Ülkücülük, Türk Milliyetçiliği ve İslam

“Ülkücü Hareketin İslamlaşma Süreci”, “Türk-İslam Sentezi/Ülküsü”, “gerçek Türk Müslümanlığı Alevilik” ve benzeri konular milliyetçi camiada değişmez gündem maddeleridir. Türk milliyetçiliği ve ülkücülük bu tartışmalar içinde bir uçtan diğer uca savrulan, birbirinden zıt konumlara yerleştirilir. Bu makalenin yazılış sebebi, bu kavramları ve konuları bütün boyutları ile analiz etmek değil genel hatlarıyla Ülkücü Türk milliyetçiliği içinde İslam’ın konumlandırılması konusuna bazı başlıklar üzerinden dokunarak çözümlemektir.

Önce şu tespitimizi yapalım; ülkücü Türk milliyetçiliği söz konusu olduğunda, bizde bolca bulunan “ağabeylerin” her birinin kendi düşünce ve yaşam biçimlerini “ülkücülük” olarak sunduğu ve bütün sorunlarımızın tek çözüm yolu olarak da bu ülkücülüğü gördüğü bir camiada, herkesin üzerinde mutabık kaldığı ilkelerden bahsetmek nahoş bir beklenti olabilir. Belki de şimdilik bu mutabakata ihtiyaç da yoktur.

Bugün geldiğimiz noktada, özellikle AKP’nin iktidar olduğu ve dinbazlık hegemonyasını güçlendirmesine bağlı olarak geliştirilen tepkilerin genel olarak dine değil ama İslam’a yönelik bir karşıtlık düzeyinde tezahür ettiğini görüyoruz. Kimi Budunculuk, Şamanizm gibi kavramları öne çıkararak bir karşıtlık sergilerken; kimi de İslam’ın yanlış yorumlandığı yönünde bir gelişim sergiliyor. Kısacası, AKP’ye olan tepkinin bir anlamda İslam’a bir tepkiye dönüştüğü görülüyor.

Bu genel tepki, toplumun farklı siyasal kulvarlarında yer alan kişi ve grupların geliştirdiği bir tutumken ülkücü Türk milliyetçilerinde de benzer bir tepkiselliğe şahit oluyoruz. Bu tepki sahiplerine göre, milliyetçilik 1970’lerde Menzil gibi tarikatlara girilmesi, “Davamız İslam”, “Hedef Turan Rehber Kuran” gibi bir İslamî söylemlerin ortaya çıkması ile farklı bir istikamete yönelmeye başlamıştır. Ülkücülük gittikçe İslamcılaşmıştır. Oysa bu görüş bir anakronik tutumdur. Toplumdaki sosyolojik değişmeyi gözlemleyememenin ve salt ideolojik bir tepkinin ürünüdür.

Bu metni okurken ülkücüler arasında, ülkücülüğün ve milliyetçiliğin özdeş olarak kullanılageldiğini ve bunun yanlış bir kullanım olduğunun bilinmesi gerektiği göz önünde tutulmalıdır. Türk milliyetçiliğinin siyasal parti düzeyinde örgütlenmesi ve Türkeş tarafından Dokuz Işık Doktrini’nin yayımlanması ile birlikte, ülkücülük sistematik bir fikir haline gelmeye başlamış ve popülerleşmiştir. Ayrıca, milliyetçilerin başat sıfatı da olmuştur. Dokuz Işık’ta bu iki kavram farklı içeriklerle farklı kategorileştirmelerde yer almıştır. Zamanla da özdeşleştirmeye gidilmiştir. Mesela Dokuz Işık’ta yer alan “Her Türk milliyetçisi mutlaka ülkücü olacaktır ve ülküsü bulunacaktır” önermesi, Türk milliyetçiliği ve ülkücülük arasındaki kategorik farklılığı vurgulaması açısından dikkat çekicidir. Ülkücülük, Türk milliyetçiliğine bağlı olarak kendini ifade eder. Fakat milliyetçiliği kendinden ibaret görmez. Bütün Türk toplumunun milliyetçiliğe içkin doğası gerçeğinden hareketle diyebiliriz ki, ülkücü Türk milliyetçiliği -genel Türk milliyetçiliğine göre- daha entelektüel, ince, işlenmiş, geliştirilmiş, Türkiye’nin politik, ekonomik, kültürel, felsefî, sanatsal vb. yaşam alanlarında özgün bir yaklaşım ve anlam yaratan bir milliyetçilik yorumudur. Bu sebeple burada “ülkücü Türk milliyetçiliği” kavramlaştırması önerilmektedir. Ülkücü Türk milliyetçiliği aynı zamanda genel Türk milliyetçiliğinin, yâni “genel/herkesin milliyetçiliğinin” eşik derecesinin de yükseltilmesine katkı sağlayacaktır. 1

Din ve milliyetçilik sıkı ilişki içindedir. Bu ilişki hem tarihî hem de sosyo-kültürel alanda görünürlük kazanır. Etnik kimliği ifade eden unsurların varlığı insanlık kadar eskidir denilebilir. Modern anlamda millî kimliklerin doğuşunda Katolikliğin evrensel ve kozmopolit uygulamalarına bir tepki olarak zuhur eden Protestanlık hareketlerinin büyük rol oynadığı bilinir. Protestan hareketlerinin her birinin Katolik kilisesinden ayrılarak her devletin kendi kilisesini teşkil etmesi, aynı zamanda millî kimliğin inşasının da başlangıcıdır. Bu sebeple din ve milliyetçilik kökenleri ayrılmaz ölçüde bir ilişki gösterir. Zamanla ikisi arasındaki güçlü bağımlılık taşıyan kurumsal organik bağ kopmuşsa da karşılıklı etkinin kalktığını söylemek mümkün değildir. Sadece ilişki biçimi değişmiştir.

Müslüman toplumlarda kilise ve ruhban sınıfı gibi kurumsal bir din özelliği göstermese de devletin dini kendi kontrolünde tuttuğu bilinmektedir. Bu özelliği de din, toplum ve kültür arasındaki özdeşlik ilişkisinin kurulmasını kolaylaştırmıştır. Modern dönemde İslam, Müslüman halkların milliyetçiliğinin gelişmesinde ana belirleyici rolü görmüştür. Bu tespit, özellikle Türkler için geçerlidir. İlk sistematik Türk düşünürü ve milliyetçisi Ziya Gökalp’te “Türkleşmek, İslamlaşmak, Çağdaşlaşmak” üçlemesi en yaygın fikir formudur. Hüseyinzade’den bu fikirlerin etkilenilmiş olması, farklı mezheplere sahip Türk topluluklarının toplumsal dinamiklerinde dinin belirleyiciliğini gösterir. Konuyu bir fikir vermesi açısından ele aldığımız için ayrıntılarına girmeye gerek görmüyoruz. Fikrî sürekliliğin sonraki milliyetçi aydınlarımız tarafından işlenerek geliştirildiğini söylemek yeterlidir: İbrahim Kafesoğlu, Erol Güngör, Osman Turan, Ahmet Arvasi, Nevzat Kösoğlu, Durmuş Hocaoğlu, Yılmaz Özakpınar vs. Bu entelektüel gelenek, Türk milliyetçiliğinin dinden bağımsız olmadığını açıkça gösterir. Milliyetçi düşüncenin laik, muhafazakar bütün halkalarında din/İslam önemli bir konumda yer alır.

Bu durumda Türk milliyetçiliği ve İslam ilişkisi elbette eleştiri konusu olabilir. Fakat dikkat edilmesi gereken nokta bu eleştiriler yapılırken kendi durduğu zaviyeyi tek hakikat olarak milliyetçiliğin duruşuna ikame etmeye kalkışmamak, diğerlerini dışlamamaktır. Niçin din içinde veya dışında kalınması gerektiği bilimsel bir zeminde izah edilerek tartışmaya katkıda bulunulabilir. Toplum nezdinde kabul edilirse, zaten aslî mecrasını bulacaktır. İlke olarak asla dayatmacı ve tek hakikatçi olmamak kaydıyla… Benim görüşüm kabul edilmezse, bu hareket hep zayıf olacak gibi ben-merkezci bir yaklaşım sorun çözücü değil sorun yaratıcıdır.

Öncelikle vurgulamamız gereken, milliyetçiliğin yüzyıllar boyunca sabit bir tutum ve tavır sahibi, değişmez özlere sahip bir ideoloji olmadığıdır. Bununla ifade etmeye çalıştığımız, toplumun değişmesine bağlı olarak buna dayanan milliyetçiliğin de değiştiği ve kendini geliştirdiğidir. Zaten 100 yıl önceki tutum ve yaklaşımların bugünkü ile aynı olduğunu düşünmek mümkün değildir. Ulus-devletlerin ve millet olgularının da Charles Tilly’in gösterdiği gibi bin yıllık bir sürece dayandığını düşünürsek; gerek ulus-devletin gerekse milletin bir kerede oluşmadığı; içeriği, sınırları, işlevi belirlenmiş bir yapı olmadığı görülmektedir.

Ülkücülük, siyasal bir kimliktir. İslam bir dindir ve öngördüğü kimlik dinî bir kimliktir. Milliyetçilik, toplumsal ve kültürel bir kimliktir. Siyasal veçhesi de güçlüdür. Ülkücülük, milliyetçilik ve İslamın ilişki biçimini kendi kategorileri bağlamında değerlendirmek gerekmektedir. Aralarındaki ilişkinin mahiyeti ve hiyerarşik yapısı, varoluş koşulları ve doğallıkları ile doğrudan bağlantılıdır. Din bir inançtır, yani iman meselesidir. Siyasal kimlik ve toplumsal kimlik ise “bilme-öğrenme” merkezli, yani sonradan kazanılan bir kimliktir. Her iki kimlik de bireyi ve toplumu etkileme ve şekillendirme gücü bakımından çok farklı özellikler gösterir. Din, evrensel unsurlar içerirken; siyasal kimlik yerele-tikele vurgu yapar.

İslam ile Ülkücülük arasında nasıl bir ilişki vardır?

Elbette toplumsal ve siyasal kurumlar üzerinde herhangi bir değişkenin etkisinden bahsederken hangi dönemde nasıl ve ne oranda bir etkinin ortaya çıktığını ölçecek bir araştırma mevcut değil. Fakat gerek ülkücü aydınların ve gerekse ülkücülüğü temsil eden kurum ve kuruluşların politikalarına bakarak bunu tespit edebiliriz. Şu yargıda bulunabiliriz ki dinin ülkücülük üzerine etkisi tarihin doğal süreci içerisinde, yani dönem bazında değişebilmektedir. Dinin toplum nezdindeki gelişim ve görünürlüğü de bu etkide belirleyici olabilmektedir. Toplumsal ve kültürel değişme siyasal yapıyı etkilediği oranda, ülkücülüğün de bu etkiden beslenmesi beklenir. Başka bir ifade ile, ülkücü düşüncenin sosyo-politik ve kültürel değerlerine yapılan vurgunun rengi, zamanın koşullarına göre farklı biçimlerde farklı derecelerde etkilenir.

Her zaman diliminde, bireyin belirli kimlikleri öne çıkabilir. Bu toplumsal değişime bağlı olduğu gibi küresel konjonktüre de bağlı olarak öne çıkar. İslam/din post-modern dönem olarak tanımlanan zaman diliminde bir görünürlük kazanırken, siyasal ve kültürel kurumların da bundan muaf olması mümkün değildir. Bireyi kuşatan kimlik kategorilerinin kendi sınırlarını ihlal ederek başka bir kimliğin yerine geçmesi mümkün değildir. Yani hiçbir siyasal kimlik, din; hiçbir din de siyasal kimlik olarak ikame edilemez. Uluslararası ve jeopolitik konjonktür bazen dinî bazen de millî duyguları ve kimliği öne çıkarabilir. İslamcı FETÖ’nün darbe teşebbüsü veya Suriye’ye yönelik askeri operasyonların toplumdaki devletçi ve millî kimliği öne çıkarması gibi.

Ülkücülük ve özellikle Türk milliyetçiliği mensupları farklı dinlere ve etnik gruplara bağlı olabildiği gibi aynı dinî inançları farklı pratiklerle hayata geçirebilir. Kimi beş vakit namazını kılarken, kimi sadece Cuma’yı eda edebilir. Kimi tarikatlarda yer alırken, kimi tarikat karşıtı olarak kendini konumlayabilir. Bütün bu tavır alış biçimler, siyasî bir kimlik olarak ülkücülüğün dışındadır. Bunun yanında, dinin siyasal alanda ve ekonomik çıkar sağlama açısından bir araç olarak kullanımına karşı tavır koyabilir. Türk milletinin kültürel bünyesine uygun bir din yaklaşımını benimseyerek savunabilir. Fakat bir yaklaşımın kabulü için empoze etmez, dışlamaz.

Din merkezli olarak siyasal kimliği biçimlendirmeye çalışmaz. Kendi dini yaşantısı ülkücülüğünün belirleyicisi değildir. İslam evrenseldir; bütün insanlığa gönderilmiştir. Türk milliyetçiliği evrensel değildir. Fakat toplumların dil, renk, din gibi farklılıkları da Allah’ın ayetlerindendir. Bu farklılıklar da tarihsel ve sosyolojik bir farklılıklar olgusunu ortaya koyar. Bu olgunun İslam’ın tutum, tavır ve davranışlarında da tezahür etmesi doğal bir gelişimdir. İslam’ın bireysel olarak “günahı da sevabı da kendine” deyişiyle ifade edilen sorumluluk sınırından dolayı diyebiliriz ki herkesin üzerinde ittifak ettiği bir din görüşü, yaklaşım biçimi, yaşam biçimi söz konusu olamaz.

Genel olarak din, dünyada, başta Katolik dünyası olmak üzere her zaman siyasetle içli dışlı olmuş ve dinin inanç sistemini dahi belirlemiştir. Günahlarının affı ve cennetteki yerleri karşılığında kiliseye ödenen para ile alınan bir belge olan Endüljans gibi… Elbette İslam da bu niteliğinden azade değildi. Daha Peygamberimizin vefatı ile başlayan ve bugün Alevi, Sünni bölünmesinin köklerini başlatan tartışma siyasaldır. Din bir inanç ve iman meselesi olmaktan çıkarak siyasetin bir parçası, eylemlerin ve politikaların meşrulaştırıcısı haline gelmiştir. Dinin dili, siyasetin dili haline gelmiştir.

Ülkücülüğün İslamlaşması

Dinin, ülkücü hareket içindeki varlığına hem karşı olanlar hem de savunanlar, sonuçta bir “ülkücülüğün İslamlaşması” olgusundan bahseder. Bu sebeple bu konuyu kısaca çözümlemek icap eder. Ülkücüleri “ülkücü” kavramından hareketle sosyo-kültürel açıdan türdeş bir siyasal hareket olarak düşünmek, bu noktada yanlış bir hareket noktasıdır. Önce bu durumu tespit edelim. “Ülkücülüğün İslamlaşması” olayı ülkücülüğün ilk ortaya çıktığı zaman dilimini kapsamaktadır. Daha doğrusu bu tartışma, sözü edilen zaman dilimi üzerinden yürütülmektedir. Ülkücülük, MHP’nin tarih sahnesine çıkışını esas alırsak, 1970’lerde daha yeni doğmuş bir siyasal harekettir ve ülkücülüğün İslamlaşmasından ziyade kendi kimliğini inşa etme ve sınırlarını çizme sürecinden bahsetmek daha uygun olur. İslamlaşma kavramıyla ifade edilen süreç, genellikle Müslüman olmayan toplumlarda geçerli bir kavram olmakla birlikte, buradaki kullanılışı, ülkücülerin Müslümanlığa yaptığı vurgunun artışı şeklinde okunabilir.

Eleştiri konusu ülkücülüğü MHP ile başlatırsak, bürokrasideki radikal/katı laisist zümrenin İslam karşıtı uygulamaları ve söylemleri yanında, Marksistlerin İslam veya daha genel anlamada din düşmanlığının/karşıtlığının bir tezahürü olarak ülkücülerin dine bakışının şekillendiğini söyleyebiliriz. Siyasal ve toplumsal hayatı kontrol mekanizmalarını ellerinde bulunduran bu İslam karşıtı gruplar karşısında, dinin toplum/Türk milleti için önemini vurgulamak zorunluluğu vardı. Fakat bu önem, kozmopolit İslamcılardaki gibi bir İslam’ın politikleştirilmesi konumunda olmamıştır. Çünkü rahmetli Türkeş’in sık sık dile getirdiği “bizim İslam’ı yaymak gibi amacımız yoktur” uyarısı, ülkücü Türk milliyetçiliğinin rasyonel temellere dayandırılmak istendiğinin bir göstergesidir. Elbette bunun sosyolojik bir takım açıklaması vardır. Modernleşmenin bir sonucu olarak kentleşmenin sebep olduğu yalnızlık duygusunun ve yıkılan geleneksel kimliğin yüzeysel bir düzeyde de olsa İslamî görüntüye sahip gruplarla ikame edilmesi, belki de içinde yaşanılan zaman dilimine uygundur. Dini içerikli uranların (sloganların) atılması veya İslamî tonu ağırlıklı bir söylem kullanılması, ülkücü bireylerin İslamî bir yaşam biçimine sahip bulunduğunu veya ülkücülüğün İslamlaştığını göstermez.

Sonuç olarak, Türk milliyetçiliği nihayetinde Türk milletine dayanır. Türk milletinin de bir dini vardır ve kimse buna kayıtsız kalamaz. Din toplumun kültürünün sıradan bir unsuru olmaktan ziyade, ana bileşenidir. Tarih boyunca bu böyle olmuştur. Bugün İslam’ın milliyetçi düşüncedeki konumunu olumsuz ve ülkedeki sorunların ana kaynağı olarak gören yaklaşımı kabul etmemiz mümkün değildir. Sorun İslam değil, zaman zaman egemen olan din politikalarıdır. Bu ikisi arasındaki farkı da ayırt edebilmemiz gerekir. Dönem sorunlarının Türk milliyetçiliğinin ana gelişim çizgisini sekteye uğratıcı bir rol oynamasına izin verilmemelidir.

Ülkücülük, siyasal bir kimlik olarak toplumun bütün sınıf, aidiyet ve statülerini kapsamak zorundadır. Bu sebeple ülkücülüğün İslam ile özdeşliği gibi bir tasavvur, Türk milletinin bütününü kapsama iddiasının da iptali anlamına gelir. Ülkücü birey, yaşam dünyasında herhangi bir değer ekseninde kendi varlığını sürdürebilir fakat kendi yaşam biçimini ülkücülük olarak sunmak siyasal bir kimliğin bütüncüllüğü açısından tezat teşkil eder.

 Dipnot

[1] Bu kavramsal ayrımlaştırma konusundaki bir çalışmam için bkz: “Ülkücü Türk Milliyetçiliği Üzerine Tartışmalar”, Düş ve Düşünce Dergisi, Sayı:3, Kasım 2015, s. 92-104

İLK YAYIMLANDIĞI YER:

https://millidusunce.com/misak/ulkuculuk-turk-milliyetciligi-ve-islam/

Yazar
İkbal VURUCU

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen