Türkiye’de Milliyetçilik: Kökeni ve Güncel Cevapları

Türkiye’de milliyetçilik, hem güncel siyasi tartışmalarda, hem de daha derindeki siyasal süreçlerin oluşmasında en etkili eğilim olmuştur.  En soldan en sağa kadar bütün siyasi akımların içinde, farklı tonlarda ve dozlarda bir milliyetçilik mayası, en azından etki gücü vardır. Neredeyse bütün siyasi yapıların içinde temsil edilen milliyetçilik, Türkiye’nin pek çok meselesinde, kolay açıklamalar ve tepkiler için sık başvurulan ve çoğunlukla başarıyla işleyen şablonları da sağlar. Milliyetçilik, Türkiye’nin kolektif bilinçaltına işlemiş bazı şartlı reflekslerle güncel sorunlara ilişkin tepkileri harekete geçirir, yönlendirir. Siyasi belirleyiciliği en yüksek eğilim olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Milliyetçilik, toplumsal reaksiyonları hızlandırır ve yaygınlık kazandırabilir; kimlikler etrafında hızlı toplanmalar, güç konsolidasyonu ve eylem motivasyonları yaratabilir. Milliyetçiliğin sembolleri, basit sloganları ama en önemlisi eleştirilmezlik zırhı, onu en kolay siyasi kimlik ve en risksiz politik pozisyon haline getirir. Yeterince milliyetçi olmadığı için hemen herkes eleştirilirken, milliyetçilik genellikle bir eleştiri konusu yapılmaz, neredeyse bütün ülkenin paylaştığı ortak ve dokunulmaz bir siyasi eğilim gibi muamele görür. Milliyetçi hassasiyetleri bütün siyasi aktörler dikkate alır. Milliyetçi partiler veya liderler yaptıkları dolayısıyla eleştirilebilir ama milliyetçilik asla.

Türkiye’de milliyetçiliğin hem geleneksel, hem de güncel olarak siyasetin en belirleyici eğilimi, en derine nüfuz etmiş ideoloji olması, günümüzde karşılık geldiği ihtiyaçlarla, yaygın küresel trendle ilgili olduğu kadar, doğuşunu ve gelişmesini sağlayan kökleriyle de ilgili. Türkiye’deki milliyetçiliğin, dünyada yükselmekte olan yeni sağ popülizm ve milliyetçiliklerle birçok benzerlikleri yanında, bazı farkları da bulunuyor. Milliyetçiliğin Türkiye’nin mevcut tablosundaki gücü ve nasıl siyasi sonuçlar üretebileceği üzerine tartışmak için, ona karakteristik özelliklerini kazandıran kaynaklarına kısaca değinmek yararlı olacaktır. Çünkü, etki gücü ve yönü büyük ölçüde kuruluş karakterinde yatıyor.

Geç millet, gecikmiş milliyetçilik

Öncelikle, Türkiye’deki milliyetçiliğin Batı (Avrupa) örneklerine göre geç gelişmiş milletleşme ve milliyet bilinciyle şekillendiğini söylemek gerekir. Milliyetçi partiler (MHP) ve Türkçülerin şiddetle reddetmesine rağmen, Türk milliyetçiliği hayli geç bir milliyetçiliktir. Avrupa’da başlayan, ardından Slav halklarına ve Balkanlara yayılan milliyetçiliklere tepki olarak gelişmiştir. Dolayısıyla, reaksiyoner yönü çok baskın, çeşitli açılardan da geç kalmışlık kompleksleriyle kuşatılmış bir ruh halinin etkisindedir. Kurucu ideoloji olarak ortaya çıkan milliyetçiliklerden farklı olarak, bağımsızlaşma, inşa ve yükselme iddiasının değil de; yenilgi, endişe ve savunma ikliminin izlerini taşır.

19. Yüzyıl sonu ve 20. Yüzyıl başında Osmanlı İmparatorluğu’nun “beka” (varlık-yokluk) meselesi aciliyet kazanmıştı. Osmanlı aydınları arasında tartışılan kurtuluş reçetelerinden biri milliyetçilik olarak öne çıktı, diğerleri de; Batıcılık, Osmanlıcılık ve İslamcılık. Meşrutiyet döneminde iktidarda olan İttihat ve Terakki Partisi çevresinde destek bulan milliyetçilik, Turan ülküsü (Dünyadaki bütün Türkleri tek bayrak altında toplamak) gibi aksiyoner heveslerle ilişkisine rağmen, aslında bir savunma ideolojisiydi. İsyanlarla  önemli tehdit haline gelen milliyetçiliklere, karşı milliyetçilikle cevap verme düşüncesi, Ermeni tehcirine uzanacak ve yenilgiyle sonuçlanacak 1. Dünya savaşındaki pozisyonunu da büyük ölçüde belirledi.  

Türk milliyetçiliğini bir aydın hareketi olmaktan çıkartıp devletin savunma ideolojisine dönüştüren, savaş şartları ve ağır yenilgi psikolojisiydi. Bugün milliyetçiliğin çok sık müracaat ettiği “beka davası” argümanı ve Batı karşıtlığı da, bu güçlü travmanın sonucudur. Milliyetçiliğin kolay kullandığı ötekileştirme, kutuplaştırma temaları olan; dış tehditler, daimi düşmanlar, içerdeki işbirlikçiler ve vatan hainleri söylemi, bu travmanın kalıcılaşan etkileri sayesinde güncellenebilmektedir. Milli kimlik inşası konusundaki geç kalmışlık hissi, Batı ile bilimsel, teknolojik ve ekonomik gelişmişlik farkının komplekslerini de tetikler. Bu hissiyat, kıskançlık ile geçmişin abartılmış nostaljisi arasında gidip gelir. 

Cumhuriyetin harcında milliyetçilik

Osmanlı İmparatorluğu’nun savunma ideolojisi olan milliyetçilik, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş harcının da önemli bir bileşenidir. Milli Kurtuluş Savaşı’nın ihtiyaç duyduğu direnme enerjisi ve daha sonra inşa edilecek milli devletin gereksindiği motivasyon için yine milliyetçiliğe başvurulmuştur. Osmanlı bakiyesi üzerinde bir ulus devlet kurmak için önce bir millet yaratmak gerekiyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrolarının Batı medeniyetiyle buluşma hedefi ve seküler Cumhuriyet idealinin müslüman çoğunlukla yaşayacağı gerilimlere set çekebilmek için en güvenilir siyasi sığınak milliyetçilik oldu. Süreç içerisinde, rıza alanını daraltan soy Türkçü eğilimler marjinalize edilerek uzaklaştırıldı.                                                                               

Cumhuriyetin neredeyse baştan kurulan ekonomik örgütlenmesinde de, ideolojik materyal büyük ölçüde milliyetçilikten tedarik edildi. 6 – 7 Eylül 1955’de olduğu gibi, gayrimüslim nüfusa karşı tasfiye hamleleriyle sermayenin millileştirilmesi, milliyetçi provokasyonlar eşliğinde yapıldı, kalkınma motivasyonu da buradan sağlandı. Kürt isyanları, yüzyılın ortalarında Avrupa’da yeniden sert esen milliyetçilik rüzgarları, soğuk savaş konjonktürüyle öne çıkartılan Rusya tehlikesi ve özellikle Kıbrıs meselesiyle tazelenen Batıdan “dışlanmışlık” hissi gibi pek çok faktör de, “beka kaygısını” hatırlatarak milliyetçiliği besledi. Milliyetçilik kurucu enerji üretmesine rağmen savunma refleksleriyle ilişkisi devam eden resmi ideoloji haline geldi.

Çok partili hayata geçildikten sonra oluşan sağ popülist çizginin “millet” ve “milli irade” vurgusundaki Sünni -Türk çoğunluğun ağırlığı, milliyetçiliğin popülerleşerek tabana yayılmasını sağladı. 60’lı ve 70’li yıllarda anti-komünizmin bayraktarlığına soyunan milliyetçilik, dindar muhafazakar damarla kültürel temas kurdu. Cumhurbaşkanı ve AKP lideri Tayyip Erdoğan’ın da sık  referans verdiği Necip Fazıl Kısakürek gibi agresif popülist sağ aydınlar milliyetçi-muhafazakar çoğunluğun gücünü dile getirdiler. Ancak Kemalist Cumhuriyetçiler açısından da milliyetçiliğin kullanışlılığı azalmadı: Kıbrıs meselesi gibi gelişmeler ve ardından sert gelen neoliberal dalga, ulusalcılığı tırmandırmaya devam etti. 12 Eylül 1980 askeri darbesinin Kürt politikası ve devamındaki uzun çatışma süreci resmi milliyetçilik tezlerini güncelledi.

Genel karakteri ve özgün halleri

Çok hızlı bir özetle aktarmaya çalıştığımız hikayesinden anlaşılacağı gibi, milliyetçiliğin toplumsal tehdit algısı ve ulusal endişelerle güçlü bağları var. Gelecek ve üstünlük iddiasını, geçmişin ihyası ve kültürel farklar gibi temaların dışına pek taşıyamayan milliyetçilik, yine de ağır komplekslere cevap üretebiliyor. Karşıtlıklıklar üzerinden zahmetsiz bir gurur veya bahane yaratabiliyor. Türkiye’nin kritik dönemeçlerinde farklı kesimlerce, farklı ihtiyaçlar için ve içeriği değiştirilerek kullanılmış olması, geniş bir temsil alanı yaratıyor. Ayrıca milliyetçilik, -her yerde olduğu gibi- Türkiye’nin güncel meselelerinde en kolay açıklamaları sağlayabildiği için de aşırı kullanışlı.

Türk milliyetçiliğinin travmatik bir yenilginin üzerinde şekillenmesi, tepkisel ve negatif motivasyon yükünü artırıyor. Farklı siyasi aktörlerce çeşitli dönemlerde denenen “pozitif milliyetçilik” gayretlerine rağmen siyasi gücü, iddialarından değil karşı olduklarından geliyor. Türk milliyetçiliğini, yabancı düşmanlığı dalgasıyla ayrıştıran bir yön de, düşman ve yabancı tarifi. Tarihsel ve coğrafi olarak bir göç ülkesi olan Türkiye’de, gelen yabancılardan çok, “tehlike oluşturan” yerliler (Ermeniler, Kürtler) yüzleşilmemiş bir mesele. Bu algıya paralel olarak, ülkenin daimi düşmanları tarafından kültürel olarak zehirlenmiş veya satın alınmış yerli işbirlikçileri olduğu, ülkenin kalabalık bir vatan haini nüfusu barındırdığı, yabancıların içeride olduğu fikri geniş kabul görüyor.

Türk milliyetçiliği, değişik dozlarda diğer partilerde de etkili olmakla birlikte, yaklaşık yarım yüzyıldır marka ismi taşıyan Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) tarafından temsil ediliyor. 1960 Askeri Darbesi’ni yapan ekipte yer alan Türkçü bir Albay Alparslan Türkeş tarafından kurulan parti, 70’li yıllardan itibaren etkili bir siyasi aktöre dönüştü. 70’li yıllarda merkez sağ ve İslamcı partilerle kurduğu Milliyetçi Cephe (MC) hükümetleri, 90’lı yılların başında yine İslamcı partilerle oluşturduğu Kutsal İttifak, 90’ların sonunda milliyetçiliğe daha yakın sol çizgideki Demokratik Sol Parti (DSP) ile kurduğu koalisyon ve son olarak AKP ile oluşturduğu Cumhur İttifakı. Bu kısa liste bile, MHP’nin ne kadar etkili bir siyasi partner olduğunu göstermeye yeter.

AKP’nin milliyetçilikle imtihanı

Türkiye’de milliyetçiliğin yeniden popülerleşmesi ve yüksek etki gücüne kavuşması açısından -büyük bölümü halen iktidarda olan AKP döneminde geçen- son yirmi yılın ilginç bir hikayesi var. Sağda ve solda milliyetçi partilerin oy patlaması yaptığı 1999 yılında kurulan DSP, MHP ve ANAP koalisyon hükümeti, ağırlıklı olarak AB ile ilişkiler ve özelleştirmeler dolayısıyla yaşanmakta olan siyasi sorunların ardından 2001 yılındaki ekonomik krizle son buldu. 2002 yılında yapılan seçimde de, İMF’nin hazırladığı ekonomik program ve AB ile ilişkiler konusunda dışa açık bir çizgi vadeden, İslamcı Milli Görüş hareketinden kopmuş ve kendisini müslüman demokrat olarak tanımlayan AKP tek başına iktidara geldi. 

Ekonomik program ve AB sürecine paralel olarak liberal kesimlerle yakınlaşan  AKP, sağdan ve soldan gelişen milliyetçi muhalefete karşı agresif sayılabilecek bir politika izledi. AKP lideri Erdoğan, milliyetçiliğe “ayaklar altına aldığını” söyleyecek kadar mesafe koydu. 2007 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçiminde yaşanan gerilimle başta ordu ve yargı olmak üzere bürokrasiyle sert bir iktidar mücadelesi başladı. AKP, İslam medeniyeti milliyetçiliğini, yayılmacılığını savunan Nurcu Fetullah Gülen Cemaati ile güçlü bir ittifak kurdu. Yeni Osmanlıcılık olarak ifade edilen ümmet milliyetçiliği inşa edilmeye çalışıldı. Devlet içindeki kadrolaşmasını hızlandıran Gülen Cemaati eliyle resmi devlet milliyetçiliğini temsil eden kadro ve kesimlere karşı geniş bir tasfiye operasyonu yürütüldü.

2008 dünya ekonomik kriziyle küresel ekonomik trend değişti. AB uyum sürecinin yavaşlaması ve yaşanan tıkanıklıklar, başta Ortadoğu olmak üzere dünyada değişmeye başlayan dengeler AKP iktidarını zorlamaya başladı. Gülen Cemaati ile girilen ittifakın kontrolden çıkmaya başlaması ve 2012 yılında İstanbul’da Gezi Parkı eylemleriyle güçlü bir sivil direnç potansiyelinin ortaya çıkması da, içerideki dengeleri bozdu. 2014’deki Cumhurbaşkanlığı seçiminde o zamana kadar Kürtlerle yürütülen müzakere politikasının bir getirisi olmadığını ve Gülen Cemaatiyle gerilimin de çatışmaya evrildiğini gören Erdoğan, kadim savunma ideolojisi olan ve kısa bir süre önce “ayaklar altına aldığını” söylediği milliyetçiliğe sığınmayı seçti. 

Sağlam kale milliyetçilik

7 Haziran 2015 yılında yapılan ve Erdoğan’ın 400 vekil kazanarak Başkanlık sisteminin yolunu açmayı planladığı seçimler, AKP’nin tek başına iktidarını kaybetmesiyle sonuçlandı. Kürtlerle yürütülen “çözüm sürecinden” vazgeçilmiş olmasına rağmen, Kürt hareketinin partisi HDP ve milliyetçi MHP ciddi oy artışı yakaladı. Erdoğan desteğini aradığı Kürtlerin oyunu kaybederken, milliyetçi muhalefetin de önemli bir tehdit haline geldiğine tanık oldu. Koalisyon görüşmelerini kilitleyen MHP’nin de yardımıyla yeniden seçim kararı alan Erdoğan, yerel direnişler örgütleyen Kürt hareketine karşı çok sert bir operasyon başlattı. 1 Kasım’daki seçimde milliyetçi oyları toplayarak kazanan Erdoğan, Suriye ve Irak politikalarını da yeni konsepte uyarladı.

Gülen Cemaatiyle yaşanan gerilim de, açık çatışmaya dönüşerek 2016 yılındaki 15 Temmuz askeri darbe girişimine uzanan yolda ilerledi. Aslında 2012-13 yıllarında yavaş bir manevrayla başlayan milliyetçiliğe dönüş stratejisi 2016’daki darbe girişimi sonrasında büyük İstanbul mitinginde resmileşti. MHP lideri Bahçeli’nin Başkanlık sistemine geçme önerisiyle yapılan 2017 Anayasa Referandumu da, AKP MHP ittifakının ilk seçimi oldu. Daha önce birbirlerine çok sert eleştirileri yöneltmiş olan AKP ve MHP’nin ortaklığı bu partilerin içinde de gerilimlere yol açtı. MHP içinde başlayan parti içi muhalefet, Meral Akşener’in liderliğinde ayrılarak daha merkez sağ bir çizgideki İyi Parti’yi kurdu.

AKP’nin iktidarının son beş yılına damgasını vuran milliyetçiliğe dönüş (sığınma) hamlesi, Türkiye’de milliyetçiliğin ortaya çıkış dinamikleriyle büyük benzerlikler taşıyor. Çünkü, zorlaşan iç ve dış konjonktür nedeniyle Türkiye’nin “beka davası” ile kendi iktidarının devamı arasında özdeşlik kuran AKP’nin güçlü bir savunma stratejisine ve bu motivasyonu taşıyacak ideolojik desteğe ihtiyacı vardı. Toplumsal kutuplaşmayı, büyüyen dış tehditleri, düşman ve hain tehlikesini tırmandırarak siyasi gücü konsolide edebilecek en güçlü ideolojik araç da milliyetçilikti. Milliyetçilik yine göreve çağırılıyordu ama bu sefer ülkenin değil iktidarın savunması için. Elbette MHP’nin temsil ettiği milliyetçiler, bunu yine ülke bekasının gereği olarak tarif ettiler

Güncel meselelere cevap

AKP ve MHP ittifakı, basit bir siyasi ortaklık olarak işlemedi. Öngörülenlerin aksine milliyetçilik, Erdoğan’ın pragmatik destek aparatı olmaktan çok daha etkin ve belirleyici hale geldi. İktidarın politikalarından, yeni kurulan yönetimin orta ve alt kademe kadrolarına kadar her alanda etkili oldu. Yine sanılanın aksine, milliyetçiliğe sığınma politikası, oyları AKP’ye taşımadığı gibi, milliyetçi oy tabanını genişletti.

Erdoğan’ın savunma stratejisi, elbette sadece iç politik ihtiyaçların ürünü değil. Türkiye’nin pek çok sorunu açısından milliyetçiliğin sağlayabildiği imkanlar var. Her şeyden önce, para ve pozisyon bolluğu olan dünya konjonktürü artık değişti. Batı ülkeleri başta olmak üzere alınan sorgusuz destek artık ne Türkiye için, ne de bundan çok faydalanmış olan AKP iktidarı için mümkün değil. Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye de, borçlanma üzerine kurulu birikim modeli krizinde. Bu yeni dengeye karşı gelişen tepkinin kontrolü / yönetilmesi ihtiyacı, milliyetçi otoriter tarzları yükseltiyor. Fakat, Türkiye gibi dışarıdan gelecek paraya ihtiyacı süren ülkelerde rest çekmeyi zorlaştıran mecburiyet ilişkisi ancak abartılı milliyetçi retorikle perdelenebiliyor. Ekonomik krizin bir dış ekonomik saldırı biçiminde tanımlanması da bu yüzden.

Benzer bir durum, Ortadoğu başta olmak üzere çeşitli dış politika meselelerinde de geçerli. Yeni Osmanlıcılık tezi üzerine kurulan Ortadoğu politikası büyük bir fiyaskoyla sonuçlandı. Çekingen Avrasyacılık üzerinden yürüyen Rusya ilişkileri de ağırlıkla Batı karşısındaki pazarlık imkanlarına dayanıyor. Türkiye’de bulunan çok sayıdaki Suriyeli sığınmacı da, benzer bir işlev görüyor. Fazla tutarlı olmayan, değişen dengelere göre pazarlık imkanları üzerine kurulmaya çalışılan bir dış politika, kolay gerekçeler üretmek için milliyetçi hamasete daha fazla ihtiyaç duyuyor. Daha önce işaret edilen kuvvetli tarihi kökleri olan Batı karşıtlığı da, bir pazarlık / bahane kartı olarak işlev görüyor. Tıpkı, kamuoyunu yönetmek ve kurulmuş kamuoyuna yaslanarak bahane üretmek için İslamofobi ya da yabancı düşmanlığı anahtarının Avrupa’da kullanılması gibi.

İlk Yayımlandığı yer: 

Türkiye’de milliyetçilik: Kökeni ve güncel cevapları | Heinrich Böll Stiftung | Niwêneriya Tirkiyeyê (boell.org)

Yazar
Yahya Kemal CAN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen