Misak-ı Milli: Muazzam Bir Geri Çekilme Tasavvuru

 

Tarih milletlerarasındaki mücadelelerin de hikâyesidir. Devlet-i Aliyye’nin hikâyesi de bunların en güzel olanlarından biri ve belki de birincisidir. Tarihte birçok istila, talan, çapul, gibi kavramlarla ifade edilecek hadiseler yaşanırken, modern dünyada bunlardan daha tehlikeli bir mefhum olan “soykırım” öne çıkmıştır.

Türk milletinin tarihi macerasına baktığımızda ister fetih dönemi olsun, isterse hezimet dönemleri olsun soykırım yaptığı hiçbir döneme rastlanmaz. Çünkü ayrılmak mecburiyetinde kaldığı hiçbir vatan köşesini içinde kimler yaşarsa yaşasın “el diyarı” olarak görmez, oraları “esir vatan” olarak yüreğinin en mutena köşesinde, geri tekrar anavatana katılacağı güne kadar saklar. Bundan dolayı devletin parçalanma sürecinde dahi nefs-i müdafa’nın dışında, savaşta kendini koruma çabasından gayri, insanı zevk ile öldürme, çevreye hunharca zarar verme gibi sefil düşüncelere teslim olmamışlardır. Zaman zaman siyasi olarak Avro-Amerikan güçleri tarafından kullanılmak üzere mevzu edilen “Ermeni soykırımı” palavrası vardır ki, bilimsel verilerle bakıldığında böyle bir niyet ve halin olmadığı kesindir. Memleketi parçalamaya çalışan düşmanlara yataklık ve yaltaklık yapanlara karşı mümkün olduğunca makul tedbirler almayı “soykırım” olarak tanımlayanlar, o patırtıda ölen Ermenilerin asıl katilleridir. O katiller, menfaatleri için Ermenilerin, zulme uğramalarını hiç dert edinmemişlerdir. 

Türk milleti Selçuklular, Memluklular ve Osmanlılar olarak bin yıldır sahibi olduğu, yönettiği coğrafyalarda hiçbir soykırım acizliğine düşmemiştir. Olsa zaten arş-ı âlâ’ya duyururlardı. Bizi paralarının gücü marifetiyle soykırımla suçlayanlar ise Dünyanın dört bir köşesini sömürmek için akla gelmeyecek, hiçbir vicdanın kabul edemeyeceği, şeytanın bile akledemeyeceği soykırımlara imza atanlardır.

Mesela, Kızılderililer olarak bilinen yerlilerin, Amerika coğrafyasında soykırıma uğramasaydı bugün sayılarının iki yüz elli milyon olacağı varsayılmaktadır. Bugün Kızılderililer bir, iki milyon civarında Amerika Birleşik Devletleri ile Kanada sınırları arasında, “ateşsuyu” müptelası olarak, öylesine, hiçbir kültürel varlık ya da iddia, ufuk ortaya koymadan yaşayıp gitmekte olduğu yazılıp çizilmektedir. Yani, coğrafyanın asıl sahipleri sadece maddi olarak değil, zihnen de soykırıma uğramış durumdalar. Yine sömürgecilik tarihine kabaca göz atıldığında 14., 15. asırlardan bu yana “beyaz Avrupalı” hırsızların Afrika ve Asya kıtasında yaptıkları çapulların dehşetini, miktarını tahmin bile edemiyoruz. “Senegal: son kapı”  isimli belgeselde anlatılanlara yürek dayanmaz. Belgesele göre, Afrika’nın içlerinden hayvanlar gibi avlanarak yakalanan ve toplama kamplarında tutulan zenciler, vücut kontrolleri yapılarak, sağlıklı, güçlü bulunanlar Senegal’deki limandan gemilere doldurularak, gayri insani şartlarda, yolda ölenleri denize atarak, sağ kalanları Amerika kıtasına getirmişler ve yüzyıllarca köle olarak çalıştırmışlar. Amerikalı yerlileri değişik hilelerle katlederek el koydukları topraklarda Afrika’dan getirdikleri köleleri yine gayr-i insani şartlarda çalıştırmışlar ve elde ettikleri zenginlikleri yine aynı usullerle Avrupa’ya taşımışlardır. Bu vahşi ortam bitti mi, hayır. O dönemlerde insanı köle yapan zihniyet, sanayi devrimi ile beraber o yurtların yeraltı madenlerini sömürmeye devam etmiyor mu? Yüzyıldır Osmanlı coğrafyasını talan ederek petrolüne el koyup, geri tekrar orada yaşayanlara bomba yağdırmak sömürgeciliğin en denî şekilde devam ettiğini göstermiyor mu? Amerika’nın sadece deney için Japonya’ya attıkları atom bombası bir soykırım değil mi? Ya Stalin’in yaptıkları? Ya da şu anda çok acı bir şekilde Çin’in Doğu Türkistan’da yaptıkları? Hangi birini sayalım… Daha dün denilecek bir zamanda hem de Avrupa’nın ortasında Boşnak Müslümanların soykırıma uğramasının mimarları kim?1992 yılında Ermenilerin Azerbaycan topraklarında yaptığı soykırım yine bütün Avrupa’nın gözü önünde olmadı mı?  Soykırımın bütün inceliklerini gösteren bu çapulcular geri tekrar dönüp bize soykırım suçlaması yapması, yüzsüzlük değil de nedir?

Türk milletinin medeniyet mazisinde bu tür yüz kızartıcı hadiseler yoktur. İster fetih dönemlerinde olsun, isterse geri çekiliş dönemlerine bakalım böyle bir insanlık ayıbı yok. Karen Armstrong(1), “Tanrı Adına Savaş” isimli kitabında “İslam dünyasında Yahudiler eziyet görmediler. Zımmiler, ikinci sınıf vatandaş olsalar bile, antisemitizmin geleneği yoktu, tam dini özgürlüğe sahiptiler, işlerini, kendi kanunlarına göre yürütüyorlardı” demekten kendini alamaz. Bahse konu yıllarda ne Avrupa Birliği vardır ortada, ne Birleşmiş milletler… Türkler hâkim oldukları coğrafyalarda böyle kötücül düşüncelere sahip olsalardı belki bugün birçok millet sadece Antropolojinin konusu olurdu. 

Türkler Osmanlı devletinin enkazı altında yalnız başına kalacaklarını, Arapların İngiliz saflarına geçtiğinde anlarlar. Bunun üzerine “can havliyle” diyebileceğimiz bir gayretle “misak-ı milli”yi ilan ederler. 28 Ocak 1920 tarihinde ilan edilen o misak incelendiğinde ne kadar akli, vicdani, ilmi ve meşru olduğu görülür. Ancak İngilizlerin gayr-i sahih faaliyetleri neticesinde Mondros ateşkes anlaşmasının imzalandığında hala Türk topraklarının içinde olan Musul vilayeti, çeşitli hilelerle, 1926 yılına kadar süren mücadelelere rağmen elden çıkar. 

Misak-ı milli sınırları içinde bulunan Musul vilayetinin niçin misaka dâhil edildiğinin araştırılması halinde görülecektir ki, Musul vilayeti ve çevre kaza ve sancakları yani Telafer, Kerkük, Erbil, Tuzhurmatı gibi mühim merkezlerde Türkler hâkimdir. O zamanın sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik, sosyo-politik yapısında, özellikle Kürtler, Asuriler, Nasturiler gibi değişik dini ya da etnik yapılar kırsalda, dağlarda yaşamaktalar ve siyasi hiçbir ağırlıkları yoktur (2). Şehirlerdeki yaşam ister ekonomik, isterse politik olsun hâkimiyet Türklerin elindedir. Başka türlü olması da zaten düşünülemez, zira bin yıldır bütün Arap coğrafyasında hâkim olan güçlerin Türkler olduğu tarihe bakıldığında görülecektir. 

Sömürgeci İngilizlerin uzun yıllar süren zehirleyici faaliyetleri gereği oluşan sentetik Kürt yerleşimlerini göstererek o coğrafyalarda hak iddia etmek ciddiye alınırsa konu “hırsızlık masasına” gider ya da ciddiye alınmayacaksa o zaman komedi konusudur. Tarihte herhangi bir sosyal, kültürel, medeni bir varlık ortaya koyamayan yapıların, emperyalistlerin kendi emelleri için bir kılık vermeye çalıştıkları bu yapıların, her türlü hak talepleri boşunadır ve tarih bunu yaşayanlara ispat edecektir. 

Verilen mücadelelere bakıldığında görülecektir ki Osmanlının her türlü zayıflamasına, İngilizlerin kendilerini aldatmalarına rağmen bölgede halkın tercihine müracaat edemedikleri görülmektedir. Hatta Lord Curzon’un Türk tarafının ileri sürdüğü “halkın tercihini soralım” teklifine verdiği cevap “zavallı Kürtler, daha kendilerinin ne oluğunu bile bilmiyorlar, ne anlayacaklar seçimden” diyor. Yine Cemiyet-i Akvam’ın her türlü taraflı çalışmalarına rağmen Erbil’in, Kerkük’ün, Tuzhurmatu gibi yerleşim yerlerinin Türklerden oluştuğunu, Musul’un ekonomik, kültürel, siyasi yapılarında yönetici sınıf olarak Türklerin oluğunu saklayamazlar. İngilizlerin halkı çeşitli yollarla kimi zaman korkutarak, kimi zaman rüşvetlerle yanlarına çekmeye çalıştıkları halk, eğer İngiliz mi, Osmanlı mı? Sorusuna muhatap olurlarsa tercihlerinin Osmanlı olacağını söz ve davranışları ile Cemiyet-i Akvama bildirmişlerdir. Yarbay Şefik Özdemir ile Cemiyet-i Akvam üyeleri Musul sokaklarında dolaşırlarken etraflarının ahali tarafından çevrilerek Osmanlı lehine tezahürat ettikleri yerli, yabancı birçok araştırmacı tarafından kayıt altına alınmıştır. Tarihi vesikalardan anlaşılmaktadır ki; Musul vilayetinin Misak-ı Milli’nin dışında kalması hiçbir bakımdan meşru değildir. Bugün yörenin hala huzura kavuşamamasının sebebi o zaman yapılan bu haksız istiladır.

Bizim açımızdan ise misak-ı milli her ne olursa olsun deldirilmemeli, hiçbir parçasından vazgeçilmemeliydi. Bu günden bakıldığında bunun ne kadar elzem olduğunu çok daha iyi idrak ediyoruz. Musul vilayetinin bizde kalmasının her türlü meşruluk kaynağı bizdeydi. Zira Musul vilayeti Tuğrul beyin Abbasi halifesi tarafından Bağdat’a davet edildiği 11.asırdan beri Türk yurdudur. Buna ilave olarak Musul vilayetinin ve çeşitli kaza ve sancaklarının merkezlerinde Türkler meskûndur. Buradan hareketle Bağdat’ta Türk yurdudur ama devletin zayıflaması sebebiyle orada yaşayanların hâkim unsurunun Arap olması ve onlarında devletlerini satarak İngilizleri tercih etmesi sebebiyle “mecburi” olarak Bağdat, Basra, Hicaz gibi vilayetlerden “şimdilik” feragat edilebilirdi. Öyle de oldu. Ama Musul vilayetinde her bakımdan Türkler hâkimdir. Aynı zamanda hem Kürtler hem de yerli Araplar günün şartlarında Türkiye’yi İngilizlere tercih etmektedir. İlmi olarak da Musul, Kerkük Anadolu coğrafyasının tabi uzantısı olan, ticaretini Anadolu’yla yapan bir vilayettir. İnsani olarak orada yaşayanların tercihi Türkiye’dir. Yaşadığımız yüzyılda göstermektedir ki Musul vilayetinin Türkiye’den koparılması çok büyük acıların yaşanmasına sebebiyet vermiştir. 

Eğer Türkiye Musul vilayetinden vazgeçmeseydi yaşadığımız o kadar acıları bu coğrafyada hem biz hem de Araplar yaşamazdı. O zamanlarda söylenilen mazeretlerin bir işe yaramadığını yakın tarihte yaşadıklarımız da göstermektedir. Görüldüğü gibi Osmanlı geri çekilirken de, fetih içineyken de insani hislerden uzaklaşmamış gücü yettiğince insani hasletlerle devletine sahip çıkmaya çalışmış, gücün yetmediği yerlerde de yakıp yıkmadan geri çekilmesini bilmiştir. Görüldüğü gibi Misak-Milli sınırları her bakımdan “ideal” bir anlaşma elbette değil ama, “mecburi” olarak atılması gereken bir adım. Bu misaktan vazgeçişin hiçbir akli, insani, milli izahı yoktur. Hele bugünden bakıldığında ne kadar muazzam bir misak olduğu daha iyi görülmektedir. Eğer misak-ı milli sınırlarına sahip çıkabilecek akıl ve yürekliliği gösterebilseydik, Türk – İslam âlemi geçtiğimiz asırdaki mağduriyetlerin, zulmün hiçbirini yaşamaz ve içimizdeki hainler bu kadar palazlanamazdı. 

Ne diyelim, duamız odur ki, evvelen o misakın sınırlarını memleket dâhiline katmak ve ahiren de diğer esir yurtların yaralarını sarmak çok yakında mümkün olsun.  

Kaynaklar:

  1. Karen Armstrong, Tanrı Adına Savaş, Alfa Yayınları, 2017. 
  2. Yüzyıllık Sorun: Musul vilayeti (Tarih, Toplum ve Siyaset)
Yazar
Cüneyt CESUR

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen