasi” (!?) getiren despotlar mârifetiyle perişân edilip seslerinin kısıldığı İslâm âleminin günümüzdeki içler acısı hâli, ‘The New Kerbelâ’ değilse nedir? Gücü ve yönetimi elinde bulunduranların, îmandan, insanlıktan, ahlâktan ve vicdandan uzaklaştıkça hiçbir değer tanımamaları; iktidarlarını adaletsizliğe,  zulme, kana ve katliâma dönüştürmeleri Yezîdleşmenin çağdaş bir versiyonu değil midir?  Gönül coğrafyamızda yaşananlar ve yanı başımızda akan kardeş kanı bizim Kerbelâ’yı hiç anlamadığımızı göstermiyor mu? Bütün bunlar bize; -mezhebi ve meşrebi ne olursa olsun- ümmet-i Muhammed’in, Kerbelâ’yı doğru okuyamadığını ve Hz. Hüseyin (r.a.) Efendimiz’i hiç ama hiç anla/ya/madığını çok açık olarak ortaya koymuyor mu?  

Hâl böyle olunca yeni Kerbelâların fitne ateşi söndürmek için; zâlime, zulme ve adaletsizliğe rızâ göstermeyen Hüseynîtavır ve duruşu rehber edinmemiz ve Kerbelâ’nın, En Son Peygamber(s.a.v.)’in Sevgili Torunu tarafından günümüz için de yazılmış izzet, hikmet ve ibret dolu bir nübüvvet mektubu olduğunu aslâ unutmamamız gerekir…  Aklımızdan çıkarmamamız gereken diğer bir husus ise; Hz. Hüseyin (r.a.) Efendimiz ve arkadaşlarının uğruna can verdikleri ve hiçbir zaman izinden ayrılmadıkları yolun Hz. Muhammed Mustafâ(s.a.v.)’nın yolu olduğudur. Hz. Hüseyin (r.a.) Efendimiz’in cânı pahasına yazdığı bu nübüvvet mektubundan mezhebi ve meşrebi ne olursa olsun her Müslümanın alacağı çok önemli dersler vardır. İşte bütün bu sebepler ve sonuçlar dolaysıyla bizim asıl meselemiz Kerbelâ’yı “anmak” değil,  “anlamak”tır.

Eğer bizler bu nübüvvet mektubunun mesajları “Allah’ın nûruyla bakan mü’min ferâsetiyle”[3] okusaydık; Hz. Hüseyin Efendimiz (r.a.)’in yürüdüğü îman ve irfan yolunun ne olduğunu hakkıyla idrâk etseydik / edebilseydik ve Kerbelâ’yı “akleden kalp”[4]  ile anlasaydık / anlayabilseydik hâlâ kanayan yaralarımızın çâresinin de, merheminin de ne olduğunu bilebilirdik. Ancak bizler Hz. Hüseyin (r.a.) Efendimiz’i hakkıyla anla/ya/madığımız, Kerbelâ’dan gerekli dersleri çıkar/a/madığımız, geçmişte de, günümüzde de aynı yanlışlara düştüğümüz, “bir yılan deliğinde iki kere”[5] değil asırlardan beri binlerce kez ısırıldığımız gün gibi âşikâr değil midir?  

Hâl böyle olunca tekrar aynı hatâlara düşmemek adına yapmamız gereken en önemli şey; Kerbelâ’yı şuur pânında idrâk etmemiz, yeni 10 Muharremlerin yaşanmaması için “akl-ı selîm”  ile meseleleri değerlendirmemiz,  Kerbelâ’da şehâdet ile yazılan nübüvvet mektubunu ibret nazarıyla ve Hüseynî bir anlayışla tekrar tekrar okumamız gerekir. 

Bütün bu sebepler dolayısıyla Kerbelâ’yı anlamak“..İnnemel mü’minine ihvetün..”[6] (Mü’minler ancak kardeştir)hükm-i İlâhisini kâmil mânasıyla hayata geçirip kardeşlik hukukunun gereğini yerine getirmek, Sevgili Peygamberimiz(s.a.v.)’in, asırlar öncesinden günümüze ışık tutan “Birlikte rahmet, ayrılıkta azap vardır”[7] îkazını ete kemiğe büründürmek ve Hz. Ali (k.v.) Efendimiz’in; “İnsanlar yâ dinde kardeş, ya da hilkatte eştir”[8]  hikmetli ifâdesini rehber edinmektir. Dünyada ve gönül coğrafyamızda oluk oluk akan kanı durdurmak ve ülkemizde de son saldırılarla tutuşturulmaya çalışılan fitne ateşini söndürmek için; etnik ve mezhebi fitneleri körükleyenlerin, siyâsî ihtiraslar uğruna her türlü ihtilafı çatışmaya  vesîle edenlerin, Tâgûtî düzenlerinin ve saltanatlarının devamını her şeyin üstünde görenlerin değirmenine su taşımamak için Kerbelâ’yı ibret nazarıyla okumamız ve hakkıyla anlamamız gerekir.

Kerbelâ’yı anlamak; Allah Resûlü(s.a.v.)’nün üzerindeki toprak kurumadan, Peygamber Nesli’nin bir kısmı henüz yeryüzünden çekilmeden; saltanat hırsının, kabile-kavim asabiyetinin, mal-mül-makam ve mevki iştihasının nasıl İslâm’ın mukaddes değerlerinin ve Peygamber hâtırasının önüne geçtiğini idrâk etmek, Müslümanların neden bu hale geldiğinin sebeplerini “efrâdını câmî, ağyârını mânî” olarak ortaya koymak, mezardakilerin pişman olduğu; şirk, küfür, insan öldürme, zulüm, düşmanlık, dünyaperestlik, nefsânîlik, asabiyecilik, fâsıklık vs. gibi cürümleri, bâtıl ve yanlış işleri yeniden icrâ etmemek, yeni pişmanlıklar ve düşmanlıklar üretmemektir.

Kerbelâ’yı anlamak târihî acılardan yeni acılar devşirmemek, hüzünleri yeni hazanlara tebdîl etmemek ve yüreklerimizi “sahrâ-ı Kerbelâ”ya dönüştürmemek için; Kerbelâ’nın geleceği inşâ eden bir mektep olduğunu bilmek ve bu okulun hikmet öğretisiyle gönül kapılarımızı ardına kadar bütün mü’minlere açmak Hz. Hüseyin (r.a.) Efendimiz’in sâdece yasına değil, Hüseynî duruş mîrasına da sâhip çıkmaktır.

Kerbelâ’yı anlamak10 Muharrem’den; öfke, kızgınlık, tefrika,  nefret ve kan dâvâsı üretmek değil; sağduyu, sekînet, müsamaha ve muhabbet tedrîs etmek; ayrılık, düşmanlık ve çatışma değil, birlik, beraberlik ve dayanışma tesîs etmek, her türlü kutuplaşmayı bir tarafa bırakıp kesretten vahdete kapılar açıp köprüler kurmak, kardeşlik şuurunu ayağa kaldırıp Müslüman yürekleri tek bir vicdâna dönüştürmektir.

Kerbelâ’yı anlamak; Muharrem’in hatırına muhabbete kin katıp,  yüreklere yeniden kin ve nefret tohumları ekmek değil; Muhammedî muhabbeti çoğaltarak kîni Muharrem’de eritmek ve “acıyı bal eylemek”tir.

Kerbelâ’yı anlamak eskilerin tâbiriyle; “Buğz-ı Muaviye’de değil hubb-i Ali”de birleşmek;  yâni Muaviye’ye kin besleyerek içimizi karartmak yerine, Hz. Ali  (k.v.) sevgisiyle gönüllerimizi gül bahçesine çevirmektir. 

Kerbelâ’yı anlamak;  Şühedâ-i Kerbelâ’nın Şiâ’nın tekelinde olmadığını ve Kerbelâ fâciâsını yapan / yaşatan zalimlerin ise aslâ Ehl-i Sünnet’i temsil etmeyip ‘ehl-i cinnet’olduğunu bilmektir.

Kerbelâ’yı anlamak; İmâm-ı Şâfi’î’ (r.a.) Hazretleri’nin; “Allâhü Teâlâ, bu kanlara ellerimizi bulaştırmaktan bizleri korudu. Biz de dillerimizi bulaştırmaktan kendimizi korumalıyız.” hikmet dolu uyarısını rehber edinmenin yanında, “geçmişten hisse kaparak” aynı hatâlara bir kere daha düşmemek için irfânî bir şuurla 10 Muharrem’i idrak etmektir.  

Kerbelâ’yı anlamak; kişileri değil, zihniyetleri sorgulamak, hâdiseleri kutsamak değil kavramak, nefret etmek değil ibret almak, Yezîd’e daha çok lânet etmede değil, Kerbelâ Şehitlerine rahmet talebinde yarışmak ve Hüseynî duruşu hakkıyla yaşayıp ve yaşatmak için akıl ve gönül teri dökmektir.

Kerbelâ’yı anlamak“akîde” ( îman ve inanç) için mücâdele edenlerin peygamberlerden sonra bir insanın çıkabileceği en yüksek makâm olan şehâdet mertebesine yükselirken; “kabîle” (kavmiyet ve asabiyet)  ve “ganime-t” (mal, makam ve mevkî) uğrunda inançlarını zâyi edenlerin de insanın o en zelil çukura, Kur’ân’ın “esfel-i sâfîlîn”[9]* diye ifâde ettiği Cehennemin en dehşetli azap yeri olan gayya kuyusuna yuvarlanacağının da farkına varmaktır.

Kerbelâ’yı anlamak;  Hüseynî duruşu rehber edinmek ve bu duruşun  “üsve-ihasene”si[10]* olan Hz. Muhammed Mustafâ(s.a.v.)’nın hayatıyla en mükemmel bir biçimde temsil ettiği “akîde”yi baş tâcı eylemek; Hz. Hüseyin(r.a.)’e, Ehl-i Beyt-i Mustafâ’ya ve muhibban-ı Gül-efşân’a zulmedenlerin, onları sahra-yı Kerbelâ’da aç susuz bırakanların ve hunharca şehit edenlerin elde etmek istedikleri haram üzerine binâ edilmiş “gânime-ti  de, Allah(c.c.)’ın ve Resûlulah(s.a.v.)’ın yasakladığı “kabile”ciliği  de  sorgulayıp, İslâm’a aykırı olan her şeyi hayatımızdan çıkarmaktır.İşte bu üç hâlin; “akîde”nin, “kabile”ciliğin ve“gânime-tin  muhâkeme ve muhasebesini Kur’ân ve Sünnet ölçülerine  göre yaptığımız  ve 10 Muharrem’e de bu açıdan baktığımız zaman; Kerbelâ’yı bir mektep olarak görür, ondan gerekli dersleri alır ve Hz. Hüseyin (r.a)’in “akîde”yi, Yezîd’in “kabile”yi, Ömer b. Sad’ın ise “ganime(t)” temsil ettiğini, bu üç damarın dün olduğu gibi bugün de yaşadığını “ilme’l-yakîn”  olarak idrâk eder ve “aynel yakîn” olarak da müşâhade ederiz.[11] İşte o zaman kerb-ü belâyı anmanın ötesine geçer ve Kerbelâ’yı hakkıyla anlamış oluruz…  

Ve şunu da ifâde etmemiz gerekir ki; H. 10 Muharrem 61 / M. 10 Ekim 680’den beri zamanın değiştiğini, mekânın değiştiğini, imkânın değiştiğini, ilim ve irfânın değiştiğini, ancak dünyadaki çekişme ve savaşların müsebbibi olan bu üç unsurun; “akîde”nin, kabile”ciliğin ve “gânime-tin şekil ve isim değiştirse bile öz îtibâriyle ve muhtevâ olarak değişmediğini görürüz. Hâl böyle olunca da Ârif Nihat Asya’nın o muhteşem Naat’ındaki;

“Diller, sayfalar, satırlar

‘Ebû Leheb öldü’ diyorlar;

Ebû Leheb ölmedi yâ Muhammed

Ebû Cehil kıt’alar dolaşıyor…”[12]

dizeleri hatırlar ve biz de ‘İbn-i Ziyadlar, Ömer bin  Sa’d’lar ölmedi, Yezîdler kıt’alar dolaşıyor’  demekten kendimizi alamayız. Çünkü Kerbelâ, yaşanmış ve tarihte kalmış bir olay ve Yezîdler, İbni Ziyadlar ve Ömer bin Sa’dlar geçmişte kalmış kişiler değildir. Bu îtibarla aslolan; Alevîsiyle, Sünnîsiyle hepimizin; aslâ şehvet sapkını ve sarhoş bir yaratık olan Yezîd bin Muyaviye gibi saltanat peşinde koşup, “kabîle”cilikte zulmün zirvesine çıkarak Yezîdleşmemek; mal-mülk-makam ve mevkî  hırsıyla nefs-i emmâreye boyun eğen dünyaperest Ömer b. Sa’d gibi zulüm çarklarına dişli olup “ganime-t için zâlimleşmemektir. Ve asıl meselemiz Kerbelâ’yı kâmil anlamıyla idrâk ederek, Hüseyni kıyâmın dayandığı meşrûiyeti bilerek hareket etmek ve Hz. Hüseyin (r.a.) Efendimiz’in; îmanını,  inancını, ibâdetini, ihlâsını,  ilmini, irfânını, takvâsını, tevekkülünü, teslimiyetini, muhabbetini, samimiyetini, izzetini, cesâretini, şehâmetini, ahlâk, erdem ve fazîletini yâni “akîde”sini kuşanmaktır.  

Burada bir parantez açalım ve kendi nefsimiz için de bir durum muhâkemesi yapalım:  Maalesef bugüne kadar, İslâm Dünyası’nda yaşanan olaylara baktığımızda suçu hep başkalarında aradık, hep dış güçlerin oyunlarından bahsettik ve hep Yahudilerin, Nasrânîlerin sinsi emellerine atıflar yaptık… Elbette bunlarda haklılık payı vardır; ama artık bir kere de kendimize bakıp nerede hatâ yaptığımızı da sorgulamamız, Rahmeti Dündar Taşer’in veciz bir şekilde ifâde ettiği; “Durum muhakemesine düşmandan başlanmaz” hükmünü de hatırlamamız, bu îkaz doğrultusunda öz eleştiri yapmamız ve bu elim gidişâta dur demek için hatâlarımızı, yanlışlarımızı ve günahlarımızı da görmemiz gerekmez mi? Bir kere daha Kerbelâ’nın bugüne bakan mesajlarını akıl, îzan, irfan, sağ duyu ve objektif bir bakışla şuur penceresinden ibret nazarıyla okumamız, bir kere daha Kerbelâ’yı hakkıyla anlamaya çalışmamız ve kendi yanlışlarımıza daha çok kafa yormaya başlamamız îcap etmez mi?  Hâşâ, İslâm’da hiçbir yanlışlık olmadığına göre; biz Müslümanların düşünce dünyalarında bir çarpıklık, dînî meseleleri yorumlamalarında bir eksiklik, “İslâm’ın önüne koydukları kimlikler” ve bu kimliklere bakış açılarında bir hatâ; ilmî,  siyâsi, sosyal, ekonomik, ahlakî ve kültürel alanlarda önemli bir irtifâ kaybı, vasattan ve îtidâlden uzaklaşmada bir aşırılık,  mezheplerin birbirine bakışında bir şaşılık olduğu tartışma götürmez bir gerçek değil mi? Öyleyse bu kötü gidişâtı durdurmak ve yeni Kerbelâların zehirli meyveler vermesinden kurtulmak için yapmamız gereken öncelikli işimiz; İmâm-ı Âzâm Ebû Hanife (k.s.) “Ehli kıble tekfir edilmez”[13] düsturunu teoriden pratiğe aktarmamız, “Müslümanım” diyen herkesi İslam dairesinde görmemiz, hiç kimsenin bir başkasını İslâm’dan çıkartma yetkisinin olmadığını hatırlamamız, İslâm’ı kurtarma sevdâsından vaz geçip, İslâm’la kurtulmak için Muhammedî ölçülere dönmemiz ve mezhebi, meşrebi, mektebi, dili, ırkı,  kültürü, coğrafyası ne olursa olsun dünyadaki bütün Müslümanları ortak bir gönül dilinde ve müttefik bir sevgi kültüründe bir araya getirmemiz gerekmez mi?

10 Muharrem’den tarihe sızmış olan kin, nefret ve intikam tohumlarını; ibret, vahdet ve muhabbet meyvelerine dönüştürmemiz, Kerbelâ’yı ideolojileştirmeden, onu ders alınacak bir mektebe ve kardeşlik ekolüne çevirmemiz; -Şiâsı, Alevîsi, Sünnîsi- hepimiz için; sükûnet ve sağ düyuyla düşünerek, sâdece hissederek değil, akletmeye de gereken önemi vererek meseleleri değerlendirmemiz ve “dinde kardeş, hilkatte eş” olduğumuz şuuruyla fitne ve nifak tohumlarını kurutmamız ve ‘New Kerbelâlar”ın yaşanmaması için akılcı çözümler üretmemiz hepimiz için çok önemli bir mükellefiyet ve şartın ötesinde bir mecburiyet değil mi?

Hâsıl-ı kelâm Kerbelâ’yı anlamak;  dalâletten hidâyete, kesretten vahdete,  husumetten muhabbete, zilletten izzete, nefretten ibrete, lânetten meveddete, adavetten uhuvvete, zulmetten saâdete, vahşetten fazîlete, meskenetten cesârete,  döneklikten sadâkate,  ihanetten şehâdete, esaretten hürriyete, ganimetten hakikate, asabiyetten adâlete, dünyevî servetten ebedî ticârete giden kutlu yolu, doğru istikâmeti bulmak ve Hüseynî olmaktır… 

Hülâsâ Kerbelâ’yı anlamak;  Hz. Hüseyin (r.a.) Efendimiz’i hakkıyla tanıyıp her hâliyle örnek almak;  Hüseyince görmek, Hüseyince durmak,   Hüseyince davranmak, Hüseyince yaşamak ve hesâbî değil, hasbî olana sahip çıkıp Hüseynî bir duruş ortaya koymaktır.  

Zâten Hüseynî duruş; Hakk’a inanmak,  Hakk’a güvenmek, Hakk’a dayanmak, Hakk’ı savunmak, haklı olmak ve sonuna kadar haklı kalmaktır.

Hüseynî duruş; Kur’ânî ölçüleri, Muhammedî ahlâkı, Haydâr-ı Kerrâr yiğitliğini, ilmî ve irfânî güzelliklerini hayat/ımız/a taşımaktır.   

Hüseynî duruş; haksızlık karşısında susup “dilsiz şeytan” [14] olmayıp, “eliyle ve diliyle” [15]  müdahil olmayı,  zâlimlere karşı doğru bildiklerini eğip bükmeden yiğitçe söyleyerek;  emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l- münker” [16] (İyiliği emretme, kötülükten alıkoyma)  düsturunu her durum ve her şartta dile getirmeyi, “En büyük cihâdın zâlim idarecinin yüzüne hakkı haykırmak”[17] olduğunu bilmeyi “kâl” olmaktan çıkarıp “hâl”e dönüştürmektir. 

Hüseynî duruş; önce Hüseynî inanç, şuur ve irâdeyi, sonra Hz. Hüseyin(r.a.)’in yasını tutmayı, hüznünü ve ağlamayı gerekli kılmalı, bir başka ifâdeyle Hüseynî duruş; önce Hüseynî ahlâk, amel ve eylemi, sonra his, duygu ve söylemi öne çıkarmalıdır.  

Hüseynî duruş;

“Çemenzârı inciten her belâdan uzak dur

İçindeki bin yüzlü Kerbelâ’dan uzak dur”[18]

diyen şâir sözünü hayat düsturu yapmak ve nefs-i emareden nefs-i kâmiline giden zorlu yolu hakkıyla tamamlamaktır. 

Hüseynî duruş;  zalimin tam karşısında dururken mazlumun yanında yer almayı, zulme ve adaletsizliğe karşı sonu şehadetle biten bir kıyâma baş koyarken; “Kim var?  diye seslenilince, sağına ve soluna bakmadan ‘Ben varım! ‘ cevabını vermeyi, ‘Benim olmadığım yerde kimse yoktur!’ fikrini besleyen bir dâva ahlâkına”[19] sahip olmayı gerektiren ve bileği “alp”, gönlü ve yüreği “eren”  olanlara masus bir fazîlet ve şehâmet destânıdır.

Hüseynî duruş; ölümü öldürmek için ölümsüzlük sâhiline atılmış ölümüne bir adımdır.

Hüseynî duruş; zâlimlerin aşamadığı dağ, mazlumların nasiplendiği bağ ve kıyâmete kadar insanlığın ufkunu aydınlatacak Muhammedî bir çerağdır.

Netice olarak şunu ifâde etmemiz gerekir ki; kıt’alar dolaşan zâlim Yezidler, ihânet eden Kûfeler ve “gânime” (mal, makam, mevkî) için alçalan Ömer b. Sa’dlar vâr oldukça; Evvel Allah, bu mazlum ümmetin ve bu aziz milletin kıyâmete kadar îmânını bir kor gibi elinde ve yüreğinde taşıyan Hüseynîleri de bitmez, şehitleri de tükenmez…

Ümmeti olmakla şeref duyduğumuz Varlık Sebebimiz, İki Cihan Serverimiz, Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa(s.a.v.)’ya, onun âline, ashabına, şehitlerin serdarı, “Seyyidü’ş-şüheda” Hz. Hüseyin (r.a.) Efendimiz’e, “şühedâ-i Kerbelâ”ya ve bütün şehitlerimize salât ü selam olsun ve gelsin “Fâtihalar, Yâsînler…”

Kerbelâ’yı hakkıyla anlayanlara ve Hüseynî bir duruş ortaya koyanlara da gönül dolusu selâm olsun diyor ve hatm-i kelâmı da bir beyitle yapıyorum:

“Yâre-i aşk ile âh eyle sen dem-be-dem,

Her Hüseynî meşrebe Kerbelâ’dır bu âlem.”[20]

                                                                                      

DİPNOTLAR

[1] Buhârî, Menâkıb, 22

[2] Troçke

[3] Tirmîzî, Tefsirü’l-Kur’an, 16; Suyûtî, el-Câmiu’s-Sagîr, I, 24  

[4] Kâf, 50/37

[5] Buhârî, Edeb, 83; Müslim, Zühd, 6

[6] Hucûrat, 49/10

[7] Ahme b. Hanbel, Müsned, IV, 375

[8] Mısır Vâlisi Mâlik Eşter en-Neha-î’ye yazdığı mektuptaki ifâde  

[9] Tîn, 95/5; *Aşağılar aşağısı

[10] Azhâb, 33/21; * En güzel örnek

[11] 2011 yılında kaybettiğimiz İslâm Dünyası’nın ünlü filozofu Faslı Muhammmed Abid el-Cabirî; “Felsefî Mîrasımız ve Biz” ve “İslâm’da Akıl” isimli makâlesinde Efendimiz’den sonraki İslamın siyasal tarihini incelediğimizde “akîde” (îman ve inanç); “kabîle” (kavmiyet, aile, asabiyet)  ve “ganîme” (mal, makam, mevkî)  kavramlarını doğru biçimde anlamamız ve bu kavramların gölgesinde yaşanan olayları değerlendirmemiz gerektiğini yazmaktadır. 

[12] Ârif Nihat Asya, Duâlar ve Âminler, 62-74

[13] İmâm-ı Âzâm Ebû Hanife, el-Fıkhu’l-Ekber, 58

[14] İbn-i Kayyım, el-Cevâbu’l-Vafî,136

[15] Tirmîzî, Fiten, 11; İbni Mâce, Fiten, 20

[16] Âl-İ İmrân, 3/104

[17] Ebû Dâvûd, Melâhim 17; Tirmîzî, Bey’at 37

[18] Nûrulah Genç, Uzak Dur

[19] Necip Fâzıl Kısakürek, Gençliğe Hitâbe

[20] Ârif Hikmet Gökoğlu

Yazar
Mehmet GÜNEŞ

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen