Sefâretnâmeler

 

Sefâretnâmeler sefir denilen elçilerin yazdıkları raporlardır. Bu tür eserlerin sınırları seyahatnâmelerle karışan diğer türlere göre daha belirgin, muhtevası daha nettir. Sefâretnâmeler; padişaha, sadrazamlara veya reisülküttaplara sunulan resmî nitelikli belgelerdendir. Bunlar; padişahın tahta çıktığını bildirmek, barış anlaşması yapmak, bir zaferi duyurmak ve vergi istemek, şikâyetleri dile getirmek, devletler arasında arabuluculuk etmek üzere yabancı ülkelere giden elçiler tarafından kaleme alınmışlardır.[1] Ancak sefâretnâmelerin, seyahat intibalarının az veya çok olmasına göre seyahatnâmelerden nisbeten ayrıldığı veya onlarla birleştiği yerler vardır.

Sefâretnâmeler çeşitli şekillerde tarif edilmişlerdir. Faik Reşit Unat’a göre sefaretnâmeler; “sefirlerin veya maiyetlerinden birinin, sefaretleri sırasında gördüklerini ve yaptıklarını metbularına bildirmek maksadıyle yazdıkları” [2]  eserlerdir. M. Zeki Pakalın ise sefâretnâmeyi şöyle tarif eder: “Yabancı memleketlere gönderilmiş olan sefirlerin (elçilerin) İstanbul’dan hareketlerinden başlıyarak gittikleri yerlerde gördükleri şeylerle görüştükleri devlet adamları, siyasi hâdiseler ve yaptıkları işler hakkında tanzim ve takdim ettikleri raporlara verilen addır.”[3]

Sefâretnâmelerde ülkeler arasındaki siyasi münasebetlerle ilgili bilgiler ağırlık kazanabilmektedir. Böylesi durumlarda sefâretnâme seyahat intibalarından uzaklaşmakta, bir rapor hüviyetine bürünmektedir.[4] Ancak sefâretnâmelerin bir seyahatnâme muhtevasında karşımıza çıkıp çıkmamasında 1793 yılında Osmanlı Devleti’nde tesis edilen daimî elçiliğin etkisi olmalıdır. Çünkü sözü edilen yıla kadar sefâretnâmeler ağırlıklı olarak “seyahat ve sefâret günlüğü” şeklindedir. 1793’ten sonra kaleme alınan sefâretmâneler ise ağırlıklı olarak siyaset yazıları olarak kabul edilir.[5]

Sefâret heyetinde bulunanlar gittikleri ülkenin askerî gücü, nüfusu, yönetimi, kaleleri, esirler gibi hususlarla yakından ilgilenmişlerdir. Gerektiğinde esirleri himâyelerine alan sefirler de olmuştur. Şehdî Osman Efendi bunlardan birisidir.[6]

Sefâretnâmeler devletin dış siyasetini takip etmede, iki ülke arasındaki siyasî ve kültürel faaliyetleri tetkik etmede önemlidir. Bu eserlerden Osmanlı diplomatlarının yabancı devletler hakkındaki fikirlerini, yaklaşımını ve görüşlerini de öğrenmekteyiz. Sefâretnâmeler özel ve genel olmak üzere iki grupta incelenir. Bunlardan özel olanı kişinin memur olduğu işin hangi suretle yapıldığını anlatır ve tamamen siyasî belgelerdir. 1787’de Fas’a gönderilen Ahmed Azmi Efendi’nin takriri buna örnektir. Genel olanları ise elçilerin gezip gördükleri memleketlerin siyasî ve sosyal hayatını, askerî durumunu, kültürünü, eğitimini, sanayisini ve genel anlamda medenî durumunu tespit eden eserlerdir. Buna örnek olarak Yirmi Sekiz Mehmed Çelebi Efendi’nin Fransa Sefâretnâmesi gösterilebilir.[7] Bizim seyahatnâmelere yakın bularak üzerinde durmayı istediğimiz sefâretnâme türü bunlardır.

Avrupalıların her fırsatta İstanbul’da sefir bulundurmalarına karşılık Osmanlı’nın bu devletlerde daimî elçi bulundurmaları III. Selim devrine rastlar. Fakat o zamana kadar geçici olarak sefirlerin görevlendirildiğini söyleyebiliriz. Bunda Osmanlıların Avrupalı devletlere hemen her zaman mesafeli durmasının etkili olduğu düşünülebilir. Mesela 1669’da Fransa’ya gönderilen Müteferrika Süleyman Ağa, Fransızların “Güneş Kral” diye andıkları XIV. Louis’ye, IV. Mehmed’in mektubunu takdim ederken, mektubun ayakta alınması gerektiğini kraldan alenen istemiştir. Louis, Süleyman Ağa’ya bir şey yapamamış, ancak Moliere’e Kibarlık Budalası isimli bir oyun yazdırmıştır.[8]

Türkler tarafından kaleme alınan ve bir sefâretnâme olarak kabul edilebilecek eserlerin başında Hıtay Sefâretnâmesi gelir. Bu eseri “en eski gezi kitabımız” olarak kabul eden araştırmacılar vardır.[9] Hıtay Sefâretnâmesi, Gıyâseddin Nakkâş tarafından 1422 yılında Farsça olarak kaleme alınmıştır. Timur’un oğlu Mirza Şahruh’un Çin (Hıtay) imparatoruna gönderdiği heyette, yine Mirza Şahruh’un oğlu Baysungur’un elçisi olarak bulunan Gıyâseddin Nakkâş, yolculuk boyunca yaşadıklarını, Çin imparatorunu, Çin’in gelenek ve göreneklerini eserinde anlatmıştır. Heyet, 24 Kasım 1419 tarihinde Herat’tan yola çıkmıştır. Yolculuk üç sene sürmüş ve elçilik heyeti, 15 Ağustos 1421’de Herat’a dönmüştür.[10] Hıtay Sefaretnâmesi’nde yolculuk intibalarından ziyade şehirlerin genel özellikleri ve kaleler hakkındaki bilgiler öne çıkarılmıştır. Buna rağmen eseri bir seyahatnâme gibi okumak mümkündür. Bu açıdan Ahmed Fakih’in Mesâcidi’ş-Şerîfesi göz ardı edilecek olursa Hıtay Sefâretnâmesi’ni ilk seyahatnâme ve ilk sefâretnâme olarak kabul edenlere hak vermek gerekir.

Kaynakların ifade ettiğine göre Osmanlı tarihinde sefâretnâme olarak kırk beş adet eser kaleme alınmıştır. Bunların bazılarında ilk sefaretnâme olarak Kara Mustafa Paşa maiyetinde Viyana’ya giden Evliya Çelebi’nin 1655’te kaleme aldığı Viyana Sefâretnâmesi gösterilmektedir.[11] Sonuncusu ise A. Bahir Efendi’nin maiyetinde Fransa ve İngiltere’ye giden Abdürrezzak B. Efendi’nin 1845’te yazdığı Risâle-i Sagîre’dir. Bunlar içerisinde yabancı dilde kaleme alınan tek sefâretnâme Yusuf Âgâh Efendi’nin Londra elçiliği yıllarında sır kâtibi Mahmud Raif Efendi’nin Fransızca yazdığı rapordur.[12]

Faik Reşit Unat “sefaret raporu” olarak kabul edilebilecek ilk belgenin Fatih Sultan Mehmed devrinde Budin’e ve Viyana’ya giden ve kralla görüşen Hacı Zağanos’a ait olduğunu söylemektedir.[13]

Sefâretnâmeler arasında önemine binaen akla ilk olarak Yirmisekiz Mehmed Çelebi Sefâretnâmesi gelir. Üçüncü Ahmed tarafından Paris’e gönderilen Mehmed Çelebi Paris’i, Tanpınar’ın dediği gibi artık “Kanuni asrının şanlı hâtıraları arasından ve bir serhad mücahidinin mağrur gözü ile görmez.” Çünkü imparatorluk pek çok savaşa girmiş, Budin ve Belgrad gibi şehirlerini kaybetmiştir. Yani “cihangir muharip ve mücahid gururu yaralanmış”tır. Fakat Tanpınar, bu kitabın çok önemli bir özelliğine dikkat çeker: “Hiçbir kitap garplılaşma tarihimizde bu küçük sefaretnâme kadar mühim bir yer tutmaz.” Yine Tanpınar’a göre bu kitabın her satırında bir mukayese fikri gizlenmiştir. “Hakikatte bu sefaretnâmede bütün bir program gizlidir”[14] diyen yazar, Yirmi Sekiz Mehmed Çelebi ve oğlu hakkındaki hükmünü şöyle ifade eder: “Tarihimizde hiçbir şey, bu baba ile oğulun Avrupa ile şahsî temasları kadar faydalı ve mühim olmadı. İlk Türk matbaası bu sayede açıldı. Onlar gittikleri yerlerden bir şey getirmesini bilen insanlardı.”[15]

Yirmisekiz Mehmed Çelebi’nin sefâret yolculuğu 1720 senesinin Eylül ayında başlamış ve kâfile 1721 senesinin Mart ayı içinde Paris’e yerleşmiştir. Akdeniz’de yolculuk boyunca çeşitli limanlara uğrayan gemi nihayet Fransa’ya varmış ve burada bir süre karantinada kalmıştır. Paris’te nihayete erecek Fransa yolculuğu Tulon, Frontignan, Toulouse, Bordo, Chatellerault, Amboise, Orlean şehirleri üzerinden gerçekleşmiştir. Yirmisekiz Mehmed Çelebi geçtiği yerleri bize anlatmada oldukça maharetli biridir. Sefâretnâmesinin içeriği daha çok seyahat intibalarıyla doludur demek herhalde yanlış olmaz. O, bu sefâretnâmede Fransız kültürünü, âdetlerini, kadınları, operayı, teknik gelişmeleri, su kanallarını, ağırlanışını, gelgit olayını, kaleleri, av yerlerini, hastaneleri, sarayları ve kiliseleri anlatmıştır. Çelebi, Tulon’a gelince Osmanlı ülkesi içinde henüz bilinmeyen karantina uygulaması ile karşılaşmıştır. Çünkü o zamanlar Marsilya şehrinde bir veba salgını ortaya çıkmıştır. Buna rağmen o, Fransızların heyeti iyi karşıladıklarını, karantina yüzünden özür dilediklerini söyler. Kırk günlük beklemeden sonra heyet, Toulouse-Bordo-Orlean yoluyla Paris’e gelir.[16] Fakat bu yolculuk oldukça zor olmuş, Çelebi ve heyeti yol boyunca çok zahmet çekmiştir.

Yirmisekiz Mehmed Çelebi, bir seyyahın sahip olması gereken dikkate ve meraka sahiptir ve o çevresine ilgiyle yönelen bir sefirdir. Bu duruma Ahmed Hamdi Tanpınar da dikkat çeker. Tanpınar’a göre Mehmed Çelebi, “bakmasını, görmesini ve göstermesini bilen nadir yaradılışlardan” birisidir. Eserinde o zamanın Fransasından ilginç birtakım intibalar bulmak mümkündür. Eserde tiyatro, opera, ilim ve kültür müesseseleri, rasathane, saray mimarisi, aynacılık, halıcılık gibi konular üzerinde durulur. Bazı teknolojik gelişmeler anlatılır. Fransa’nın askerî durumu hakkında bilgi verilir.[17] Bu özellikleriyle sefâretnâme bir seyahatnâme gibidir. Eser, bu yanıyla ve özellikle de edebî ve tarihî kıymeti bakımından en değerli sefâretnâme olarak kabul edilir.[18]

Çelebi, bu sefâretnâmede gördüğü yerlerle ilgili hayranlığını ifadeden çekinmez. Özellikle Versay Sarayı’nı gezerken yaşadığı hayranlığını gizlemez. Bazen bahçelere davet edilen Çelebi buralara gider. Bu bahçelerden birini gezerken “Dünya müminlerin cehennemi, kâfirlerin cennetidir” hadisini hatırlar. Fakat o kendi ülkesiyle Fransa’yı ve burada yaşanan kültürü karşılaştırırken dayandığı ölçüler, tabiî olarak mensup olduğu medeniyete aittir. Bu durum bize ilginç malzemeler vermektedir. Onun, bir kilim atölyesinde gördüğü kilimler münasebetiyle söylediği şu sözler oldukça ilginçtir: “Duvarlara asılı kilimleri seyrettiğimizde hayretten parmağımız ağzımızda kaldı. Mesela çiçekler işlemişler, insan bakınca, kavonozlar içinde canlı olarak duruyor sanıyor. Resimlerde gözleri, kirpikleri, kaşları ve özellikle başlardaki saçları ve sakalları o kadar canlı yapmışlar ki, Hatâî ve Behzad’ın kâğıt üzerinde yaptıkları resimler bu kadar canlı değildir.”[19] Çelebi’nin sefâretnâmesinde verdiği şu hüküm bütün bu hayranlığın neticesi olmalıdır: “İstanbul’u gözönünde tutmazsak, Paris dünyada eşi benzeri olmayan bir şehirdir.”[20]

Mehmed Çelebi zaman zaman bazı etkinliklere katılır. Bunların en başında opera gelir. Burada sahnenin bir anda değişmesi Çelebi’yi çok şaşırtmıştır. Bu hâli sefâretnâmesinde şöyle ifade eder: “Gösterilen garipliklerin hepsini seyrettik. Hele aşk sahnelerini o kadar canlı gösterdiler ki, gerek padişahın, gerek kızın ve gerekse kral oğlunun tavır ve hareketlerine baktıkça insanın acıyacağı geliyordu.”[21]

Kadınların sosyal hayatta serbest oluşu da Yirmisekiz Mehmed Çelebi’nin dikkatinden kaçmamıştır. Kadınlara gösterilen itibarın erkeklere gösterilenden fazla olduğunu söyleyen Mehmed Çelebi, Fransa’ya kadınların cenneti dendiğini yazar. Çelebi, Paris’te kadınların kendilerine gösterdiği ilgiden de söz eder. Hatta bunların bazen kendisini görmek için sıraya girdiklerini, kalabalık sebebiyle yanına gelinceye kadar baygınlık geçirdiklerini, buna rağmen tekrar görme hevesiyle yine sıraya girdiklerini yazar ve şöyle der: “Bazılarına dikkat ettim, bin bir güçlükle üç, dört defa yanımıza girdiklerini gördüm. Yağmurlu ve soğuk havalarda gece saat üçe, dörde kadar gitmezler, dışarda avluda beklerlerdi. Biz ise onların bu hırslarına hayran kalırdık.”[22]

Fransız kadınlarının dikkat ettiği şeylerden bir diğeri sefâret heyetinin yemek yiyişidir ve sırf bu sebeple heyeti defalarca seyretmeye gelmişlerdir. Bu garip âdet o zamanın Fransasında oldukça yaygındır. İsteyenler kralın nasıl yemek yediğini, hatta sabahleyin nasıl kalktığını izlemek üzere saraya gelebilirlermiş. Çelebi, bunlardan çok sıkıldığını ve bu durum ona çok ağır geldiği hâlde gelenlerin ekserisi “soylu” kişiler olduğu için teklifleri geri çeviremediğini söyler. Sabretmesinin sebebini hatırları kırılmasın diye izah eder.[23] Bu kadınlar heyetin Ramazan ayında yaptıkları iftarları da büyük kalabalıklar hâlinde izlemeye gelmişlerdir. Bunun için çok fazla ısrar edilmiştir. Heyet kendilerini izlemek üzere gelen yüzlerce kadının hücumuna uğramış ve kalabalığın ardı arkası kesilmemiştir. Çelebi ve yol arkadaşları “binlerce kadının azap verici bakışları arasında” zorlukla iftarlarını yapmışlardır. Sonraki gün ise teravih namazının nasıl kılındığını izlemek üzere yine gelmişlerdir. Hâsılı sefâret heyeti Fransızların bu çok tuhaf âdeti karşısında oldukça bunalmıştır.

Yirmisekiz Mehmed Çelebi’nin Fransa sefâreti için seçilmesinin sebeplerinden birisi onun geniş kültürüdür. Bunu sefâretnâmesinin satır aralarında okuyabildiğimiz gibi Fransa’yla ilgili önceden yaptığı hazırlıklardan da çıkarabiliriz. O, Kâtip Çelebi’nin kitaplarının birinden Fransa’da bulunan Charenton kasabasıyla ilgili yazdıklarını nakleder. Eserden, bu kasabada bir kişi bağırsa sesin on üç kere yankı yaptığına dair bir bilgiyi hatırlar. Hâlbuki sorduğu kimseler bununla ilgili bir şey bilmemektedir.[24]

Yirmisekiz Mehmed Çelebi’nin sefâretinin en önemli yanlarından birisi matbaanın Osmanlı’ya gelişiyle ilgilidir. Gerçi bu zamana kadar Osmanlı ülkesinde Yahudi, Ermeni ve Rumların matbaaları bulunuyordu. Ancak, Mehmed Çelebi’nin sefâret maiyetinde bulunan oğlu Said Efendi, Paris’te matbaacılığı inceleme fırsatı bulmuştur. Bunun üzerine memlekete dönüşte İbrahim Müteferrika ile anlaşmışlar ve Sadrazam Nevşehirli Damad İbrahim Paşa’ya bir arzuhal takdim etmişlerdir. Padişah Üçüncü Ahmed’den 1726 tarihli fermanında tefsir, hadis, fıkıh, kelam eserlerinin basılmaması şartıyla ilk matbaa için izin alabilmişlerdir.[25]

Ancak bu sefâretin Avrupa’yı taklit konusunda ciddi bir başlangıç teşkil ettiğini kaynaklar yazmaktadır. Burada karşımızda duran artık “küffâr diyârı” olarak bilinen bir kıta değil, her sahada üstünlüğü kabul edilen Avrupa medeniyetidir. Fransa’daki yaşayış tarzı, israf, sefahat gibi hususlar bize biraz da bu sefârettnâme ile gelmeye başlamıştır.[26]

Sefâretnâmelerde siyasetin bazı ahlak dışı hususiyetlerini yakalamak mümkündür. Bundan sonra Avrupa’ya gönderilen sefirler Batılı devletlerin siyasetinin iç yüzüyle karşılaşmışlar ve bazıları bu durumu bilmemenin bedelini aldatılarak ve aldanarak ödemişlerdir. Bunun en tipik örneği, 1797-1802 yılları arasında Fransa’da ilk daimî Türk elçisi olarak bulunan Moralı Ali Efendi’dir.

Ali Efendi, Fransa’ya elçi olarak gittiğinde yanında bulunan iki Rum çevirmenden biri olan Manolaki, sefirin ismini kullanarak büyük borçlara girmiş, sonrasında ise Fransa’ya sığınmıştır. Diğer tercüman Codrika ise Fransız Dışişleri Bakanı Talleyrand tarafından satın alınmış, Osmanlı’ya karşı Fransa için casusluk yapmıştır.[27] Talleyrand da Ali Efendi’yi sefâreti esnasında kullanmasını çok iyi bilmiştir. Kendisini Fransızların Mısır seferi düzenlemeyeceğine dair kandırmış, Ali Efendi Bâbıâlî’ye yazdığı raporlarda hâlâ işin farkında olmadığını göstermiştir. Bunun üzerine III. Selim kendisi için “Ne eşek herif imiş” diyerek tepkisini ifade etmiştir.[28]

Ali Efendi nihayet Fransızların karakterini tahlil etmiş ve siyasetin büyük oyunlarının farkına varmış olacak ki Fransızlar için “Ahval-i Françe nakş-ı bukelamun gibidir”[29] diyerek kanaatini ifade etmektedir. Ali Efendi’nin durumun farkına vardığını onun hakkında bir eser kaleme almış olan yine bir Fransız Maurice Herbette de ifade etmektedir: “Herhalde hiç kimse, bu Türk kadar insan yığınlarının değişkenliğini iyi takdir etme olanağını bulamamıştır. Eğer Esseyyit Ali Efendi Boğaziçi’ndeki evine döndüğünde Doğululara özgü ağırbaşlılık ve tevekkül ile olayları yorumladıysa Batı’da insanların özellikle kadınların döneklikleri, vefâsızlıkları hakkında hiç şüphesiz çok garip düşüncelere sahip olmuştur.”[30]

Bu itimatsızlık sefirlerin ve tarih kitaplarının yazdıklarında hissedildiği gibi Avrupalıların eserlerinde de görülür. Bunu onlar biraz mübalağalı olarak ifade etseler de bunda hakikat payı yok değildir. Batıda gelişen sağlık şartları ve yeni ortaya çıkan teknolojik imkânlar sebebiyle sefirlerin tepkileri Batılı yazarların önyargılarını ve ikiyüzlülüğünü alabildiğince göz önüne sermiştir. Maurice Herbette, vebaya karşılık önlem almaya çalışan Fransız yöneticilerinin karşısında Ali Efendi’nin tepkisini “Doğal sofuluğu ve Müslümanlık kurallarına bir parça fazlaca olan saygısı onu her türlü mikroptan arıtma girişimlerine düşman ediyordu”[31] diye ifade eder.

Moralı Ali Efendi, sefareti esnasında Fransızların oldukça ilgisini çekmiştir. Giyinişi ve tavırlarıyla dikkatleri daima üzerinde toplayan Ali Efendi’den Fransızlar istifade etmesini çok iyi bilmişlerdir. Kendisini davet ettikleri yerde davet sahiplerinin hazır bulunanlardan para aldıklarını anlamıştır:

“Françelu’nun bizi seyir etmek içün gerek bahçe olsun gerek komedya olsun girmek içün akçe ile kâğıt iştirasıyla dâhil olanlar altı bin ve sekiz bin nüfus oldukları muhakkak olup gittiğimiz mahal bit pazarı gibi kalabalık olmak hasebiyle sahiplerinin ne derece kâr eyledikleri beyandan müstağnidir. Bir şahıstan üç frank almak âdet iken bizim içün olan cemiyet gecelerinde beş franktan ziyade olup altı bin şahıstan bir gece zarfında alınan meblağın ne miktara baliğ olduğu edna teemmül ile aşikâr olur.”[32]

Bu durumdan Ali Efendi çok şikâyetçidir:

“Devlet-i Âliye’den şehr-i Paris’e ellibeş seneden beri elçi gelmediğinden halkın bizi seyir bâbında olan merakı hususa avamın hücumunu tarif ve tavsif mümkün olmayıp; komedyacılar ve bahçe sahipleri tamam halktan akçe kazanacak vakit bilmeleri ile tedârikat yapıp her biri bizi davet ederlerdi. Vakit ve hâle nazaran def etmeğe ve reddetmeye her zaman mesağ olmamakla naçâr davetlerine icabet ve aralık aralık opera ve komedya ve bahçe seyirlerine azimet olunurdu.”[33]

Sefâret raporları veya sefâretnâmeler arasında doğal olarak bazı yorum farklılıkları olabilmektedir. Moralı Ali Efendi’den otuz altı sene sonra Avrupa’ya sefir olarak giden ve Avrupa Risalesi adında bir sefâretnâme kaleme alan Mustafa Sami Efendi onun gibi düşünmemiştir. Yazdıklarında “Der-beyân-ı Paris, Der-beyân-ı mizâc-ı ahâli-i Paris, Der-beyân-ı mizâc-ı umumî-i ahâli-i Fransa, Der-beyân-ı keyfiyet ve ahvâl-i devlet-i Fransa” gibi çeşitli başlıklar ile burayı yüceltir. Hatta şunları yazmaktan da geri durmaz: “Paris ahâlisi umûmen zevk ve safâ ve ihtişama mâil ve bir taraftan bay ve gedâ ve zükûr ve inas kemal-i tasarruf ve idâre ve leyl ü nehâr hizmet vasıflarına sa’y ü ikdâm ile beraber yine her bir zevkten geri kalmayarak, dâimâ küşâde-dil ve her cins ve kavm ile ülfet ve ünsiyete mütemayildirler.”[34]

Bu sözlerde -Talleyrand ve Fransa siyaseti tarafından aldatılmış ve oyalanmış- Ali Efendi’nin Fransızlara yaklaşımından eser yoktur. Bunlar mizaç farkından mı yoksa devletin durumundan mı kaynaklanıyor pek bilinmez ama iki sefirin arasında Avrupa’yı ve özellikle Fransa’yı değerlendirme noktasından birçok farkın olduğu ortadadır. Hatta Tanpınar, Mustafa Sami Efendi’nin sefâretnâmesinde kendini gösteren Avrupa hayranlığını ifade için “Burada artık teklif yok, iman vardır”[35] demektedir. 

Burada sefâretnâmelerinden bahsetmek istediğimiz diğer bir sefir, Ahmed Resmî Efendi’dir. Ahmed Resmî Efendi, yaptığı vazifenin bilincindedir. Bir yerde şöyle der: “Her fırsat ve imkânda bir şeyler öğrenmek, her elçinin en faydalı vazifesidir.”[36]

Ahmed Resmî Efendi önce Sultan Üçüncü Mustafa’nın tahta çıkışını bildirmek üzere 1757 senesinde Nemçe’ye yani Avusturya’ya gönderilir. Bu yolculuk, yolda geçen süre de dâhil olmak üzere on ay sürer. Bu yolculuğu anlattığı satırlarında onun coğrafya ve tarihe olan hâkimiyeti derhal belli olur. Resmî Efendi, 1763 senesinde de Prusya Sefiri olarak görevlendirilir. Görevini tamamladıktan sonra dönüşünde seyahati esnasında yaşadıklarını padişaha takdim eder.[37] Efendi, Prusya Sefâretnâmesi’nde tarih ve siyaset konusundaki bilgisini adeta konuşturur. Prusya’nın Rusya, Fransa ve Osmanlı Devletleriyle olan ilişkilerine temas eder. Prusya’nın Osmanlı Devleti’yle yakınlaşmaya çalışmasının tarihî ve siyasî sebeplerini izah eder.

Ahmed Resmî Efendi, Sefâretnâmesi’nde Prusya’da devam ettiği komedilerden de bahseder. Kral, kendileri için burada bir yer tahsis edip sefâret heyetini birkaç kere davet etmiştir. Efendi, bir maskeli baloyu da sefâretnâmesinde anlatır. Bunun dışında Ahmed Resmî Efendi’nin sefâretnâmelerinde ele aldığı konular şöyledir: Prusya’nın siyasi durumu, yolculuk boyunca uğranılan şehirler ve kaleler, Avrupa tarihi, Almanların ve Macarların Osmanlılarla ilişkileri, Avusturya’nın siyasî durumu, ülkelerin ekonomik durumu, sosyal hayat, eğlence hayatı, Orta Avrupa’daki bazı Osmanlı fetihleri, Osmanlıların ekonomik, sosyal ve siyasî durumlarının Avrupa ülkeleriyle karşılaştırılması, Avrupa’daki dinî hayat, Prusya kralının heyeti ağırlayışı, balo ve tiyatro…

Sefâretnâmeler içerisinde dikkat çekenlerden bir diğer grup ise İran’a giden sefirlerin yazdıklarıdır. Bunlar içerisinde Musavver İran Sefâretnâmesi dikkat çeker. Bu eser elçi Yasincizâde Seyyid Abdülvehhab Efendi’nin sefâret tercümanı Bozoklu Osman Şakir Efendi tarafından kaleme alınmıştır. Bu sefâretnâmede Osman Şakir Efendi’nin çizdiği resimler de yer almaktadır. Abdülvehhab Efendi, 1810 senesinde İran sefiri olarak görevlendirilmiştir. Sefâretnâmenin yazılı kısmı Üsküdar’dan Merzifon’a kadar olan yolculuğu konu alır. Buradan sonra sadece resimlere yer verilmiştir.[38]İran’a giden sefirler içerisinde Kırımlı Mustafa Efendi’nin İran Sefâretnâmesi herhalde oldukça önemlidir. Bu heyet, İran’a giden sefâret heyetleri içerisinde muhtemelen en zengin hediyelerle dolu ve kalabalık olanlardan birisidir. Bu metin, diğer İran sefâretnâmelerine nazaran seyahat intibaları denilebilecek notların daha çok yer aldığı bir eser olarak dikkat çekmektedir. Fakat sefâretnâmenin dili oldukça ağırdır.[39]

Sefâretnâmelerin bir kısmı rapor nitelikli yazılardan oluşmaktadır. Bunların hemen hepsini seyahatnâmeler içerisinde değerlendirmek zor görünmektedir. Fakat bazen bir üslup özelliği olarak sefâretnâmelerin seyahatnâmelere yaklaştığı olmaktadır. Dolayısıyla bu yönleriyle onları seyahat edebiyatımız içerisinde –ihtiyatla- değerlendirebileceğimizi söyleyebiliriz.

Dipnotlar

[1] Belkıs Altuniş-Gürsoy, “Sefâretnâmeler”, Türkler Ansiklopedisi, C. 12, s. 956.

[2] Faik Reşit Unat, Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnâmeleri, Tamamlayıp Yayımlayan: Prof. Dr. Bekir Sıtkı Baykal, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1968, s. 43.

[3] Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü III, MEB Yayınları, İstanbul 1993, s. 138 vd. Osmanlı Devleti tarafından otuz altı farklı devlete iki yüz beş sefir gönderildiği kaynaklarda belirtiliyor. Sefirlerin gidilen yerlerdeki faaliyetlerini ele alan raporların son yapılan araştırmalara göre kırk beş civarında olduğu tespit edilmiştir. bkz.: Şehdî Osman Efendi, Rusya Sefâretnâmesi 1757-1758, Haz.: Türkân Polatcı, TTK Yayınları, Ankara 2011, s. 1.

[4] Bâki Asiltürk, a. g. m., s. 925.

[5] Şehdî Osman Efendi, a. g. e., s. 11.

[6] Şehdî Osman Efendi, himâyesine aldığı esirlerin bir mesele olması üzerine Ruslara şöyle mukabelede bulunmuştur: “Bire cânım birkaç def‘adır ki sizlere tefhim ideyorum, ta‘yîn iyledüğiniz konaklardan hârice çıkup evlerinizden veya sokaklarınızdan âdem sürüp götürmeyoruz. Derûnlarında îmânları kavî olanlar bu kadar mu‘ayyen bekçiler ve karagollar arasından hazret-i rabbü’l-âlemînin inâyeti ve dîn-i mübînde rüsûhıyyetlerinin iâneti ile halâs olup geliyorlar. Bu mâdde ise a‘zâm-ı levâzımât-ı dîniyye ve muktezâ-yı ahdnâme-i hümâyûn üzre ehemm-i mühimmât-ı zarûriyye-i fakîrânemden olmağla kabul itmeyüp de redd ü tard mı ideyim ve hasrü’d-dünyâ ve’l-âhire mazmûnuna mâsadak mı olayım sübhânallah! Evvelâ bu ne makule dostluğa ri‘âyet ve şart-ı sûlhı himâyetdir ki, ber mûcib-i ahdnâme-i hümâyûn dostâne mu‘âmele ve munsifâne hareket ile bu makule üserâyı kendinüz bi-lâ-zahmet teslime mübâderet idecek iken böyle maglata-i nâ-be-câ ile muhill-i şerâ’it-i dostî evzâ‘a ictirâ idersinüz ve galiba böyle evzâ‘-ı bârîdeye devletiniz dahi rızâsı olmamak gerekdür”  Şehdî Osman Efendi, a. g. e., s. 30-31.

[7] Faik Reşit Unat, a. g. e., s. 45.

[8] Maurice Herbette, Fransa’da İlk Daimî Türk Elçisi “Moralı Esseyyit Ali Efendi (1797-1802), Çeviren: Erol Üyepazarcı, İstanbul 1997, s. VIII.

[9] bkz.: Gıyaseddin Nakkaş, Hıtay Sefaretnamesi, Haz.: Belkıs Mutlu, TTK Yayınları, Ankara 2013, s. 5. Sefâretnâmedeki şu notlar, 15. yy.’da bir sefâret heyetinin ağırlanışı hakkında dikkat çekici bilgiler ihtiva eder: “O mahalde Hıtay Pâdişâhının emriyle bir gürûh, elçilerin istikbâline gelip hemen ol günde bir latif çemen-zârda bir ‘âlî sofa peydâ ve sayebânlar vaz’ edip sandaliler kodular ve çînî tabaklar üzerine kaz ve kuş vesâ’ir lühum ve yaş ve kuru meyveler koyup her şîrin üzerine nahıllar bağladılar velhâsıl ol beyâbânda, şehirlerde kâbil olmayacak vech üzere bir ziyâfet tertîb eylediler. Ba’de’t-ta’âm herkesi sermest edince arak ve şarâb verip meclis-i ziyafetten hâric olan herkese dahi hâline göre koyun ve un, arpa ve arak ve şarâb vesâ’ir levâzım-ı seferiyeyi verdiler.” Aynı eser, s. 52.

[10] Gıyaseddin Nakkaş, a. g. e., s. 8-9.

[11] Evliya Çelebi’nin Seyahatnâmesinin yedinci cildine konu olan Viyana sefâreti hakkındaki intibaları, eserinde müstakil bir bölüm olarak okunabilir. Evliya Çelebi, Kara Mehmed Paşa’nın sefâret heyetinde kâtip olarak bulunmaktadır. Çelebi, burada şehri tanıtmakta, garip diye vasıflandırdığı seyirlik mevzulara temas etmekte, şehrin tarihi, yemekleri, insanları, giyim kuşamı, iklimi, şehirde yetişen sebze ve meyveler hakkında bilgi vermektedir. Kısacası Evliya Çelebi, burada prensip olarak gezdiği diğer yerleri nasıl anlatıyorsa Viyana’daki intibalarını da aynı üslup ile kaleme almaktadır. Fakat Çelebi bazı yerlerde karşılaştırmalar da yapmıyor değildir. Çelebi’nin aşağıdaki sözleri bu bakımdan ilgi çekicidir: “Ve bu şehrin cümle şey’i memdûh [u] meşhûr­dur, ammâ hezâr ahsend pesend cümle hukemâ ve cerrâh u fassâd u kehhâl u nakkâş ve sâ‘atçi ve tüfengci ve çıkrıkçı ve sokaklarının pâkliğine ve hâ­kim­lerinin zabt u rabtlarına ve bey‘ [u] şirâlarında mîzân u te­râzûda hılâf etmeyüp kizb söyle­medik­le­rine ve adl‑ı adâletlerine ve re‘âyâ vü berâyâlarının âsûde-hâl üzre olup zulm etmediklerine ve âb [u] hevâsının letâfetine ve mahbûb u mahbûbesinin nezâfet ü zerâfetine ve tarz‑ı âhar râyihası ve elvânı gayri gûne şükûfelerine ve cümle halkının herkes ile hüsn‑i ülfet edüp garîb-dost olup dil-nüvâzlıklarına ve vilâyetleri cümle her şeyden emn ü emân oldu­ğuna sad bârekallâh aşk olsun kim İslâm diyârında böyle emn ü emân ve adl‑i adâlet yokdur.” Daha geniş bilgi için bkz. Evliyâ Çelebi b. Derviş Mehemmed Zıllî, Evliya Çelebi Seyahatnâmesi, 7. Kitap, Haz. Yücel Dağlı, Seyyit Ali Kahraman, Robert Dankoff,  YKY Yayınları, İstanbul 2003, s. 108; Seyfeddin Duman, “Seyahati Tercüme-i Hakikat Olarak Algılamak Yahut Tanzimat ve Servet-i Fünun Edebiyatında Seyahat”, Hece Dergisi Gezi Özel Sayısı, Yıl: 15, Sayı: 174/175/176, Haziran/Temmuz/Ağustos 2011, s. 157.

[12] Rıdvan Canım, Divan Edebiyatında Türler, Grafiker Yayınları, Ankara 2010, s. 231.

[13] Faik Reşit Unat, Osmanlı Sefirleri ve Sefaretnâmeleri, Tamamlayıp Yayımlayan: Prof. Dr. Bekir Sıtkı Baykal, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1968, s. 43.

[14] Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Yayıma Hazırlayan: Abdullah Uçman, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2006, s. 54.

[15] Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi, Haz.: Birol Emil, Dergâh Yayınları, İstanbu 2000, s. 267.  Tanpınar’ın bu sözleri oldukça dikkat çekicidir. Bu cümlelerini onun şu sözleriyle beraber düşünürsek konuyla ilgili düşünceleri herhalde biraz daha netleşir: “Ah Namık Kemal, ne olurdu bize her şeyden evvel bir ‘seviye meselesi’ olan hürriyet kelimesi yerine, o kadar âşıkı olduğun medeniyetin ‘birikme’ olduğunu ve gerçek ilerlemenin ‘mevcudu muhafaza etmek’ gibi bir esas şartı bulunduğunu öğretseydin.” Aynı eser, s. 278.

[16] Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi’nin Fransa Sefaretnamesi, Haz.:  Abdullah Uçman Tercüman 1001 Temel Eser, (Baskı yer ve tarih yok), s. 11.

[17] Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Yayıma Haz.: Abdullah Uçman, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2006, s. 54.

[18] Rıdvan Canım, Divan Edebiyatında Türler, Grafiker Yayınları, Ankara 2010, s. 232.

[19] Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi’nin Fransa Sefaretnamesi, s. 74.

[20] Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi’nin Fransa Sefaretnamesi, s. 76.

[21] Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi’nin Fransa Sefaretnamesi, s. 60. Opera davetlerinden 1748 senesinde Avrupa’ya giden Mustafa Hattî Efendi de Viyana Sefâretnâmesi’nde bahseder. Mustafa Hattî Efendi sefâretnâmesinde opera hakkında “Bâzîçeler arz eylediklerini seyr ü temâşâ âdetleri olmağla, Çasar u Çasariçeye buluşdukdan sonra bizim için dahi mahall-i ma‘hûdun ikisinde de birkaç odalar tahliye vü tahsis eyledüklerini cânib-i çasarîden ihbâr ve da‘vet eylemişler idi. Tarafımızdan çendân rağbet olmadığından muğberr olduklarını ifâde eyledüklerinde… ” diyerek kralın sefâret heyetine operayı izlettirmedeki ısrarı anlatır. bkz.: Ali İbrahim Savaş (Haz.), Mustafa Hattî Efendi Viyana Sefâretnâmesi, TTK Yayınları, Ankara 1999, s. 35.

[22] Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi’nin Fransa Sefaretnamesi, s. 35.

[23] Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi’nin Fransa Sefaretnamesi, s. 42. Böyle bir durum Rusya’ya sefir olarak gönderilen Şehdî Osman Efendi’nin başından geçmiştir. Elçinin yemek yiyişini, veliaht başta olmak üzere birçok kişi izlemiştir. Şehdî Osman Efendi, Rusya Sefâretnâmesi 1757-1758, Haz.: Türkân Polatcı, TTK Yayınları, Ankara 2011, s. 14.

[24] Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi’nin Fransa Sefaretnamesi, s. 38-39.

[25] Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri Sosyal Psikoloji Bakımından Bir Tetkik, Başbakanlık Kültür Müsteşarlığı Yayınları, İkinci Basılış, İstanbul 1972, s. 197.

[26] Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi’nin Fransa Sefaretnamesi, s. 7.

[27] Maurice Herbette, Fransa’da İlk Daimî Türk Elçisi Moralı Esseyyit Ali Efendi (1797-1802), Çeviren: Erol Üyepazarcı, İstanbul 1997, s. XXV. Buna benzer bir durum Rusya’ya sefir olarak giden Şehdî Osman Efendi’nin sefâretnâmesinde de görülür. Rusya hükümetini temsilen elçiye “hoş geldin” demekle görevlendirilen Rum Yorgaki için Osman Efendi, “kesret-i hilede şeytâna sebk virmeğe kâdir” demektedir. Şehdî Osman Efendi, Rusya Sefâretnâmesi 1757-1758, Haz.: Türkân Polatcı, TTK Yayınları, Ankara 2011, s. 12.

[28] Maurice Herbette, a. g. e., s. XXVII.

[29] Maurice Herbette, a. g. e., s. XV.

[30] Maurice Herbette, a. g. e., s. 2.

[31] Maurice Herbette, a. g. e., s. 17.

[32] Maurice Herbette, a.. g. e., s. XVII. Buna benzer bir duruma bu satırların yazarı Almanya’nın Augsburg şehrinde dinlediği bir hikâye ile şahit olmuştu. Anlatılana göre yolu tesadüfen Almanya’nın Bavyera topraklarına düşen üç zenciyi küçük bir otel işletmecisi misafir etmiştir. Almanların, zencilere gösterdiği yoğun ilgiyi de kullanmasını bilmiştir. Gelenlerden elde ettiği kazanç ile otelini genişlettiği gibi epey de zengin olmuş. Otelinin duvarlarında bu üç zencinin heykelleri hâlâ durmaktadır.

[33] Maurice Herbette, a. g. e.,  s. XVII.

[34] Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Yayıma Haz.: Abdullah Uçman, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2006, s. 123.

[35] Ahmet Hamdi Tanpınar, a. g. e., s. 123.

[36] Bedriye Atsız, a. g. e., s. 9.

[37] Bedriye Atsız, a. g. e., s. 11; aynı eser; 37.

[38] Daha geniş bilgi için bkz.: Cahit Bilim, Elçi, M. Seyid Abdülvahab Efendi, Yazar, Sefaret Tercümanı Bozoklu Osman Şakir Efendi Musavver İran Sefaretnamesi, Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi DergisiYıl 2002, S. 13, s. 261-286.

[39] Eser ve daha geniş bilgi için bkz.: Süleyman Toğaç, Kırımlı Mustafa Efendi’nin İran Sefaretnâmesi, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2000.

Yazar
Yasin ŞEN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen