Tasavvufî Seyahatin Türleri

 

Tasavvufî terbiyede seferin gerçekleşmesi kadar buna niyet etmek de önemlidir. Sefer birçok niyetle gerçekleştirilir. Bunlar şöyle sıralanır: Hac ve Hz. Peygamber’i ziyaret maksadıyla Mescid-i Nebevî’ye gitmek, sahabelerin ve evliyanın kabirlerini ziyaret; çeşitli yerlerde yaşayan din büyüklerini, Allah’ın veli kullarını ziyaret; ilim talebi; fesadın yaygınlaşmasından ötürü dini muhafaza etmek; haramın yaygınlaşmasından ötürü helali talep ve elde etmek; kişinin kendisine bir şeyh bulmayı istemesi; makam ve mevkiyi terk etmek; ülfetten kaçınmak; Mescid-i Haram’ı, Mescid-i Nebevî’yi ve Mescid-i Aksâ’yı ziyaret; Allah yolunda bir ömür süren kardeşi ziyaret etmek; kötü arkadaştan kaçınmak; nefisle mücahede etmek; nefsin huylarını tanımak; zorluklara tahammül ve insanlara anlayış göstermek suretiyle ahlakı ve huyları güzelleştirmek; tevekkülü düzeltmek; Allah’ın âyetlerini incelemek ve kudretinin delillerinden ibret almak; anne-babayı, akrabayı ziyaret; rızkını aramak; başka diyarlarda yaşayan câhillerin hallerini düzeltmek, onlara doğru yolu göstermek ve yakinlerini güçlendirmek üzere sefere çıkmak.[1]

Mutasavvıflar seferi birkaç gruba ayırmışlardır. Buna göre sefer üç türlüdür: Sefer-i avâm, sefer-i havâs ve sefer-i hâssu’l-hâs. Sefer-i avâm, ibret almak için dünyayı dolaşmaktır. Sefer-i havas, suretten mânâya yapılan seferdir. Sefer-i hâssu’l-hâs ise, âlem-i ulûhiyete sefer etmektir.[2]

Mutasavvıflar, sefer bahsinde başka bazı sınıflandırmalara da gitmişlerdir. Bu sınıflandırmalardan birisi Abdülkerim Kuşeyrî’ye aittir. O, risalesinde bu konuda üç farklı gruptan söz eder. Bunlardan birincisi ikameti tercih edenlerdir. Onlar, hac yolculuğu dışında yolculuk yapmayan sûfîlerdir. Bu zümreye örnek olarak Cüneyd-i Bağdâdî, Sehl b. Abdullah-ı Tüsterî, Bâyezid-i Bistâmî gösterilebilir. İkinci grup ise daima sefer hâlinde olan sûfîlerdir. Bunlar vefat edene kadar sefer hâlinde yaşarlar. Abdullah-ı Mağribî, İbrahim b. Edhem bu grubun içinde değerlendirilir. Bir kısım sûfî ise tasavvuf yoluna girişlerinin ilk zamanlarında daima sefer halinde olmuş ve daha sonra ikameti tercih etmiştir. Ebû Osman-ı Hîrî ve Şiblî bu sûfîler içinde sayılabilir.[3]

Yolculuğa dair bir diğer sınıflandırmayı Necmeddin-i Kübrâ’nın bir risalesinde görüyoruz. Ona göre sefer bazen farz, bazen nafile, bazen mübâh, bazen de haramdır. Farz olan sefer, hacdır. Sûfîler bu seferi “istitâa” denilen binek ve azığı temin etme şartına bağlamışlardır.[4]

Mustafa Kara’ya göre ise tasavvufta iki çeşit seyir ve seyahat vardır: Birincisi “Vücudun seyahati, maddî seyahat, hicret”, diğeri “Kalbin seyahati, manevi yolculuk, seyr ü sülûk”.[5] Ebu’n-Necîb Sühreverdî, bu maddî seferlerin en faziletlisinin cihâd, hac ve Hz. Peygamber’in kabrini ziyaret olduğunu söyler. Bundan sonra ise ilim talebi, hak sâhiplerine hakkını vermek ve helallik dilemek, eser ve itibar, riyâzet ve kendini unutturmak için yapılan seferler gelir.[6]

Sûfîlerin seyahatleriyle ilgili bir tasavvuf klasiği hâline gelen bazı eserlerde çeşitli bilgiler ve anekdotlar bulmak mümkündür. Onlardan biri de Sühreverdî’nin Avârifü’l-Maârif adlı eseridir. Buna göre bazı sûfîler mânevî eğitimlerinin başında bazıları da eğitimlerinin sonunda yolculuğa çıkarlar. Bir kısım sûfî ise seyahate hiç çıkmaz. Başka bir grup sûfî ise devamlı surette sefer üzere olmayı tercih eder. Böyle sûfîler, tasavvufta “seyyâhîn” diye bilinirler.[7]

Sühreverdî’ye göre sûfîler seyahate birkaç sebepten ötürü çıkar. Bunların sefere çıkma sebepleri şöyle sıralanabilir: “Sefer sâyesinde bir şeyler öğrenip ilim elde etmek”, “Şeyh aramak ve sâdık ihvân bulmak”, “Alışkanlıklardan, hoşa giden şeylerden uzaklaşmak”, “Nefsin ince hile ve tuzaklarını meydana çıkarmak”, “Eskiye âid ibretli eserleri görmek”, “Unutulmayı, gözden uzak olmayı tercih ederek halkın göstereceği hüsn-i kabule olan tutkuyu kalbden söküp atmak”.[8]

İbretle bakmak, ibretle görmek dervişin eğitiminde çok önemli bir yere sahiptir. Derviş, sadece geçmişin eserlerine ibretle bakmaz; o etrafına, insanlara ve diğer canlılara da dikkatle yönelir. Çünkü sınırsız bir derinliğe sahip olan bu kâinatın ve hele insanın birden okunması ve anlaşılması herhalde mümkün değildir. Üzerinde durulmayı gerektirir. Böyle zamanlarda biraz yavaşlamak icap eder. Eşyanın ve hadiselerin üzerinde yoğunlaşmak ve tefekkür etmek, onların inceliklerine nüfuz etmeye çalışmak eski tekke kültüründe ve tasavvuf terbiyesinde bu yüzden dikkat edilen konulardandı.

Sühreverdî ikinci grupta değerlendirdiği “Başlangıçta ikâmeti tercih edip nihâyette sefer yolunu seçenler” için, “Allah’ın kendilerine başlangıçta sohbeti müyesser kıldığı kimseler” ifadesini kullanıyor. Böyle insanlar önce âlim bir mürşide bağlanırlar. Onun sohbetlerine devam ederler. Sühreverdî’ye göre “böyleleri için sohbet, kasdettiği her türlü seferden ve faziletten daha hayırlıdır”.[9]

Seyahatin, dikkat çeken sebeplerinden birisi insanın kendine yeni muhataplar, sohbet arkadaşları bulmak istemesi olmalıdır. Bir âlim, bir ârif; şöhretini işittiği birinin yanına gitmek, onun ders veya sohbet halkalarına dâhil olmak üzere bazen uzun mesafeleri yürümeyi göze alabilmiştir. Bazen bir derviş, bir sohbet şeyhinin sohbetine erişmek, onunla görüşüp bilişmek üzere seyahate çıkar. Tasavvuf kültürümüzde seyahatin başlıca sebeplerinden biri de bu sohbet şeyhlerine ya da şeyhlerin sohbetine erişmek olmuştur. Bu da seyahatlerin bazen gönül ehli biri, bir muhatap, bir dost veya arkadaş çevresi bulmak için yapılmasını beraberinde getirmiştir.

Tasavvufî terbiyenin esaslarından biri olan sohbet seyahatle ilişkilendirilebilir. Bu noktada tasavvufun iki mühim eğitim metodu yani sohbet ve seyahat kavramları bir araya gelir. Nitekim insan seyahat yoluyla çevresinin menfi telkinlerinden ve yönlendirmelerinden bir süreliğine kurtulur. Başka bir sohbet halkasına dâhil olur. Yeni yüzler ve yeni fikirlerle karşılaşır. Yolculuğun sıkıntıları ve gurbetin çilesiyle birlikte bu yepyeni âlem onun kendini değerlendirmesi ve anlaması için bir imkân olur. Sohbet halkalarına katılan kişi kendini sorgulamak için birçok fırsat yakalar.[10]

Mutasavvıflar sohbet arkadaşı bulmak için bazen mânevî bir işaretle yolculuğa çıkarlar. Mesela, Şems-i Tebrîzî’nin Anadolu’ya gelişi böyle bir sebebe bağlıdır. Risâle-i Sipehsâlâr’da, kendisine “Eğer sohbet arkadaşı istiyorsan, Rum tarafına sefer et” diye emir geldiği belirtilmektedir.[11] Dolayısıyla “sohbet şeyhliği” veya “sohbet arkadaşlığı” seyahatlerin sebeplerindendir.

Sohbet şeyhliği, dervişin kendi şeyhinden başka olarak bir başkasından tarikatın ve tasavvufun terbiyesi, âdâbıyla ilgili bazı hususları öğrenmesidir.[12] Bu durum seyahat için önemli bir gerekçedir. Nitekim Süleyman Uludağ, dervişlerin bu hâllerini şöyle anlatır:

“Sohbet şeyhi ve bu şeyhin sohbetine devam edenleri arı misali ile anlatırlar. Arı sabahtan akşama kadar dolaşır, her çiçekten bir şey alır ama akşam olunca kovanına döner. Sohbet şeyhinin meclislerine devam edenler tıpkı arı gibi başka şeyhlerin, âlimlerin ve hocaların da sohbetlerine devam eder, onlardan da faydalanırlar ama akşam olunca kendi esas şeyhlerine dönerler. Cüneyd-i Bağdâdî’nin Hâris Muhâsibî, Seri es-Sakatî, el-Kassâb gibi şeyhleri vardı. Muhammed el-Kassâb 155 şeyhin sohbetinde; Feth el-Mevsilî 30 şeyhin sohbetinde; Ebû Turab Nahşebî ise 600 şeyhin sohbetinde bulunmuşlardı. Şeyhlerin çokça seyahat etmelerinin sebeplerinden birisi de gittikleri beldelerdeki âlimleri ve meşâyihi ziyaret edip onlardan bilgi ve feyiz almak, manevi tecrübelerinden faydalanmak ruhi tecrübelerini zenginleştirmek, bu suretle kendilerini geliştirmek ve yetkinleştirmektir.”[13]

Sûfînin sohbetine yetiştiği, kendisinden feyiz aldığı bir mürşidi bulunuyorsa onun seyahati ertelenebilir veya buna gerek kalmayabilir. Bazı durumlarda kişi bulunduğu yerde, bir seferin kendisine sağlayabileceği faydaları elde eder. Böyle olunca derviş bir yolculuğun külfetine, yorgunluğuna ve karışıklığına düşmeden maksadını elde etmiş olur. Zaten bir seferin getireceği külfetlere ancak yolculuğa direnebilenler ve sabredebilenler katlanabilir.[14]

Seyahat konusunda dikkat çeken konulardan bir diğeri -yukarıda yer yer temas edilen- daima sefer hâlinde olan sûfîlerdir. Bunlar bir beldede uzun süre kalmazlar. Sühreverdî onlardan biri olan bir sûfîden şu sözleri nakleder: “Her gece ayrı bir mescidde misâfir olmaya çalış ve ölüm sana iki menzil arasında iken gelsin”. Yine Sühreverdî, hiçbir yerde kırk günden fazla ikamet etmeyen ve daima sefer hâlinde olan İbrahim el-Havvâs adlı bir sûfîden bahseder. Bu sûfî hayatı boyunca, insanların kendisini bilip tanımalarının tevekküle zarar vereceğine inandığı için daima sefer üzere olmayı tercih etmiştir.[15] O, bu seyahatlerinde yanında bir iğne ve su kırbasından başka bir şey taşımamıştır. İğneyi elbise dikmek, su kırbasını temizlenmek ve abdest almak için taşımıştır.[16]

Seferin maksadı sûfînin bir hâl sahibi olmayı istemesidir. Sühreverdî bunu “Seferi tercih eden müridin hâl sâhibi olmaya çalışması ve niyyetini bu istikâmette tashih etmesi gerekir” şeklinde ifade eder. İnsanın bu yolda öncelikle sağlam bir niyete sahip olması gerekir. Kişinin nefsî sebeplerle değil, kalbî arzularla sefere çıkması lâzımdır. Sühreverdî’ye göre dervişler, bazen nefislerinin kendilerine verdiği sıkıntılardan uzaklaşmak için çöllere, bağlara ve bahçelere giderler. Derviş bu sebeple bir rahatlık hissedebilir. Bu bazen, nefsin kavuştuğu ferahlık hissi olabilmektedir.[17] Böyle bir durumda kişinin çıktığı yolculuktan neyi tahsil etmek istediği önemli olmaktadır. Eğer kişi derviş ise Allah’ın tecellilerini yeryüzünde seyredecek ve böylece yolculuğundan doyumsuz bir lezzet alacaktır. Tüccar için ise yolculuk sadece maddî bir kazanç getirebilecektir. Bu halde kişinin, seyahatten mânevî bir feyiz almasını beklemek boşuna olacaktır. Yolculuğumuz, bizim ancak talebimiz kadar kıymet kazanacaktır. Hz. Mevlânâ da, Mesnevisinde bu durumu şu sözleriyle dile getirir:

“Şam’a, Irak’a giden birçokları da orada küfürden, nifaktan başka bir şey görmezler! Nice kimseler Hind’e, Herat’a gittiler ama orada sade alışverişle uğraşıldığını gördüler! Birçokları da Türkistan’a, Çin’e gittiklerinde, orada hileden, tuzaktan başka bir şey görmezler! İdraki, ancak rengi, kokuyu alanlar bütün dünyayı gezip arasalar, ondan başkasını bulamazlar! Öküz, ansızın Bağdat’a girip şehri bir baştan bir başa dolaşsa; bütün zevk ü safa ve lezzetlerden onun göreceği sadece karpuz kabuğudur!”[18]

Dipnotlar

[1] Necmeddîn Kübrâ, Seyr ü Sülûk Risâleleri, Haz.: Süleyman Gökbulut, İlk Harf Yayınevi, İstanbul 2016, s. 51-58.

[2] Muhsin Keyanî, a. g. e., s. 470.

[3] Abdülkerim Kuşeyrî, a. g. e., s. 317.

[4] Necmeddîn Kübrâ, a. g. e., s. 51.

[5] Mustafa Kara, “Tasavvuf Tarihinde Hicretin Yeri ve Tasavvuf Eğitiminde Seyahatin Değeri”, Dervişin Hayatı Sûfînin Kelâmı Hal Tercümeleri Tarikatlar Istılahlar, Dergâh Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2012, s. 243.

[6] Ebu’n-Necîb Sühreverdî, Âdâbü’l-Mürîdîn Yol Ahlakı, Çeviren: Süleyman Gökbulut, Büyüyen Ay Yayınları, İstanbul 2014, s. 115-116.

[7] Ebû Hafs Şihâbüddin Ömer es-Sühreverdî, a. g. e., s. 156.

[8] Ebû Hafs Şihâbüddin Ömer es-Sühreverdî, a. g. e., s. 156 vd.

[9] Ebû Hafs Şihâbüddin Ömer es-Sühreverdî, a. g. e., s. 161-162.

[10] Mustafa Kara, Gönül Mektupları, Dergâh Yayınları, İstanbul 2014, s. 26.

[11] Ferîdûn Bin Ahmed-i Sipehsâlâr, Mevlânâ ve Etrafındakiler (Risâle), Çeviren: Tahsin Yazıcı, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul 1977, s. 123.

[12] Yasin Şen, Sohbet Medeniyeti Türk Sohbet Kültürü Üzerine Bir Araştırma, Erdem Yayınları, İstanbul 2016, s. 285. Sohbet şeyhliği hakkında Süleyman Uludağ şunları söyler: “İlk zahid ve sufiler kendilerini ziyarete gelen kimselerle sohbet etmişler, onlara dini ve tasavvufı tavsiyelerde bulunmuşlardır. Bu tür sohbetleri yapan üstada sohbet şeyhi denir. Sohbet şeyhi, müridlerin manevi hallerinden haberdar olan ve seyr ü sülûklerinde tasarrufta bulunan, terbiye ve sülûk şeyhinden farklı olarak kendisine intisap edenleri sadece sohbet aracılığıyla irşad eden kimsedir.” Süleyman Uludağ, “Sohbet” maddesi, TDVİA, Cilt 37, 2009, s. 350.

[13] Süleyman Uludağ, Tasavvuf ve Tenkit, Dergâh Yayınları, İstanbul 2014, s. 61-62.

[14] Ebû Hafs Şihâbüddin Ömer es-Sühreverdî, a. g. e., s. 164.

[15] Ebû Hafs Şihâbüddin Ömer es-Sühreverdî, a. g. e., s. 165.

[16] Abdülkerim Kuşeyrî, a. g. e., s. 320.

[17] Ebû Hafs Şihâbüddin Ömer es-Sühreverdî, a. g. e., s. 166.

[18] Mevlânâ, Mesnevî-i Şerîf, Mütercim: Süleyman Nahîfî, Sadeleştiren: Âmil Çelebioğlu, Timaş Yayınları, İstanbul 2008, s. 481.

Yazar
Yasin ŞEN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen