Bir Mübârek Sefer Olsa Da Gitsem

“Bir mübârek sefer olsa da gitsem
Kâbe yollarında kumlara batsam”

Âşık Yûnus

Türklerin zamanla teşekkül eden seyahat kültürünün içerisinde hac yolculuklarının ayrı ve çok önemli bir yeri vardır. Asırları içine alan geniş bir zaman diliminde Müslüman Türkler çoğu zaman kafileler hâlinde, bazen küçük gruplarla ve nadiren tek başına Mekke ve Medine’ye gidip hac görevlerini yerine getirmek için uzun yolculuklara çıkmışlardır. Bu da seyahat kültürümüz içerisinde “hac yolculukları”  adı verilebilecek müstakil bir konuyu meydana getirmiştir.

Hac, bir Müslümanın ömründe bir kere dahi olsa seyahate çıkması için çok önemli bir sebeptir. Dolayısıyla seyahat kültürümüz içerisinde yolculuk sebebi olarak hac konusu öne çıkmaktadır. Fakat uzun devirlere yayılan hareketliliğe rağmen eline kalem alıp bu yolculukları anlatanlara ender rastlandığı ve bu konuda edebiyatımızın yeterince zengin olmadığı bir gerçektir.

Bir hac yolculuğunun gerçekleşebilmesi bazı şartlara bağlıdır. Bunun ilki ailenin Hac esnasındaki maişetini temin edip geride kalanlara bakacak bir vekil tayin ettikten sonra yakın akrabadan izin almaktır. Hac konusunda yapılması gereken şeylerin başında bu gelir. Daha sonra kişi borçlarını eda etmeli ve alacaklılarıyla helalleşmelidir. Şartların bir diğeri ise haccın helal yolla elde edilen bir kazançla edâ edilmesidir. Nitekim bu hususun ifade edildiği uzun bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber, Müslümanlara konuyla ilgili bazı ikazlarda bulunmaktadır.

Hac yolculuğunun zahmetleri vardır. Arkada, geride kalan aile fertlerinin bakımını üstlenecek, maişetini temin edecek birilerinin bulunması gerekir. Ayrıca yol ve hac masrafları da temin edilmiş olmalıdır. Bütün bunlardan sonra hac için istiareye yatmak da tavsiye edilen şeylerdendir.

Uzak diyarlardan hacı olmak için uzun yolculuklara çıkan Türkler, yolculuk sırasında ve özellikle çöllerde, meskûn olmayan yerlerde ve İran coğrafyasında bazı sıkıntılarla karşılaşmışlardır. Bunlar arasında eşyaların yağmalanması, soygun, öldürülmek gibi tehlikeler söz konusu idi. Bunun yanı sıra, özellikle Orta Asya’dan yola çıkan hacı adaylarının bir başka meselesi de İran’ın bu yolculukları zorlaştıran uygulamalarıydı. Vambery, Orta Asya’ya seyahati esnasında karşılaştığı bir grup Türkün, İran şahının koyduğu lüzumsuz vergiden yakındığından bahseder.

Hac yolculuğunun önemli bir yanı da hac yollarıdır. Hac yollarının kaynaklarda yedi tane olduğu söylenir. Bunlar; 1-Şam’dan Mekke’ye, 2-Mısır’da Mekke’ye, 3-Aden’den Mekke’ye, 4-Amman’dan Mekke’ye, 5-Lahsa Yolu, 6-Basra Yolu ve 7-Bağdad’dan Mekke’ye şeklindedir. Bu yolların güvenliğine çeşitli dönemlerde dikkat edilmiştir. Bazı yollar üzerinde kale silsilelerine rastlanması da bunu gösterir. Çünkü hacıları soygundan, baskından, herhangi bir saldırıdan korumada ve yolculuğun güven içinde gerçekleşmesinde bunlar kullanılmıştır. Yollar üzerinde derbentler de vardı. Bu tür tedbirler sayesinde hacı kervanlarının zarar görmesinin önüne geçilmeye çalışılmıştır.[1]

Osmanlı Devleti’nde hacıların yolculuklarını kolaylaştırmak için başka bazı tedbirler alınmış ve bunlar zaman içerisinde geliştirmiştir. Bu tedbirler sadece Devlet-i Âliye’nin sınırları içinde yaşayan ve yolculuk yapan Müslümanlar için söz konusu değildir. Özellikle Orta Asya’dan gelenler bu tedbirlerden ve seyahati kolaylaştırıcı imkânlardan istifade etmişlerdir. 1710-1876 yılları arasında Orta Asya’da hüküm süren Hokand Hanlığı’ndan Hac yolculuğuna çıkan hacı adaylarını konuya örnek olarak burada zikredebiliriz. Üsküdar’a gelen bu hacı adaylarının maddî ihtiyaçları devlet tarafından karşılanmış, burada bulunan Özbekler Tekkesi bir bakıma Orta Asya’dan gelen bu insanların konakladığı bir yer olmuştur.[2]

Hac ibadetinin ortaya çıkardığı bir seyahat kültürünün yanında bir seyahat edebiyatı da vardır. Ahmed Fakîh’in Kitâbu Evsâfı Mesâcidi’s-Şerîfe isimli eserinden başlayarak günümüze kadar yazılmış birtakım eserlerle bu konu dikkati çekmektedir. Bunun yanı sıra hacıların yolculuklarını kolaylaştırmak üzere “hac el kitapları” denilebilecek birçok eserin yazıldığı bilinmektedir. Bunlar menzilnâme olarak da isimlendirilmişlerdir. Bu tür eserlerde menzillerin isimleri, konaklama yerleri, mesafeler söz konusu edilmiştir. Yolcuların nerede nasıl davranacakları ve neler yapacakları konusunda bilgi veren bu eserlerin mühim bir ihtiyaca cevap verdiği düşünülebilir. Burada bir örnek olması açısından Mehmed Edib’in Behcetü’l-Menâzil adlı eserinden söz etmek istiyoruz. Behcetü’l-Menâzil, Üsküdar’dan başlayarak Haremeyn’e varıncaya kadar menzillerden, menziller arasındaki mesâfelerden bahseden önemli bir eserdir. Mehmed Edib buralarda yer alan yerleşim yerleri hakkında eserinde yer yer bilgi vermiş ve buraları tasvir etmiştir.[3] Cûdî mahlaslı bir şairin hacıların uğradığı konakları anlatan manzum hac seyahatnâmesi de bir bakıma bu menzilnâme türü eserlere yaklaşmaktadır.[4] Fakat Cûdî’nin eserinde şehirlerin tanıtılması manzumeyi seyahatnâme olarak okumayı mümkün kılmaktadır. Tanıtılan şehirlerden birisi Şam’dır. Şair, burada kırk gün kadar kaldıklarını ifade etmekte ve bazı beyitlerinde coğrafî bilgiler vermektedir. Cûdî şehirle ilgili şunları söylemektedir:

Bulınmaz ey gönül Şâm-ı şerîfün medh ü encâmı

N’ola şâm olsa anun nâmı nazar kıl mâh-ı tâbâna

Bu şehr içre hilâl-âsâ olup neşv ü nemâ-efzâ

İrişdük matlab-ı ‘alâ-yı cûşân u hurûşâna

Sadef-veş bir sa‘âdet-gâhı şöyle eyledük me‘vâ

Ki irdük çün dür-i yektâ safâdan bezm-i fadlâna

Giçürdük rûzgâr anda idüp kırk gün karâr anda

Dil-i hâlis-‘ıyâr anda döner ‘uzlet-nişînâna

İkâmet çün tamâm oldı ‘azîmet ber-kıyâm oldı

Dil ol dem şâd-kâm oldı ser-âgâz itdi cevlâna

Bakup mecmû‘a-i zâde kamusın itdün âmâde

Çölistânı getür yâde yog anda kâh u kâşâne[5]

Cûdî, eserinde konakladığı menzillerin isimlerini, yoldaki zahmetleri, suları, yol üzerinde bulunan belde ve şehirlerde yaşayan insanların durumlarını, hac vazifesinde yapılanları, uğranılan şehirlerde yapılması gerekenleri, temin edilecek şeyleri ifade etmekte ve eser bu yönüyle hem seyahatnâmelere hem de menzilnâmelere yaklaşmaktadır.

Hacla ilgili kaleme alınan eserlerden bir diğeri menâsik kitaplarıdır. Bunlar daha çok tavaf, kurban, vakfe, haccın farzları, sünnetleri, vâcipleri gibi haccın fıkhıyla ilgili eserlerdir. Bunlar içerisinde Mehmed Edîb’in Menâsikü’l-Haccı ile Eyyub Sabri Paşa’nın Mir’ât-i Haremeyni bu türün önemli eserleri arasında zikredilebilir. Bunlar edebî kıymetinden ziyâde hac rehber kitapları olması açısında önemli eserlerdendir.[6]

Burada bir örnek olması açısından Yusuf Sinâneddin’in Menâsik-i Hac adlı eserini zikredebiliriz.[7] Yine Abdurrahman Gubârî’nin Menâsik-i Hac adlı eseri de konuya dair bir örnek olması açısından önemlidir. Gubârî’nin bu eseri manzum olarak kaleme alınmıştır. Menâsik-i Hac varılan şehirlerde nelerin yapılması gerektiği hususunda da bilgiler verir. Hac yolculuklarında yerine getirilen önemli vazifelerden biri şehirlerde bulunan ehlullahın kabir ve türbelerinin ziyaretidir. Gubârî bununla ilgili şöyle der:

Kande kim var mezâr-ı ehli’llâh

Anın eylen ziyâretin her gâh[8]

Gubârî’nin aşağıdaki mısraları hac yolculuğunun nasıl olması gerektiğini ifade eder. Buna göre bu yolculuk insanların etrafına derin bir dikkatle yönelmesini gerektirmektedir:

‘Ayn-ı ‘irfân-ile nazar eylen 

Bu yola cân ile güzer eylen

Gâhi seyyâre gibi seyr eylen

Gâhi seyrân gâhi hayr eylen

Geh sevâbit gibi olın sâbit

Gâhi meh gibi sâkin ü sâkit

Geh çıkun tağlara sehâb gibi

Geh akın deşte seyl-i nâb gibi

Pes bu vech üzre yolda seyr iderek

Rûz u şeb ya’ni seyr ü hayr iderek[9]

Hac yolculuğunda görülmek istenen bazı mukaddes mekânlar vardır. Hacıların, yolları üzerinde bulunan peygamber makamlarını, evliya türbelerini ziyaret etmeleri âdet hâline gelmiştir. Bunlardan birisi şüphesiz Mescid-i Nebevî’dir. Hz. Peygamber, bir hadisinde ibadet ve ziyaret maksadıyla yolculuk yapmaya değer üç mescitten biri olarak Mescid-i Nebevî’yi zikreder.[10]

Osmanlı Devleti’nde hac seyahatnâmelerinin yeterli olmadığına yukarıda temas etmiştik. Osmanlı toplumunda hacıların seyahatnâme yazmak gibi bir niyetinin olmayışının nedeni yazılan hac seyahatnâmelerinin sebeb-i teliflerinde de hissedilir. Nâbî’nin Tuhfetü’l-Harameyninde eserin kaleme alınma sebebi olarak mukaddes yerlerdeki gözlemlerini nakletmek, Hicaz’a gitmeyenlerin buralara gidip görme arzusunu kamçılamak ve Allah’ın rahmetine, bağışlamasına ve cennetine nail olmak gibi durumlar ifade edilir. Bu gerekçelerin içinde bir seyyahın duygularına en yakın olan düşünce diğer insanların da bu yerleri görmelerini istemektir. Fakat bu da yüksek ihtimalle insanların seyahat etmelerini isteyen bir keyfiyetten ötürü değil, böyle bir ibadeti yerine getirmelerini istemekten kaynaklanmaktadır.

Osmanlı Devleti’nde hac yolculuğu bahsinde temas edilmesi gereken konulardan biri de surre alaylarıdır. Surre alayı Osmanlı Devleti’nin her yıl büyük harcamalar yaptığı bir organizasyondu. Osmanlıların, Haremeyn’e ilk defa ne zaman surre alayı gönderdikleri ihtilaflı bir konudur. Ancak Mekke ve Medine’ye ilk surrenin Yıldırım Bayezıd devrinde gittiği bazı kaynaklarca zikredilir.[11] Surre, genellikle Mekke ve Medine halkı için gönderilmiştir. Bu hediyelerin muhtevası burada görev yapan kimseler için samur kürk, kaftan, sof, elbiselik kumaş, sikke gibi şeylerden oluşuyordu.[12]

Burada bizim söz konusu etmek istediğimiz husus, surrenin yolculuğudur. Surreler 1864 senesine kadar karadan katır ve develerle gönderilirken, bundan sonra 1908’e kadar ise denizden vapurla gönderilir olmuştur. 1908’de Hicaz demiryolunun yapımından itibaren surreler trenle de gönderilmeye başlanmıştır.[13] Surre alayı karadan gönderildiği zaman kafile yol boyunca katılanlarla beraber Şam’a kadar genişleye genişleye devam ederdi. Şam vâlisi “Emirü’l-Hac” ünvanı ile surreye bundan sonra eşlik ederdi.[14]

Thevenot Seyahatnâmesi vesilesiyle hac kervanlarından da haberdar oluyoruz. Thevenot, seyahatnâmesinde Kahire’den kalkan hac kervanlarından bahseder. Kervan, Mekke’ye vardıktan ve artık dönüş hazırlıklarına başladığı bilindikten sonra Kahire’den gelen hacıları karşılamak ve kafiledekilere sevenlerinin ve akrabalarının hediyelerini ulaştırmak üzere yeni bir kervan kalkar. Herkes bu kervan ile gücüne kuvvetine göre bir şeyler gönderir. Bütün bu gönderilenler mühürlenir ve sahiplerine verilir. Bu iş için görevlendirilen ağa, birçok deve götürür ve bu işten bir şeyler kazanır. Hac kervanı yavaş hareket eder. Çünkü çok kalabalıktır. Ayrıca bu kervandakilerin canına mâl olan sıcak rüzgârlar da yolculuk boyunca tehlikeli durumlar meydana getirir. Neticede bu giden ikinci kervanla beraber kafile Kahire’ye döner ve şehir bayram havasına bürünür. Herkes sevdikleriyle beraber vakit geçirir. Tabii Hac yolculuğu esnasında yakınları ölenler de ağıt tutar.[15]

***

Bir sûfînin hayatında hac yolculuğuna çıkmak önemlidir. Onlar, hacca gitmemek üzere bahaneler üretmez. Sûfîler gittikleri yerlerde birçok şehre ve bazı merkezlere uğrar. Buralardaki âlimlerle ve başka sûfîlerle görüşüp sohbet ederler ve hac yolculuğunu daha da zengin kılan faaliyetler içinde olurlar.[16] Fakat sûfîlerin hacdan önce yapmaları gereken birtakım şeyler vardır. Aslında bunlar genel olarak hacıların dikkat etmeleri gereken şeylerdendir. Bir sûfî, hac için gereken masrafı helal yollardan temin etmelidir. Bu kimse nafakaları kendi üzerinde olan bütün yakınlarının, hac yolculuğu boyunca ortaya çıkacak bütün ihtiyaçlarını temin eder. Eğer anne babası yaşıyorsa onlardan izin, dua ve helallik almalı, diğer akrabaları ve arkadaşlarıyla helalleşmelidirler.[17]

Hac yolculuğu mutasavvıflar arasında keşfî bilgi yollarının ortaya çıkmasına yardım eden bir özellik taşıması bakımından da tercih edilmiştir. Ayrıca yolculuk boyunca ziyaret edilen yerlerde, imkân buldukça sohbetlerde irfânî bilgiyi tahsil etmek gibi bir imkân da vardı. Burada nihayet gâye, insanın kemâle ulaşmasıdır.[18]

Allah dostlarının bir kısmı, bir yere kesin olarak yerleşmeden önce hac ibadetini yerine getirmişlerdir. Hacı Bayram-ı Veli, Somuncu Baba, Bahaeddin Veled, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, Emir Sultan böyle yapan sûfîlerdendir.[19]

Hayatlarının bir döneminde haccı tercih etmelerinin yanı sıra mutasavvıflar bu konuyu insanın iç yolculuğu açısından da yorumlamışlardır. Hac, Allah’a seyahattir. O, hem maddî hem mânevî yolculuğu içinde barındıran bir ibadettir. Hacda hem zâhirî hem bâtınî seyahat vardır.[20] Süleyman Uludağ haccın bu yönleriyle ilgili şöyle der: “Aslında Mekke’deki Kâbe’ye yapılan sefer ve seyahat ruhun yaradanına yükselmesi ve O’na ermesi için bir seyr u sülûktur, manevi ve ruhi bir miraç ve yükseliştir.”[21]

Niyâzî-i Mısrî, Mevâidü’l-İrfan’da sâlikleri mutlak vücut fezasına vasıl olan hacılara benzetir. Her taraftan, çeşitli cihetlerden, renk renk insan nasıl ki, hacca gelerek tek bir vasıfla vasıflanıyorsa aynı şekilde sâlikler de asıl menzile vardıklarında tek bir şekilde isimlendirilirler.[22] Hz. Mısrî şiirlerinde de bazen haccı ve hacıları anlatır:

Çıkıp huccâc ile gitmek

Ne güzeldir ne güzeldir

Yolunda cânı terk etmek

Ne güzeldir ne güzeldir

(…)

O yolların mugaylanı

Âşıkların gülistânı

Hicâz’ın yolu karbânı

Ne güzeldir ne güzeldir

Medîne şehrine varsam

Habîb’in ravzasın görsem

Eşiğine yüzüm sürsem

Ne güzeldir ne güzeldir

Geçip ol yüce belleri

Çıkarsak başa yolları

Görünse Ka’be illeri

Ne güzeldir ne güzeldir

Nebîlerin nazargâhı

Velîlerin karârgâhı

Görürsem Ka’betullah’ı

Ne güzeldir ne güzeldir[23]

Hac yolculukları için çeşitli ulaşım vasıtaları ve yolları tercih edilmiştir. Kara yolu kullanılıyorsa hac yolculukları ve bazı uzun seyahatler, yük hayvanlarıyla ve özellikle develerle yapılmıştır. Eroğlu Nûrî bir şiirinde bu durumu şöyle anlatır:

Yola çıkıp develeri yederler

Mâllar harc edip Ka’be’ye giderler

Hacılar devr ile tavâf ederler

Derviş Hû der döner kâfir mi olur.[24]

Hac yolculuklarında zaman zaman bazı sıkınıtılarla karşılaşmak mümkündü. Bunlardan birisi de Bedevîlerin hac kafilesine yaptıkları baskınlardı. Bu baskınlarda hacıların öldüğü de vâkiydi. Bunlardan birini Âşık Neşatî bir destan halinde anlatmıştır. Âşık, bir kafileyle tıpkı diğer hacılar gibi Kâbe’ye gitmeye niyet etmiş ve Üsküdar’dan yolculuğuna başlamıştır. Bu hac kafilesinin başına gelenler destana şöyle konu olmuştur:

Niyet ettik Beytullah’a gitmeğe

Hacer-ül-Esved’e yüzler sürmeğe

Arafat’da hem vakfeye durmağa

Takdir her tedbiri bozar, dediler

Üsküdar’dan azmeyledik Hak yola

Bilinmez ki başımıza ne gele

Gözümüzün yaşı karıştı Nil’e

Nice bin can telef oldu, dediler

Geldi Arab yolumuzu bağladı

Hasret ile yüreğimizi dağladı

Gökte melek, yerde insan ağladı

Hacılara yazık oldu, dediler

Arablardan oldu bize bu işler

Çakıl taşı gibi serildi leşler

Halimize ağladı havada kuşlar

Takdir-i Hak böyle imiş, dediler

Çöllerde süründük yaralı, melil

Yoktur, önümüze düşe bir delil

Halimize rahmeden ganî Celil

Alnımızda yazı budur dediler

Sultan Mustafa işitti, ağladı

Kullarının yüreğini dağladı

Yedi kıral dilde bunu söyledi

Hacılara yazık oldu, dediler

Kimi Kudüs’e gitti, kimi Şam’a

Kimimiz Beyrut’a, kimi Maan’a

Niceler bulandı al kızıl kana

Kerbelâ’da şehit olduk, dediler[25]

Ne yazık ki, hac yollarında bunun gibi hadiseler yaşanmış, sadece kervandaki eşyalar kaybedilmemiş pek çok da can kaybı olmuştur.

Klasik şiirde de Hac kervanlarının baskına uğraması zaman zaman konu edilmiştir. Hamdullah Hamdî, sevgilinin mahalline varmak isteyenleri onun zülüflerinin bağladığını ve bunun da tıpkı Hac yolunda kervana yapılan baskınlar gibi olduğunu söylüyor:

Kâr(u)bârın kapdı zülfün kuyuna azm idenün

Hac yolında sanasın düzd-i Arab mahmil kapar[26]

Necâtî Bey ise kullara Hicaz’a yani hacca gitme şartının yolların güvenli olmasına bağlı olduğunu söylüyor. Bu beyit nispeten, Kâbe yollarının zaman zaman güvenlikten hâli olduğuna işâret etmektedir:

Ser-i kûyunda koma hecr harâmîsini kim

Kullara emn ü emân ile olur şart-ı Hicâz[27]

Kişi, Kâbe’ye yaptığı bu zorlu seferinde bütün varını yoğunu harcamak durumuna düşebilir. Çünkü menzile ermek için gayret gerekmektedir. Bâkî, bu konuda şöyle diyor:

Bâkî safâ-yı Ka‘be-i vuslat murâd ise

Sa‘y it hemîşe sa‘y iden irdi menâzile[28]

Eski şiirimizde hac yolllarının güvenliği yanında bu yolculukların zorlukları da söz konusu edilmiştir. Vasfî bir beytinde sevgilinin kuyunun Hicaz yoluna benzetir ve bu işe yeltenenlerin mihnet ve sıkıntı çekeceklerini ifade eder:

İsteyen kûyuna varmağa çeküp mihnet ü renc

Sabr kılsun gama kim dûr durur râh-ı Hicâz[29]

Yine Hamdullah Hamdî bir beytinde hac yolculuğu için nakdin gerekli olduğunu ifade eder:

Eşk ile rûy-ı zerd gerek yâra varmağa

Dîdâr-ı Ka‘be haccına sîm ile zer gerek[30]

Hac yolculukları seyahat kültürümüzün önemli bir yanını teşkil etmektedir. Hacıların yol boyunca yaşadıkları, şehirler ve menziller, uğranılan beldelerin insanları, su kaynakları, haccın farzları, sünnetler ve vacipleri, kâfilelere yapılan baskınlar yazılan eserlere ve şiirimize konu olmuştur. Hac yolculuğuyla ilgili muazzam denebilecek bir hareketliliğe rağmen insanımız bu yolculuklar hakkında çok ketum davranmışlardır. “Hac Seyahatnâmeleri” içinde değerlendirilebilecek eserlerden Ahmed Fakih’in Kitabu Evsaf-ı Mesacidi’ş-Şerife adlı eseri ilk Hac seyahatnâmesi örneği olarak kabul edilirken Nâbî’nin Tuhfetü’l-Harameyni, Neccâr-zâde Rızâ’nın Hacnâmesi, çeşitli kaynaklarda bu türün en önemli eserlerinden sayılır. Bunların yanı sıra Cûdî’nin manzum hac seyahatnâmesi, Hüseyin Vassaf’ın Hicaz Hâtırası ve Şefik Söylemezoğlu’nun Hac Seyahatnâmesi adlı seyahat notları da bu konudaki eksiğimizi nispeten doldurmaktadır.

DİPNOTLAR

[1] Münir Atalar, Osmanlı Devletinde Surre-i Hümâyûn ve Surre Alayları, DİB Yayınları, 3. Baskı, Ankara 2015, s. 148-150. Derbentlerden Evliya Çelebi de Seyahatnâmesinde söz eder. Bunlardan birisi Payas şehridir. Burası önceden bir derbent iken zamanla şehir hâline gelmiştir. Evliya Çelebi, bağ ve bahçeleri ve sekiz yüzden fazla eviyle buranın güzelliklerini över. Çelebi’nin söylediğine göre burada yaşayanlar, onun seyahatleri esnasında derbent görevini devam ettirmektedirler. Bir eşkıya grubu ortaya çıksa derhal atlanıp ve silahlanarak onların peşine düşen bu insanlar sâyesinde yollar güvenlikli bir şekilde kontrol altına alınmış oluyordu. Bkz. Evliya Çelebi, Seyahatnâme (Hatay, Suriye, Lübnan, Filistin), Hazırlayan: İsmet Parmaksızoğlu, Kültür ve Turzim Bakanlığı Yayınları, Ankara 1982, s. 10-11.

[2] Sherzodhon Mahmudov, “Hokand Vatandaşlarının Mekke ve Medine Yolculuğunda Üsküdar’ın Yeri”, Uluslararası Üsküdar Sempozyumu VIII, 21-23 Kasım 2014, Bildiriler, Cilt III, İstanbul 2015, s. 39.

[3] Serbülent Karadağ, Mehmed Edib Bin Mehmed Derviş’in “Behcet’ül Menazil” Adlı Eserinin Transkrip ve Tahlili, Mustafa Kemal Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Hatay 2011, s. 21.

[4] Eser için bkz. Fatih Koyuncu, “Cûdî’nin Manzum Hac Seyahatnâmesi, Littera Turca Dergisi Journal of Turkısh Language and Literature, Volume 3, Winter 2017, s. 177-219.

[5] Fatih Koyuncu, a. g. m., s. 195.

[6] Metin Kayahan Özgül, “Demir Asâ Demir Çarık…” Hece Dergisi Gezi Özel Sayısı, Yıl: 15, Sayı: 174/175/176, Haziran/Temmuz/Ağustos 2011, s. 19.

[7] Tarık Çelik, Yusuf Sinaneddin Bin Yakub’un Menâsik-i Hac İsimli Eseri (Giriş-İnceleme-Metin-Sözlük Tıpkıbasım), Karabük Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Karabük 2016, s. 1.

[8] Âmine Gül, Abdurrahman Gubârî’nin Hayatı Eserleri ve Menâsik-İ Hac Adlı Eseri (Edisyon Kritik), Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,  Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2006, s. 87.

[9] Âmine Gül, a. g. t., s. 91.

[10] Osman Nûri Topbaş, a. g. e. C. 2, s. 50.

[11] Münir Atalar, a. g. e., s. 32.

[12] Münir Atalar, a. g. e., s. 127.

[13] Münir Atalar, a. g. e., s. 148.

[14] Münir Atalar, a. g. e., s. 153.

[15] Jean Thevenot, Thevenot Seyahatnamesi, Çev.: Ali Berktay, Ed.: Stefanos Yerasimos, Kitap Yayınevi, İstanbul 2014, s. 204.

[16] Süleyman Uludağ, Hayata Sûfî Gözüyle Bakmak İnsan-İslâm-İrfan, Dergâh Yayınları, İstanbul 2015, s. 89.

[17] Süleyman Uludağ, a. g. e., s. 90.

[18] Bilal Kemikli, Sûfi Aşk ve Ölüm, Sütun Yayınları, İstanbul 2007, s. 75.

[19] Şinasi Çoruh, Emir Sultan, Tercüman 1001 Temel Eser, (yeri ve tarihi yok), s. 66.

[20] Mustafa Kara, Gönül Mektupları, Dergâh Yayınları, İstanbul 2014, s. 210.

[21] Süleyman Uludağ, a. g. e., s. 100.

[22] Niyâzî-i Mısrî, Mevâidü’l-İrfan İrfan Sofraları, Notlarla Çeviren:  Süleyman Ateş, Emel Matbaası, Ankara 1971, s. 117

[23] Niyâzî-i Mısrî Halvetî, Dîvân-ı İlâhiyât, Haz.: Dr. Mustafa Tatcı, H Yayınları, Ankara 2013, s. 433.

[24] Mustafa Tatcı (Haz.), Eroğlu Nûri, Divânçe-i İlâhiyât, Ankara 2002, s. 78.

[25] Cahit Öztelli, Uyan Padişahım, Milliyet Yayınları, İstanbul 1976, s. 200-202’den nakleden; Münir Atalar, a. g. e., s. 159 vd.

[26] Ali Emre Özyıldırım, Hamdullah Hamdî ve Divanı, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1999, s. 158.

[27] Ali Nihat Tarlan (Haz.), Necatî Beğ Divanı, Akçağ Yayınları, Ankara 1992, s. 256; Ayrıca bkz.: Ömer Özkan, Divan Şiirinin Penceresinden Osmanlı Toplum Hayatı (XIV-XV. Yüzyıl), Kitabevi Yayınları, İstanbul 2007, s. 327.

[28] Bâkî Dîvânı, s. 396.

[29] Ömer Özkan, a. g. e., s. 326.

[30] Ali Emre Özyıldırım, a. g. e., s. 174; Ayrıca bkz.: Ömer Özkan, a. g. e., s.327.

Yazar
Yasin ŞEN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen