Çanakkale Dirilişi

 

İslâm’ın Bedir’den sonraki en büyük cihâdı olan Çanakkale muharebelerinde Allah (c.c.) aşkıyla ve “Dîn ü devlet mülk ü millet”  için şehâdet şerbetini içen binlerce Mehmetçiğin Son Haçlı Seferi’ne karşı verdiği çetin mücâdele; Türk milleti ve İslâm ümmeti için hem bir varlık yokluk savaşı, hem de inanç değerleri üzerine kıyâm eden bir îman dirilişidir. 

Çanakkale muharebelerine gönül gözüyle bakıldığı zaman; insanımızın her türlü menfî şartlara ve maddî yokluğa rağmen, Lâ tahzen innellâhe meanâ..[1] Âyet-i Celîlesi’ne yüreğini yasladığı için ümidini hiç yitirmediği, “Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak” diyerek îman ile imkânsızı mümkün kıldığı ve “ruh kökü”ne istinât eden bir diriliş mûcizesi ortaya koyduğu çok âşikâr biçimde görülmektedir.  Zîrâ Rus Çarı I. Nikola’nın 1853 tarihinde “Hasta Adam” diye vasfettiği Osmanlı Devleti’nin, 1912’de yapılan Balkan Harbi’nde sekerât-ı mevt[2]* hâli ortaya çıkmış; ancak bu azîz millet sâhip olduğu Türk-İslâm rûhuyla 1915‘deki Çanakkale Savaşı’nda yeniden canlanmıştır.

Osmanlı’ya 1912 Balkan Bozgunu’nu yaşatan ve tek kurşun atmadan Türklerin Anadolu’dan sonraki ikinci vatanı olan Rumeli’yi 15-20 günde dört devletçiğe teslim eden “yatalak subayları” emekliye sevk eden Harbiye Nâzırı Enver Paşa; bir yıl içinde Türk Ordusu’na yeni bir ideâl, azim ve heyecan aşılamış ve askerlerimizi silah ve techizat bakımından tahkîm ettiği gibi, birliklerimizi bir yandan disiplinize ederken, diğer yandan da genç subaylarla onlara yeniden çekidüzen vermiştir. Enver Paşa; Birinci Dünya Savaşı sırasında Boğaz’ı ve Gelibolu Yarımadası’nı savunacak olan 5. Ordu’yu kurmuş, müttefiklerimizden aldığı mâlî ve askerî destekle bu bölgeyi top, silah ve cephane bakımından güçlendirmiş, Kara ve Deniz Muharebelerinin genel komutasını da Başkomutan Vekîli olarak organize etmiştir. Çanakkale Boğazı’nı savunan 5. Ordumuz ise; “Yenilmez Armada” diye anılan dünyanın en güçlü donanmasıyla Gelibolu Yarımadası’na saldıran yedi düvele karşı erinden çavuşuna, zabitinden paşasına kadar nice kahramanlık destanları yazmış ve tarihin akışını değiştiren Çanakkale Zaferi’ne imza atmıştır. 

Çanakkale Zaferi; askerimizin alnındaki “Balkan hacâleti”nin lekesini “Boğaz Harbi”ndeki şehitlerinin kanıyla silip temizlediği gibi,  insanımıza da yeni bir diriliş rûhu üflemiş, milletimizin inanç ve ümidini tazeleyerek yeniden silkinip ayağa kalkmasını sağlamış ve Çanakkale’den aldığımız güç ve moralle Millî Mücâdele’nin de fitilini ateşlemiştir. Ve altı asırlık ihtişamlı bir ömür süren Osmanlı Devleti’nin son zevâlinde kazandığımız Çanakkale ve Kûtü’l Amâre Zaferleri; Devlet-i Aliyye gurûb ederken, yeni bir Türk devletinin şafağının sökmesine de vesîle olmuştur.

Ölüm ânındaki kuğular son nefeslerini verirlerken; en güzel ve en etkileyici ötüşlerini gerçekleştirirlermiş. Avrupalıların “Last cry of the swan (Kuğunun son çığlığı), ya da “Chant de cygne” (Son şarkı) diye ifâde ettikleri bu ‘son serenat’; bir anlamda Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesinden ayrılırken muazzam bir final ortaya koyduğu Çanakkale Zaferi’ne benzemektedir. Ancak Gelibolu Yarımadası’nda vuku bulan “kuğunun son çığlığı”nın ardından Türk tarihinin beş bin yıllık güneşi batmamış; Yüce Rabb’imizin ihsânı ve Türk milletinin sa’y ü gayretiyle Çanakkale yeni bir doğuşa vesile olmuştur. Yâni son nefesini vermek üzere olan “Hasta Adam”; Çanakkale’de yeniden hayat bulmuş, hiç kimsenin beklemediği müthiş bir azim; akıllara durgunluk veren bir inanç, Allah (c.c.) ve vatan sevgisinden güç alan bir heyecanla kendine gelmiştir. Böylelikle, Gelibolu Yarımadası’ndaki topraklarda; îman ile kanın yoğrulmasıyla yeni bir diriliş destanı yazılmış, hem “Tevhid kurtarılmış”, hem de yeni bir Türk devleti kurularak Türk mührünün Anadolu’dan silinmesi önlenmiştir.    

İşte; “Türkler bitti,  ‘Hasta Adam’ bir daha ayağa kalkamayacak bir şekilde yere serildi…” denildiği bir dönemde; ‘Çanakkale Dirilişi’diye tavsif ettiğimiz yeni bir “ba’sü ba’de’l-mevt” gerçekleşmiş; Türk milleti, Millî Mücâdele’yi başlatmak için Anadolu’da yeniden kıyâm etmiş ve İstiklâl Harbi’nde de çok büyük kahramanlık destanları yazmıştır. 

Bu îtibarla pek çok sırrı kendi içinde saklayan ve dünya tarihinin yeniden yazılmasına vesîle olan Çanakkale Dirilişi; hem İslâm Ümmeti’nin ayakta kalan “Son Kale”si, hem ateşle imtihan edilen Türk milletinin varlık yokluk mücâdelesi, hem birlik ve berâberliğimizin en güzel nişânesi, hem de Yeni Türk Devleti’nin Besmelesi’dir.

Çanakkale Dirilişi; Osmanlı’nın tarihe mîras bıraktığı son altın sayfa olup;  “Bir vatan kalbinin attığı yer”de mânen îman ve ihlâsın, madden kahramanlık ve kardeşliğin tüfek çattığı beşerî idrâkin ötesinde bir zaferdir. 

Çanakkale Dirilişi; “sırtlanların geçit yerini vatan kılan ecdadımız”dan tevârüs ettiğimiz Anadolu denilen ve dünyanın“Kalp Kuşağı” üzerinde yer alan bu çok stratejik coğrafyada, Mehmetçiğin müstevlîlere insanlık dersi verdiği ve sâhip olduğu Muhammedî ahlâkı ve civanmertliği bütün cihana gösterdiği bir “Cihâd-ı Ekber”dir.  

Çanakkale Dirilişi; mânânın maddeye nasıl galebe çaldığını, îmanlı rûhların nelere muktedir olduğunu ve inançlı sînelerin çeliğe ne şekilde üstün geldiğini bir kere daha cümle âleme gösterdiği Türk milletiyle özdeşleşen  “alperenlik rûhu”nun bir diğer adı olup; bu aziz milletin sâhip olduğu Muhammedî ahlâkın, mücâhede azminin, vatan sevgisinin, kahramanlığın ve civanmertliğin bir kere daha ve bütün ihtişâmıyla Gelibolu Yarımadası’nda kıyama durmasıdır.

Çanakkale Dirilişi; “Şehitler ölmez hükmüne îman eden insanımızın şühedânın rûhâniyetiyle omuz omuza cihâd etmesi, Ümmet-i Muhammed’in yedi düvele karşı vatan müdafaası yaparken; gökteki meleklerin, yerin altındakiler ve üstündekilerin hep birlikte küffâra karşı savaşması ve “Bir Hilâl Uğruna”  batan güneşlerin ebediyet ufkunda doğmasıdır.

Çanakkale Dirilişi; “Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez sözünü kuvveden fiile geçiren Anadolu’nun her bölgesinden ve Osmanlı coğrafyasının dört bir yanından gelen Mehmetçiklerin Ay Yıldızlı ihtişâmıdır.

Çanakkale Dirilişi; sâdece bir milletin değil; bir yanda İngiliz câsusu Lawrence vâsıtasıyla ifsâd edilip Ceziretü’l-Arab’ta Osmanlı’ya silah çeken Arap bedevîlerin yanında yer almazken, “Muhammedî muştuya nâil olan Türk milletine bağlılığını Gelibolu Yarımadası’nda şehit düşerek ispat eden Arap askerlerinin, öbür yanda ise Mehmetçikle birlikte cihâd eden çeşitli kavimlere mensup Ümmet-i Muhammed’in mukaddes kıyâmıdır. 

Çanakkale Dirilişi; kalp-ruh-gönül, inanç-îman-cihat, vatan-bayrak-namus, cesâret-celâdet-asâlet, yiğitlik-mertlik-insanlık, duâ-vefâ-tevekkül, esbâba tevessül-teslimiyet ve azmin iç içe girdiği bir sevdâ burcudur.

Çanakkale Dirilişi; Î’lâ-yı Kelîmetullah için,  vatan için, bayrak içinmillet için her türlü zorluğa, yokluğa, yoksulluğa katlanan ve îmanın en büyük imkân olduğunu bütün cihana gösteren Türk milletinin “Cündullah sıfatına lâyık olduğunu bir kere daha ortaya koyduğu asâlet harcıdır. 

Çanakkale Dirilişi;  Binbaşı Lütfi Bey’in Yetiş Yâ Muhammed, Kitâb’ın elden gidiyor!” feryâdının yankısını yüreklerinde duyanların; Yarbay Hasan Bey gibi son nefesini verirken, çok büyük kan kaybına rağmen bütün gücünü toplayarak ayağa kalkan ve hazır ola geçip; “Niçin zahmet buyurdunuz yâ Resûlallâh!” diyenlerin îman ve ihlâs ile inşâ ettiği müstesnâ bir zaferdir.

Çanakkale Dirilişi; Tevhid sancağının aslâ yere düşürülmeyeceğinin ve Ay-Yıldızlı bayrağın göklerden indirilmeyeceğinin isbâtı olduğu gibi, “Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ diyen şühedâ ve gâzilerimizin; Haçlıların Son Seferi’ne karşı etten ve kemikten duvarlar ördüğü “geçilmez” bir hisardır.

Çanakkale Dirilişi; bütün saldırılara, yıkımlara, “Ruh kökü”nden kopartılma faaliyetlerine, Kıble’den uzaklaştırma plân, taktik,  strateji ve uygulamalarına rağmen, bu aziz milletin rûhunda kıyama durdurduğu; “Allah(c.c.)’tan başka hiçbir varlığa boyun eğmeme” inancının, cânı Cânân’a armağan etme şuurunun yok edilemediğinin ve inşâAllah kıyâmete kadar da yok edilemeyeceğinin hâl diliyle ifâdesidir.

Çanakkale Dirilişi; ölmeden kendi cenâze namazlarını kılan, Bu vatan toprağın kara bağrında / Sıra dağlar gibi duranlarındır.[3] hükmünü kuvveden fiile geçirebilmek için, Bir gül bahçesine girercesine” ölümün üzerine tereddüt etmeden yürüyen yiğitlerin çelikleşmiş irâdesidir.

 Çanakkale Dirilişi; kaşları bıyıklarından daha fazla olan evlâtlarının saçlarını kınalayarak “Sen bizim İsmâilimizsin!”  diye cepheye yollayan Hatçe bacıların, “son yongaları”nı yolcu ederken “Oğlum! Babanı Dimetoka’da, dayını Şipka’da, ağabeylerini Çanakkale’de kaybettim… Eğer minâreler ezansız, câmiler Kur’ân’sız, bu millet vatansız ve gökkubbe Al Bayraksız kalacaksa sen de git evlâdım!” diyen anaların duâsıdır. 

Çanakkale Dirilişi; Çanakkale’ye giden eşinin, yola çıkmadan önce istediği kuru fasulye yemeğini her gün pişiren ve onun tabağını ölünceye kadar her öğün sofraya koyan, ölmeden önce de oğluna, gelinine ve torunlarına o yemeğin pişirilmesi ve o tabağın sofraya konulmasını tembihleyen sadâkat âbidesi eşlerin kelimelere sığmayan vefâsıdır.

Çanakkale Dirilişi; savaşa giden yiğidine söz verdiği için ölünceye kadar evinin kapısından dışarı bir adım dahi atmayan gelinlerin; Çanakkale’de “şehitlik mertebesine erdiği”nin haberini aldıktan sonra, son nefesine kadar yavuklusuna sâdık kaldığını göstermek için dökülen dişlerinin ve kesilen saçlarının kendisiyle birlikte mezara gömülmesini vasiyet eden nişanlıların; ana sütü gibi helâl, Zemzem suyu gibi azîz, evliyâ nazarları gibi tertemiz, ağustos güneşi gibi sımsıcak, yaylalarda çağlayan dereler gibi berrak ve yüce dağların başındaki kar beyazından daha ak sevdâsıdır.

Çanakkale Dirilişi; bin yıllık bir hesabı görmek için dünyanın en ücrâ köşelerinden Gelibolu Yarımadası’na ge/tiri/len Haçlı askerlerine,  sağlam bir Osmanlı tokadı aşketmek için oğlunu ve torununu cepheye gönderen ve yaz/dır/dıkları mektuplarda; “Ey yiğit oğlu yiğit! Ya gâzî ol, ya şehit! diyen anaların, ninelerin, dedelerin arşa yükselen sadâsıdır.

Çanakkale Dirilişi; “Lâle”ye müştak “Gül aşkıyla kıyâm eden Mehmetçiğin fânî bedeninde ete kemiğe bürünen, ebediyete kadar bâkî kalacak olan, Ay Yıldızlı bayrağımızın remzettiği değerler manzûmesinde ifâdesini bulan ve Tevhîd kalemiyle yazılan; “Sünnet sancağındaki îman”,  “Vahdet ırmağındaki umman ve “Rahmet kucağındaki Sübhan yazısı[4]dır.  

Çanakkale Dirilişi; Türkmen’in, Kürt’ün, Arab’ın, Çerkez’in,  Abaza’nın, Boşnak’ın, Pomak’ın, Laz’ın, Gürcü’nün Hilâl’in ışığını yüreklerine bölüştürmek ve îman sancağını daha da yükseltmek için;  Al Bayrağın gölgesinde bir araya geldiği, bir inancı, bir umudu, bir yudum suyu, bir kuru ekmeği, bir cepheyi ve bir siperi bölüştüğü, aynı dâvâ ve aynı sevdâ için vuruştuğu,  aynı acıyı ve aynı sevinci paylaştığı ve “Türk Milleti” olduğunu her hâliyle ortaya koyduğu muazzam bir kükreyiştir.

İşte Mehmetçiğin kanıyla yazıp canıyla mühürlediği, Î’lâ-yı Kelîmetullah ideâliyle şekillendirdiği ve sînesindeki dağ gibi îman ile kıyâma durdurduğu Çanakkale Destânı’nı inşâ eden temel değerlerin ne olduğunu anlayamayanlar; ne “bin yıllık kardeşlik şuurundan, ne “aynı kilimin desenleri olma”  duygusundan, ne “Biz, hep birlikte Türk Milleti’yiz!”  hükmündeki birlik ve berâberlik irfanından nasipdâr olurlar, ne de o mübârek “Çanakkale Rûhu”nun ne olduğunu, ne de Çanakkale Dirilişi’nin nasıl gerçekleştiğini idrâk edebilirler… Şunu ifâde etmemiz gerekir ki;  Çanakkale Dirilişi’nihakkıyla idrâk etmek; Türk milleti için çok önemli bir mükellefiyet ve istikbâlimizin inşâsı için de şartın ötesinde bir mecburiyettir. Zîrâ “Çanakkale”yi hakkıyla anlamak; medeniye-timizi yeniden diriltmek demektir.  Çanakkale”ye ferâset ve basîret penceresinden bakarak kavramak; “Ruh kökümüz üzerinde yeniden kıyâm etmek ve “titreyip kendimize dönmek demektir. Çanakkale”yi kâmil mânâda idrâk etmek;  güç ve kuvvet kaynağımızın neler olduğunun, nasıl cihana hükmettiğimizin, neden “Hasta Adam” hâline geldiğimizin, nasıl bir diriliş gerçekleştirdiğimizin ve ne şekilde yeniden tarihî mefahirimize avdet edeceğimizin şuuruna ermek demektir. 

Hâsılı, Çanakkale muharebelerinin öncesini ve sonrasını îman ve târih şuuruna sâhip olarak idrâk etmemiz demek; bin yıllık medeniyetimizden tevârüs ettiğimiz bizi “Biz” yapan değerlerimize sâhip çıkmak, askerimize “Mehmetçik” vasfını kazandıran mânevî ve millî değerler ile geleceğimizi inşâ etmek, “253 bin[5] yiğidimizin uğrunda fedâ-i can ettiği ideâlleri zihinlerde ve gönüllerde yaşatmak demektir.  “Çanakkale”yi hakkıyla idrâk etmek; mübârek ecdâdımızın “harp”lerde kazandıklarının ve bizlerin masa başında “harf”lerle kaybet-tiklerimizin neler olduğunun farkına varmak ve Çanakkale toprağının madde ve mânâsını  vatan alfabesi”nden yeniden okumak demektir.   

Son olarak şuna da ifâde etmemiz gerekir ki; Sultan Alparslan’ın alperenlerinden Selçuklu Komutanı Emir Karatekin, Çankırı’yı aldıktan sonra bir muharebe sırasında ağır yaralanır ve şehâdet şerbetini içmeden önce yanındaki askerlerine; “Beni bu tepeye defnedin, ruhum kıyamete kadar Çankırı’yı beklesin” der. Emir Karatekin’in dediği gibi, Çanakkale’de ve diğer savaşlarda şehit düşen milyonlarca Mehmetçiğimizin rûhu da vatan coğrafyamızın kıyamete kadar bekçileridir… Yâni Gelibolu Yarımadası, ecdâdımızın rûhaniyetiyle vatanımızı beklediği yerdir. Bize düşen ise Çanakkale Dirilişi’ni mümkün kılan ve Çanakkale Zaferi’ni kazandıran “rûhu”   yaşamak ve yaşatmaktır.  Eğer bu konuda zaafımız varsa -ki vârolduğu apaçık ortadadır-;  yapmamız gereken; “Çanakkale Rûhu”nu yeniden canlandırmak ve yüreklerde bu rûhu kıyama durdurmaktır. Başka bir ifâdeyle söyleyecek olursak ‘Çanakkale’den çağımıza ruh nakli’ yapmaktır.  “Ruh nakli mümkün müdür? diyenlere cevabımız; “Rabbim isterse…” ve biz de bu yolda gayret gösterirsek her imkânsız mümkün hâle gelir/gelecektir… Unutmamamız gerekir ki bizler “Çanakkale Rûhu”nu künhüyle kavrayabilirsek ve yüreklerimize bu rûhun intikâlini sağlayabilirsek, Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm’ın “ağuşunu açıp” bekleyeceği nesillere de kavuşabiliriz. 

Bu vesileyle Malazgirt Zaferi’nden sonra Anadolu’yu Türk-İslâm yurdu yapan, Viyana dönüşünden îtibâren de terk ettiği topraklara vâdi vâdi, ova ova, meydan meydan kan ve can bırakan ve Anadolu Yaylası’nı bizlere ebedî vatan kılan îman erlerini bir kere daha rahmet, minnet ve hürmetle yâd ediyor ve her biri ayrı bir destan olan Çanakkale şehitlerine ve bilcümle şühedâyı rahmet, minnet ve hürmetle yâd ediyoruz… 

Hatm-i kelâmı da; “Biz, oturduğumuz yerin her taşı için cevher-i can verdik. Her avuç toprağımız; naza-rımızda, o yola fedâ olmuş bir kahramanın vücûdundan yâdigârdır. Vatan bizim kılıcımızın ekmeğidir. Dâimâ kendimize mahsus, kendimize hasredilmiş biliriz. Dâimâ onu nefsimizden ziyâde sever, nefsimizi uğruna fedâ ederiz…” diyen Nâmık Kemâl’in “Vatan Şarkısı” şiirindeki şu mısralarla noktalıyoruz:

Ecdâdımızın heybeti ma’rûf-u cihandır,

 Fıtrat değişir sanma bu kan yine o kandır…

Ve sözün bittiği yerde İlâhî kelâm başlar… Başta Çanakkale Şehitleri olmak üzere “Dîn ü devlet mülk ü millet” için hayatlarını fedâ eden, bayrağa kan, vatan can veren cümle şehit ve gâzilerimizin azîz ervâhı için el-Fâtiha…

                                                                                                              

Dr. Mehmet GÜNEŞ

 

[1] Tevbe, 9/40; *“Üzülme, şüphesiz ki Allah (c.c.) bizimle berâberdir.”

[2] Kâf, 50/19; *Kişinin rûhunu teslim etmeden önceki son hâli, ölüm sarhoşluğu, ölüm ânındaki ıstırap ve dalgınlık

[3] Orhan Şaik Gökyay, Bu Vatan Kimin

[4] Abdurrahim Karakoç, Kan Yazısı, Kan Yazısı, 10-11

[5]Yarbay Köprülü Şerif (İlden)’in hâtıralarında geçen; “Sarıkamış Harekâtı’nda, tam ‘90 bin’ askerimiz donarak öldü.” sözünün bir şehir efsânesi olarak dillere dolanması gibi, “Çanakkale Muharebelerinde ‘253 bin’ şehit verdik.”  ifâdesi de pek çok kişi tarafından devamlı olarak söylenen ve doğru olduğu zannedilen yanlış bir ifâdedir. Genelkurmay’ın yayımladığı bâzı kitaplarda farklı rakamlar verilmektedir. Çanakkale Deniz ve Kara Muharebeleri’nde toplam kaybımızın “210.000”, “218.000”  ya da “251.359” olduğu belirtilmektedir. Bu rakam, şehit olan Mehmetçiklerimizin toplam sayısı değildir. Genelkurmay Başkanlığı Askerî Tarih Araştırmaları Strateji Etütler Daire Başkanlığı (ATASE) tarafından yürütülen araştırmalarda, kara ve deniz muharebelerinde şehit düşen subay ve erlerimizin toplam sayısı “57.263” olarak resmî kayıtlara girmiştir.   “Kayıp” ve “şehit” sayıları arasında bu kadar büyük fark olmasının sebebi, kayıplarımıza; yaralananların, hastalananların, çevre illerdeki hastanelere kaldırılanların, sakatlananların, tebdîl-i hava alanların, kaybolanların,  esir düşenlerin ve askerden firâr edenlerin de bu sayıya dâhil edilmesindendir. Böylece ATASE arşivlerine göre  “toplam zâyiat” “208.022” kişidir.  Fakat bu sayının 210.000 ile 218.000 arsında olduğunu ifâde eden kaynaklar da mevcuttur. Hâsıl-ı kelâm bu umûmî zâyiat rakamı, şehit sayısına dönüştürülmüş, genel kayıp sayısı da  “250.000”  olarak yuvarlanmış, ya da daha sıklıkla kullanılan “253 bin şehit” olarak dillerde yer etmiş ve Çanakkale Savaşı’yla özdeşleşen bir galât-ı meşhur olarak zihinlere yerleşmiştir. Ancak şunu ifâde etmemiz gerekir ki, 259 gün süren ve çok kanlı geçen Çanakkale Kara Muharebelerinde Türk tarafının günlük ortalama zâyiatı 900 kişiyi bulmuştur. Bu mevzuda son olarak şunu da belirtmemiz gerekir ki, söz konusu vatan müdafaası ise sayılar hükümsüz kalır ve bu aziz milletin tamamı da  “dîn ü devlet, mülk ü millet” için canını fedâya etmeye her zaman ve her şartta hazırdır.  

Yazar
Mehmet GÜNEŞ

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen