Mushaf-ı Şerif  Yakmanın Tarihi Zemini

Her şeyden önce, bir tarihsel derinlik olarak konunun temellendirildiği zemine bir bakmak gerekir, sevgili okurlar. Yadsınamaz bir gerçektir ki, Batı’nın Doğu’ya bakışının temelinde “kimlik diyalektiği”, yani kimlik ile ötekiler arasındaki diyalektiğin bulunduğu rahatlıkla söylenilebilir. Günümüzde sıkça sözü edilen Batı-Doğu karşıtlığı, modernlik-gelenek veya modern olan-geleneksel olan ayrımı bağlamında kutuplaştırılmış bir kültürel kimlik sorunu olarak biçimlenmiştir. İbn Haldun Mukaddimesinde belirttiği gibi tarih boyunca insanlık kendini tanımlayabilmek için bir “öteki”ye ihtiyaç duymuştur. İbn Haldun’un veciz bir şekilde belirttiği insan vücudundaki lenfatik ağ gibi dayanışma, yardımlaşma ve aidiyet duygusundan gelen ve ötekiye karşı var olma gücü veren bir bağdır. Yani düşmanı olmayan bir topluma da millet demek mümkün değildir. Toplum ne kadar çok ötekileştirilirse o ölçüde kaynaşır, bitişkenleşir ve bütünleşik hale gelir. İbn Haldun’un «asabiye kuramı»«biz» olmayı önceller. Diğer bir deyişle bizden olanla yardımlaşma içinde olan ve onur duygusu, dış düşmanlarla uğraşma gücü sağlayan «dayanışma bağı» önceliklidir, «biz» olmanın ön koşuludur. İyinin kötüye, modernin eski tipe, medeninin ilkele gereksinimi vardır. Ancak aksi ile kendini var edebilir. Bu sebeple Batı’nın kendi özelliklerini oluşturması için bir “Doğu”ya ihtiyacı vardır ve ihtiyacı olan bu Doğu her alanda inşa edilmelidir. Kültürel kimlik olgusunu, “öteki” ile sıkı bir ilişki içinde ve ona karşı oluşan bir durum olarak kavramlaştırmak olasıdır. Buna göre, Batı, modernliği temsil ederken Doğu’nun nasibine düşen “gelenek”tir. (1) İlginç bir yaklaşım değil mi? Sevgili okurlar. Pek bir yerlere gitmiyor, ülkede hep kalıyorsanız, bu olguyu pek hissetmiyorsunuzdur. Gençlik yıllarımda Avrupa’ya bir gittiğimde ev sahibesinin çatal bıçak kullandığıma hayret ve ibretle baktığını bugün bile gülümseyerek anımsarım. Aslına bakarsanız, Batının gözünde Doğu tam anlamıyla bir “Recep İvedik” tiplemesidir. Yani anlayacağımız tam bir magandalıktır. Tam bir oryantalizmdir. O halde “Oryantalizm Nedir?” Günümüzde de Oryantalizm, Doğu halklarının korkutucu ve “öteki” gösterildiği bir lenstir. Batı’nın Doğu’ya bakışı ve ilgisi, sadece bununla sınırlı kalmamıştır. Hiç mi önemli bir yararı olmamıştır? Kuşkusuz olmuştur. Batı’nın Doğu’ya ilgisi, “Şarkiyatçılık” veya “Oryantalizm” olarak adlandırılan bir bilimsel etkinlik alanının üniversitelerde hayat bulmasıyla da devam etmiştir. İlk olarak 14. yüzyılın başlarında Viyana Kilise Konseyi tarafından doğu dillerinin ve kültürlerinin anlaşılmasını teşvik etmek üzere birçok üniversitede kürsüler kurulmuştur. 1700 ila 1850 yılları arasında Avrupalı zihinler dünyayı iki karşı kampa ayırmış, kanaat önderlerini de buna zorlamışlardır. Batı ve Doğu (ya da Batı ve Geri kalanlar). Hristiyan dünyasında da güney-kuzey ayrımı vardır, güneyde Katoliklik tutuculuk, muhafazakarlık ve bağnazlıkla özdeşleştirilmiştir, kuzeyde ise Protestanlık yenilikçi ve modernist olarak tanımlanmıştır. Güney de Doğu da ikinci sınıftır. Aynen kuzeyin, güneyden üstün olduğu gibi, Batı da Doğu’dan üstün görülmüştür. İkinci sınıf Doğu’nun sahip olduğu sanılan değerler, rasyonel (akılcı) Batı’nın değerlerine karşı bir antitez olarak kabul edilmitir. Özellikle Batı, eşsiz erdemlerle kutsanmış olarak hayal edilmiştir: Çünkü akılcıdır, çalışkandır, üretkendir, fedakardır, tutumludur, liberal demokratiktir, dürüst, otoriter ve olgun, gelişmiş, becerikli, hareketli, bağımsız, gelişime açık ve dinamiktir. Doğu’ysa Batı’nın karşısındaki öteki’dir: akılcı olmayan ve keyfi, tembel, üretmeyen, tahammüllü, cazip olduğu kadar egzotik ve karmaşık, despot, bozulmuş, çocuksu ve olgunlaşmamış, geri kalmış, pasif, bağımlı, durağan ve değişmeyen, değişene direnen. Başka bir şekilde söylemek gerekirse, Batı bir dizi gelişmeci özelliklerle tanımlanırken, Doğu yokluklarla tanımlanmıştır. (3) 

Kolombiya Üniversitesinde tanımış olduğum Maronit bir Hıristiyan olan toprağı bol olsun Edward Said, Oryantalizm konusu ile eşleşmiş ve Orta Doğu çalışmalarında devrim niteliğinde bir isim olmuştur. Said hem ailevi yönden hem kendi deneyimleriyle hem de merakı ile birlikte Oryantalizm konusuna yönelmiştir. Said’in Oryantalizm’e olan ilgisi Arap-İsrail Savaşı ve bunun Amerikan medyasındaki temsili ile başlamıştır, denilenebilir. Said, yazmış olduğu Oryantalizm kitabıyla birlikte sömürgecilik sonrası (Post kolonyal) kuramı ortaya koymuştur ve batının kolonileştirme sürecine ilişkin önemli paradigmalar ortaya koymuştur. Edward Said’in ortaya koymuş olduğu şarkiyatçılık değil, aslında tam bir oryantalizmdir. Said’den itibaren bu terim olumsuz anlamda kullanılmaktadır, kullanılmalıdır da. Oryantalizm, kökeni güneşin doğuşunu ifade eden ‘oriens’ sözüne dayanmaktadır ve coğrafi bağlamda da doğu anlamına gelmektedir. Orient sözcük olarak “Doğu, şark” anlamına gelmesine karşın, şarkiyatçılık değildir. Kısaca ‘doğu hakkında batılı söylem’dir, Batının Doğu paradigmasıdır. Batılı doğu hakkında o kadar tarafgirdir ki, Said’in açık seçik bir biçimde ifade ettiği gibi: 

“Batıdaki insanların nasıl hiç doğuda bulunmadan doğu hakkında ön yargıları ve fikirleri olabilir?” (2)

Yazılan özellikle orta çağda ortaya konulan eserlerde Doğu, egzotik, yozlaşmış, şehvet düşkünü, sırlar ve canavarlarla dolu bir yer olarak gösterilmiştir. O dönem sanatında doğu yalnızca şehvet düşkünlüğüyle değil, aynı zamanda kan ve kılıç objeleriyle de barbar bir toplum olarak da yansıtılmak istenmiştir. Bu anlayışın tarihsel temellerini feodalitedir, vandalizmin egemen olduğu bir Avrupa’dır. Feodal toplumun düşünce tarzı, birlikte olmayı, birbirine benzemeyi, bir olmayı “iyi”, buna karşın çeşitliliği ya da farklılığı, “kötü” ile özdeşleştiren bir özelliğin egemen olmasıdır. Böylesi bir kültürel ortam ve zihniyet dünyasında yaşayan Ortaçağın Hıristiyanları, Hıristiyan olmayanlarla, yani “öteki”ler ile ilişkilerini de bu anlayış ya da bakış temelinde kurmuştur. Bu anlayış çerçevesinde; bir yandan, toplum içindeki sapkınlar, Yahudiler ve cüzzamlılar gibi kesimler alt-insan düzeyine indirilirken, diğer yandan ise toplumun dışında bulunan Müslümanlar, “Kafirler”e karşı düzenlenen “Haçlı Seferleri”nden nasiplerini almışlardır. Böylece, Müslümanlar “kafirler” olarak etiketlenip aşağılanmıştır. Antisemitizm gibi Müslüman nefreti bin yıldan fazla bir zaman içinde oluşan bir İslamafobiden de kaynaklanmıştır, denilenebilir. Nitekim 1095’te I. Haçlı Seferi’ni ilan eden Papa II. Urbanus’a göre, Müslümanlar şeytanın uşakları olarak görülmüştür. Onun içindir ki Müslümanlar ile savaş aslında Tanrı’nın düşmanları ve dostları arasındaki bir savaş olarak değerlendirilmiştir. Onlara göre, Tanrının sadece dostları Hristiyanlardır. Hristiyanlar “biz”, iyi ve dürüst olanı temsil etmektedir. “Diğerleri” ya da “ötekiler”, kötü ve istenmeyeni ifade etmektedir. Böyle bir durumda yapılacak ilk iş, hayali bir diğer kimliğinin yaratılmasıdır. Ancak bunun için kim seçilmelidir? Avrupa kimliğinin oluşturulmasında önemli rol oynayan yüksek mertebedeki Hıristiyan din adamları, bu yolda kullanılabilecek en uygun aday olarak İslam dinini seçmişler, İslamiyet’i “kötü olan” ve “tehdit eden” ile özdeşleştirerek Avrupa’nın onun karşısında birleşmesini sağlamaya çalışmışlardır. Bu konuda hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır. Batının paradigmasında öne çıkan algılamaları şöyle özetlenebilir.

1. İslam yeknesak, statik, tek tip ve dolayısıyla yeniliklere ve değişime kapalıdır.

2. İslam ayrı ve öteki olarak görülmektedir. Diğer kültürler ile paylaştığı ortak değerleri yoktur, diğerlerini etkilemez ve onlardan etkilenmez.

3. İslam, Batı’dan geridir ve aşağıdır. Barbar, irrasyonel, ilkel ve cinsiyetçidir.

4. İslam şiddet yanlısı, saldırgan, tehditkâr, terörü destekleyen ve uygarlıklar çatışmasına dâhil olan bir dindir.

5. İslam, siyasal bir ideolojidir, siyasal ve askeri çıkarlar için kullanılır.

6. Müslümanların Batı kültürü eleştirisinin hiçbir değeri yoktur. Müslümanların eleştirileri reddedilir.

7. İslamiyet’e duyulan düşmanlık Müslümanlara yönelik ayrımcılığı ve çoğunluk toplumdan dışlamayı meşrulaştırmak için kullanılıyor.

8. Müslüman karşıtı düşmanlık doğal ve normal görülmektedir.

11 Eylül 2001 tarihinde ABD’de ikiz kulelere, Pentagon’a yapılan intihar saldırılarının sonra İslam, dünya çapında medyanın, toplantıların ve yayınların öncelikli konusu haline geldiği gibi, ayrıca ABD Başkanı oğul Bush’un meydan okuduğu gibi bir nevi Haçlı Seferlerinin yeniden başlamasına da sebebiyet vermiştir. Oysa Amerika kamuoyunda Ortadoğulu kimliklerin algılanışı, bu olaydan önceki vahşi, medeni olmayan, beceriksiz, şehvet düşkünü ve basit kimliklerin terörist/terörizm olgusuyla birleştiği görülmüştür.  Başkan Bush, daha sonra hafif yollu çark etmesine karşın, terörün yüzünü, İslam’ın gerçek yüzü olarak göstermeye çalışmıştır. Medeniyetler ve kültürler arası etkileşim ve diyalogdan ziyade çatışma ve kutuplaşma söyleminin yoğunlaştığı böyle bir dönemde, en sık ve yaygın olarak kullanılan sözcüklerden birisi de yine “İslamofobi” olmuştur. 

Dünyanın sözde en özgür ülkeleri olarak lanse edilen “Finlandiya, Danimarka ve İsveç” özellikle son Mushaf’ı Şerif Yakma Olayları ile İslam karşıtı provokasyonların adresi haline geldiği görülmektedir. İslam karşıtı eylemlerin düzenlendiği Nordik ülkelerine Norveç de eklenmiştir. Ankara’da Dışişleri Bakanlığına çağrılan Norveç’in Ankara Büyükelçisi Erling Skjonsberg uyarılmış, uyarılmanın ardından eyleme verdiği izni de iptal etmiştir. Bu son derece olumlu bir gelişmedir. 

Esasen açıkça nefret suçu niteliğindeki Mushaf’ı Şerif Yakma eylemleri tam anlamıyla provakatif bir eylemdir, bir başka anlamda Türkiye’nin karşı koyma refleksinin ölçülmesine yönelik bir test mahiyetindedir. O kadar ki örneğin Finlandiya’da “Mushaf yakılmasına izin verilmeli” başlıklı bir yazıda, konu sorun olarak telakki edilmiş ve sorunun kitabın yakılmasında değil, Erdoğan’ın tepkisinde olduğu da öne sürülmüştür. Bana kalırsa olayın kurgusu da tam anlamıyla bu yöndedir. Bu konudaki tartışmalar devam ederken skandalların odağındaki İsveç’te provokasyonlar da hız kazanmıştır. Kariskrona kentine bağlı Ronneby ilçesinin farklı bölgelerinde üzerine ve içerisine hakaret yazılmış üç adet Mushaf’ı Şerif bulunmuştur. (4) 

Bu konudaki bir tespitin altını çizmekte yarar var. Avrupa ülkelerinde kutsal olsun ya da olmasın herhangi bir kitabın yakılmasını önleyecek herhangi bir yasa bulunmamaktadır. Çoğu kilise ve katedrallerin kapandığı kutlu doğum haftaları için Müslümanlara kiralandığı bir ortamda dine hakaret etmeyi suç sayan yasalar olsa da uygulanmaları nadirattandır. ABD’de ise kutsal kitapları yakmanın yasak olup olmadığı uzun süre tartışılmış, bayrak yakmak suç sayılmış ancak kutsal kitapların yakılması suç olarak kabul edilmemiştir. Portland, Oregon’daki 2020 ayaklanmaları sırasında protestocu gruplar tarafından Amerikan bayraklarının yanı sıra yığınla da İncil yakılmıştır. (5) Kur’an yakmak faşist bir eylem olarak görülmekle beraber, yasalar Paludan’ın arkasında olduğu da açık seçik ortadadır. 

Öte yandan kavramsal ve yasal çerçeve açısından bu olaylara bakıldığında ise, “Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme” (MSHS)’ nin 19. ile 20. Maddeleri, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ‘nin de 10. maddesi hem ABD hem de AB tarafından kabul edilmiştir. Din özgürlüğü haklarını kapsayan bu maddeler dini kişisel ve özel bir mesele olarak görmekte, kamu düzeni ile ulusal güvenliği bozabilecek durumlar haricinde herhangi bir nefret söylemi eylemini yasaklamak için devlet destekli müdahaleler içermemektedir. Dolayısıyla Paludan dilerse ABD’de ya da başka bir ülkede de Kur’an başta olmak üzere dilediği dini kitabı yakabilir. Belli ki Paludan İsveç’te de olduğu anlaşılan ortaya koymuş olduğu bu çirkin eylemi kapalı kapılar arkasında planlanan ve güdülenen bu menfur saldırıyı hoş gürüye, toleransa güvenerek gerçekleştirmiştir. Bütün bu yapılanlar, Türkiye’ye karşı başlatılan yeni bir psikolojik savaşın merhaleleridir. 

Bütün bunlardan sonra söylemem odur ki, “yapılması gereken toplumları birbirlerine kaynaştırmaktır, amaç toplumlar arasına engeller inşa etmek, duvarlar kurmak değil, duvarları yıkmak ve karşı tarafı, aynanın arkasını görebilmenin yanı sıra insanlığa yüzyıllardır yol gösteren Türk-İslam düşünürü ve mutasavvıf Mevlana Celaleddin-i Rumi ‘nin “Canım tenimde oldukça Kur’an-ın kölesiyim.” Diyen ve  “Gel” sözüyle betimlenen dayanışmayı inşa edebilmektir. Sevgili Okurlar

Dipnotlar:

(1) Thierry Hentsch, Hayali Doğu: Batı’nın Akdenizli Doğu’ya Politik Bakışı, Çev., Aysel

Bora. İstanbul: Metis Yayınları, 2008, s. 304; Aktaran   Mehmet Yüksel, “İslamofobinin Tarihsel Temellerine Bir Bakış: Oryantalizm ya da Batı ve Öteki”, İÜHFM C. LXXII, Sa. 1, Ankara, 2014, s. 191

(2) Su Efsane Akpınar, “Oryantalizm Nedir?”, Medya İletişim Kulüp Portalı, 28 Şubat 2020

https://medyaveiletisim.kulup.tau.edu.tr/oryantalizm-nedir/ Erişim Tarihi 05.02.2023/

(3) Mehmet Yüksel, “İslamofobinin Tarihsel Temellerine Bir Bakış: Oryantalizm ya da Batı ve Öteki”, İÜHFM C. LXXII, Sa. 1, Ankara, 2014, s. 191

(4) Diriliş Postası, “Nordik Provokasyonu”, İstanbul, 1 Şubat 2023, s.11

(5) Mustafa K. Erdemol, “Kuran yakmak: Faşist bir eylem Yasalar Paludan’ın arkasında”,  https://halktv.com.tr/makale/kuran-yakmak-fasist-bir-eylem-yasalar-paludanin-arkasinda-714960/ Erişim Tarihi 05.02.2023/

Yazar
Esat ARSLAN

Esat Arslan, İstanbul’da 15 Nisan 1947 tarihinde doğdu. İlk ve orta öğrenimini İstanbul’da; yükseköğrenimini Ankara’da tamamlayan Esat Arslan, Savunma Bilimleri, Kamu Yönetimi dallarında yüksek lisans; Türkiye Cumhuriyeti Tarihi da... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen