Sana Senden Sefer Eyle

İnsanı merkeze alan öğretilerde, disiplinlerde, eğitim uygulamalarında ve terbiye metotlarında birçok konunun yol, yolculuk, seyahat, sefer gibi kavramlar etrafında oluşması herhalde tesadüf değildir. İnsan, mutlak varlıktan başlayarak çıktığı yolculuğunda çizgisel bir istikamet değil de dairesel bir yol takip etmektedir. Böylece o, geldiği noktaya geri dönmek ama ilk hâlinden bambaşka bir hâlde yolculuğunu tamamlamak üzere sefer hâlindedir. Öyleyse bu konunun devir nazariyesiyle de bir ilgisinin olduğu düşünülebilir.[1] Devriyeler, varlığın bir bütün olarak kendinden kendine bir yolculuk hâlinde olduğunu ifade etmeleri bakımından önemlidir.[2] Ölüm ve hayat arasında uzanan, “olmak” ve “ölmek”le neticelenen bir yolculuğun bütün varlığı, özellikle de insanı kuşattığı fikri herhalde yanlış olmaz. Bu, insanın zarûrî seyahatinin bir sonucudur. Burada insanın yapması gereken yolculuğunun farkına varması ve ona gönülden iştirak etmesidir.

İnsanın bu seyahati bazı edebî eserlerimize konu edilmiştir. Buna göre âşık veya kahraman zorlu bir yolculuğa çıkmakta, birçok engelleri aştıktan sonra hedefine varmaktadır. Pek tabii bu seyahati gerçekleştirmek hiç de kolay değildir. Birçok güçlüğün, zorluğun aşılması yolculuğun ayrılmaz bir parçasıdır. Ahmet Doğan’ın da ifade ettiği gibi “dönüşüm yolunun zahmetsiz olması mümkün değildir”.[3] Bu yolculuğunda insana sembolik bazı kavramlar yardımcı olmaktadır. Yolcunun vardığı noktada kendisinden başka bir şey yoktur. İnsanın bu “sembolik seyahati” Hüsn ü Aşk, Mantıku’t-Tayr gibi eserlerde konu edilmiştir.[4]

İnsan mecbûrî bir yolculuğun içindedir. O, hiçbir şey yapmadığını iddia etse de içten içe bir seyahatin içindedir. Onun hâlden hâle geçmesi, bir kararda duramaması da bunu ifade eder. İnsanınn bu yolculuğu acıyı, mihneti, gurbeti ve daha birçok zorluğu beraberinde getirir.

Âlemdeki müthiş hareketlilik yine bu âlemin özü olan insanda da mevcuttur. Ârif Nihad Asya’nın bir şiirinde “Yollar içindedir senin / Yollara çıkmadan yürü” şeklinde ifade ettiği bir keyfiyet söz konusudur burada. İnsan ne mânevi olarak yerinde durabilir ne de maddî mânâda. Belki âlemin özünde yer edinmiş bu hareketliliğin en olgun hâli insanda bulunmaktadır. Çünkü aslî vatanının burası, dünya olmadığını bilen en mütekâmil varlık insandır. Onu yönlendiren, diyar diyar gezdiren, kişiyi Leylâsını arayan bir Mecnûn kılan şey içindeki aşktır. Burada Mustafa Kara’nın şu sözlerini nakletmek istiyorum: “’Kendini bilen Rabbini bilir.’ Hikmetini kavramadan yapılan seyahatler, ‘turizm’ dünyasına katkıda bulunmaktan öteye geçemeyeceklerdir.”[5]

Mutasavvıflar, sefer bahsiyle ilgili bazı sınıflandırmalar yapmışlardır. Bu konuya yukarıda temas edilmişti. Yine Abdülkerim Kuşeyrî konuyla ilgili şöyle der: “Bil ki sefer iki kısımdır: Biri bedenle yapılır. Bu, bir yerden diğer yere gitmektir. Diğeri ise kalp ile yapılır. Bu, bir sıfattan diğerine yükselmektir. Bedeniyle yolculuk yapan binlerce insan görürsün, fakat (mâneviyât âleminde) kalbi ile yolculuk yapan pek az kimse bulursun.”[6] Bu husus, Hz. Mevlana’nın eserlerinde de dikkat çekecek boyuttadır. Kendinden kendine sefer tavsiye edilmekte ve bunun yararlarından, insana katacağı manevi derecelerden söz edilmektedir. Nitekim Hz. Mevlana şöyle der: “Sefer, kendinden (kendine) olmalıdır; kendinsiz sefer neye yarar?”[7]

Kuşeyrî, üstadı Ebû Ali Dekkâk’ın şöyle bir sözünü nakleder: “Nişâbur yakınlarında bir köy olan Farah’ta sûfîlerden bir şeyh vardı. Onun tasavvufla ilgili pek çok eseri mevcuttur. Biri kendisine, ‘Ey şeyh, hiç sefer yaptın mı?’ diye sorunca şöyle dedi: ‘Yeryüzü seferini mi soruyorsun, gökyüzü seferini mi? Yeryüzü seferine gelince, hayır, hiç yapmadım. Gökyüzü seferine gelince, evet yaptım.”[8]

Tasavvufta, dervişin mânevî eğitimi için kullanılan seyr ü sülûk kavramı adeta yolculukla aynileştirilmiştir. Derviş kendi içinde çıkacağı yolculukla ciddî anlamda bir eğitimden geçer. Bu esnada yanındaki rehber, mürşididir. Mürşit, onu yol boyunca karşılaşacağı tehlikelerden haberdar eder. Uyarır. Riyazet, sohbet ve zikirle terbiye olmasını sağlar.

Tasavvufta yolculukla ilgili kavramlar çok zengindir. Bu durum, tasavvuf kültürünün yol ve yolculuk konusuna verdiği önemle ilgili olmalıdır. Araştırmacılardan bir kısmı bu hususun üzerinde sıkça durmuşlardır. Mesela Annemarie Schimmel sûfîlerin yolculuk bahsine bu kadar önem vermelerinin sebebini şöyle anlatır: “Çünkü yolculuk daimî bir inkişaf, Ego’nun daimî bir açılması demektir. Maddî bir seyahata çıkanın görgüsü nasıl artarsa ve böylece yeni kıymetler kazanırsa ruhanî bir harekette bulunan ârif de, âlemin bütün kıymetlerini benimsemek suretiyle büyüyüp her anda, kendi içinde bulunan imkânları genişletmek fırsatını elde eder. Aramak arzusu haddizatında bir nevi vuslattır, nâtâmam olsa bile.”[9]

Tasavvufî hayatın bir parçası olmaktan başka, şair mutasavvıflar şiirlerinde yolculuk, sefer, seyahat gibi kavramları sıklıkla kullanmışlar ve işlemişlerdir. Mesela bir beytinde Niyâzî-i Mısrî şöyle buyurmaktadır:

Salınma câh-ı taklide su‘ûd et arş-ı tahkike

Sana senden sefer eyle seni sen duy u tevhîd et[10]

Bu beyitte insanın kendinde bir sefere çıkması istenmektedir. Bu oldukça ilginç ve insanın dikkatini kendinde toplayan bir ifadedir. İnsanın kendisinde bir yolculuğa çıkmasının istenmesi, kişinin kendi özünde saklı emaneti bulmak için olmalıdır. Nitekim Niyâzî Mısrî yine bir nutkunda “Ben taşrada arar idim ol can içinde can imiş” demektedir.

Tasavvufî terbiyede ister zâhir ister bâtın olsun maksat kişinin kendinden kendine seferidir.[11] Bunun öyle kolay bir şey olmadığı kaynaklarda ısrarla belirtiliyor. Fakat kâmil anlamda bir insan olmak için bundan başka bir çâre ve yol yoktur. İnsan kendini bilmek ve tanımak için yaratılmıştır. Onun şehirden şehre, bir yerden başka bir yere, mekândan mekâna dolaşmasından maksat yine kendisidir. Uzun süre ve çok seyahat eden sûfîlerden biri olan Emir Buharî bunu Farsça şiirinde şöyle anlatır: “Ey Buharî! Dünyayı şehir şehir, mahalle mahalle gezmen gerekmez. Eğer becerebilirsen zerre zerre kendinde gez.”[12]

Seyahat dervişin kendini ve âlemi tanıması için bir vesiledir. Kendi içimizde yapacağımız hakikî bir yolculuğun sebebi veya aracı da olabilir. Yolculuğun tasavvufî terbiyede bir vasıta olduğunu Hacı Bektaş-ı Veli’nin Fevâid isimli eserinde geçen şu cümlelerden de anlayabiliriz: “Sırrı kutlu Hazret-i Hacı Bektaş’ın yanına bir derviş geldi ve yolculuğa çıkmak için kendisinden izin istedi. Sırrı kutlu ‘Neden gideceksin?’ diye buyurdu. Derviş ‘Su akıp gitmeyince bulanır’ dedi. Buyurdular ki: ‘Neden deniz olmuyorsun? Ne akar gidersin, ne de bulanırsın.”[13]

Geredeli Mustafa Rûmî’nin şu gazelinde benzer konu işlenmektedir:

Ey gönül gezme yabanda genc-i pinhân sendedir

Dal bu gönlün bahrine gör dürr ü mercân sendedir

Her ne istersen yürü hep sende iste sende bul

Sen sana eyle sefer kim beyt-i Rahmân sendedir

Bî-vefâ reng-i güle feryâd edip gezme yürü

Bülbül ol eyyâm-ı dilde gül gülistân sendedir

Nokta-i gönlünde cem’ olmuş kamu ‘âlem ne var

Yer ü gök nâr-ı cehennem Hûr u Gılmân sendedir

Mustafa Rûmî vücudun gerçi zâhir katredir

Katreni mahv eyle gör kim bahr-i ummân sendedir[14]

[1] Ahmet Doğan, Dönüşüm Sürecindeki İnsanın Sembolik Seyahati ve Hüsn ü Aşk Örneği, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, Elazığ 2008, s. 1 vd.

[2] Geniş bilgi için bkz.. Ahmet Doğan, a. g. t., s. 1 vd.

[3] Ahmet Doğan, a. g. t., s. 13.

[4] Bu konuyu ele alan bir çalışma için bkz.: Ahmet Doğan, Dönüşüm Sürecindeki İnsanın Sembolik Seyahati ve Hüsn ü Aşk Örneği, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, Elazığ 2008.

[5] Mustafa Kara, Gönül Mektupları, Dergâh Yayınları, İstanbul 2014, s. 28.

[6] Abdülkerim Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi (Sûfîlerin İnanç ve Ahlâkı), Tercüme: Dilaver Selvi, İstanbul 2009, s. 317.

[7] Mevlâna, Divan-ı Kebir’den Seçmeler 1, Çeviren: Mithat Baharî Beytur, MEB Yayınları, İstanbul 1989, s. 251.

[8] Abdülkerim Kuşeyrî, a. g. e., s. 317.

[9] M. İkbal, Câvitnâme, Çeviren: Annemarie Schimmel, Kültür Bakanlığı Yayınları, 2. Baskı, Ankara 2000, s. LIII.

[10] Niyâzî-i Mısrî Halvetî, Dîvân-ı İlâhiyât, Haz.: Mustafa Tatcı, H Yayınları, İstanbul 2013, s. 373.

[11] “Kendinde sefer etmek ne demektir?” diye soran Muhammed İkbal, bu soruya yine kendisi şöyle cevap veriyor: “Babasız, anasız dünyaya gelmektir. Damın kenarına çıkıp Süreyya yıldızını ele geçirmek demektir. Bir anlık ıstırap ile ebediyete malik olmak, güneş ışığı olmadan her şeyi temaşa etmek demektir. Her türlü ümit ve korkuyu ruhtan söküp çıkarmak, Musa gibi Nil’i ikiye bölmek demektir. Bu deniz ve kara tılsımını bozmak, ayı bir parmakla yarmak demektir.” Muhammed İkbal, Kulluk Kitabı, Hicaz Armağanı Yeni Gülşen-i Râz Musa Vuruşu, Haz.: Ali Nihat Tarlan, Timaş Yayınları, İstanbul 2014, s. 90-91.

[12] Cemâl Kurnaz-Mustafa Tatcı, İstanbul’da Buharalı Bir Eren Emir Buharî, Akçağ Yayınları, 2. Baskı, Ankara 1999, s. 236.

[13] Hacı Bektaş Velî, Fevâid, Haz.: Baki Yaşa Altınok, Hacı Bektaş Velî Külliyatı, Ankara 2010, s. 81.

[14] Geredeli Mustafa Rûmî Şabânî, Dîvân-ı İlâhiyât, Haz.: Mustafa Tatcı-Abdülkerim Abdülkadiroğlu, H Yayınları, İstanbul 2013, s. 57.

Yazar
Yasin ŞEN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen