Türkiye’de Kültürel İktidarın İdeolojik Ötekisi: Milliyetçilik


Doç. Dr. Gökberk Yücel
Amasya Üniversitesi, Merzifon İ.İ.B.F., Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü.


Doç. Dr. Yusuf Ziya Bölükbaşı
Anadolu Üniversitesi, İ.İ.B.F., Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü.

Giriş: Kuramsal ve Metodolojik Çerçeve

Milliyet sosyolojisi, bir kimliğe ait olmanın sonucu olarak oluşmuştur. Nitekim biyolojik olarak yetersiz doğan insanoğlu, varlığını ve varlığını oluşturan bütün değer ve kıymetlerini koru­manın yolunu örgütlü ve bir arada yaşama formülüyle çözmeye çalışmıştır. Bir arada yaşama duygusu, doğal yaşamın bir sonu­cu olarak bir yere -mekân-; bir topluluğa -kimlik- ve biyogra­fik hikâyesinin toplamı olan fail/fiil ilişkisinin teşkil edeceği bir geçmişe -hafıza- ait olma zaruretini de beraberinde getirmekte­dir. Bu bağlamda milliyet sosyolojisi, insanlığın ulaştığı en üst sosyoloji olarak zuhur etmiştir.

Milliyet sosyolojisinin ideolojik bağlamını teşkil eden milli­yetçilikler, Ortodoks Marxizm tarafından kategorik olarak kötü ilan edilmiştir. Hatta Marxist düşünürlerden Eric Hobsbawn, mil­letlerin bir takım araçların kullanılması suretiyle icat edildiğini ifade etmiştir. Tıpkı din gibi, milliyet de sınıf şuurunun oluşma­sında ve proletaryanın -muhayyel- devriminde engel olarak görülmüş, yanlış bir bilinçlenme olarak telakki edilmiştir. Milliyet sosyolojisinin üstünde teşkil eden ve beynelmilel bir oluşuma delalet eden dini birliktelikler ya da sınıfsal birliktelikler, milli­yet sosyolojisi karşısında gerçekliğini muhafaza edememişlerdir. Bu bağlamda, milliyetçiliğin saldırganlığı ya da barışçıl olması, milliyetçiliğin ontolojik gerçekliğinin dışında ötekiyle kurduğu ilişki bağlamında değerlendirilmesi gereken bir bahistir. Zira ötekinden sürekli tehdit algılayan bir benlik, daha saldırgan ve güvenlik ikilemi içerisinde şekillenecektir. İsrail-Yahudi milli­yetçiliği, sahip olduğu etno-dinsel kimlik tasavvuru çerçevesinde “öteki”ye yüklediği olumsuz anlam ve saldırgan/tahammülsüz yaklaşımı bağlamında iyi bir örnektir. Buna mukabil; ötekine karşı her daim kendisini güçlü hisseden ya da ötekinden daha az tehdit algılayan benlik, dış dünyayı daha barışçıl değerlendire­cektir. Bu husus aynı zamanda fail/fiil ilişkisinin nasıl bir zemin­de teşkil ettiğinin de göstergesidir.

Türkiye’de milliyetçiliğe ilişkin okumaların daha çok siyasi alanda yoğunlaşması, iktidar-ideoloji ilişkisinde kültürel iktidar kavramının ıskalanmasına sebebiyet vermiştir. Dolayısıyla teorik düzeyden gündelik yaşantımıza kadar nüfuz eden kültürel ikti­darın hâkim dili, milliyetçiliğin telakkisinde de sorunlu bir alan oluşturmuştur. Bu husus, Türkiye’de milliyetçiliği, “şuursuzca yükseliyor ya da demokratikleşme arttıkça milliyetçiliğe duyulan ihtiyaç azalıyor” gibi değerlendirmelere hapsetmektedir. Diğerbir tabirle milliyetçilik, enfekte olan vücudun verdiği savaş ya da acil durumlarda hortlayan hayalet benzetmeleriyle akademiden medyaya geniş bir yelpazede servis edilmektedir. Bu minvalde, milliyetçiliğin ontolojisine ilişkin değerlendirmeler kendi bağla­mından azade, “geçici durum, acil ve orantısız müdahale” şek­linde olgu yanılmasını ve algı manipülasyonunu içermektedir. Bu çalışmanın amacı, Türk milliyetçiliğindeki hâkim literatür ile kültürel iktidar arasındaki ilişkinin genel fotoğrafını çekmektir. Türkiye’de kültürel iktidarın, milliyetçiliğe ilişkin ontolojik bir karşıtlık içerisinde olduğu ve bu minvalde milliyetçiliğin termi­nolojisini kavramsal anakronizme ve bilinçli manipülasyona uğ­rattığı, çalışmanın ana varsayımıdır. Lakin, Türk milliyetçiliğine ilişkin bu incelemenin böyle bir çalışmada bütün hatlarıyla orta­ya koyulması mümkün değildir. Bu noktada, çalışmanın bir diğer amacı da akademide Türk milliyetçiliği konusundaki hâkim lite­ratüre ilişkin sorgulamanın yapılmasının kapılarını açmaktır. tir.

Fransız usulü laik bir düzeni amaçlayan ve siyasal, toplumsal ve kamusal-kültürel alanlarda İslam’ı dışarıda bırakan bu ideoloji­ninadı ise Kemalizm olmuştur. 

Türk Milliyetçiliğinde Hegemonik Güç: Resmi İdeoloji ve

“Benim” Milliyetçiliğim

Milliyetçilik, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ideolojisidir. Millî Mücadele sürecinde parçalanarak işgal edilen ülkenin is­tiklale kavuşmasındaki itici güç milliyetçilik olmuştur. Erken cumhuriyet döneminde milliyetçilik, Batıdaki muadilleri gibi bir ulus devlet kurma ve modern bir millet inşa etmek adına araçsal- laştırılmıştır. Bu noktada milliyetçilik, muasır medeniyetler se­viyesine ulaşma doğrultusunda medeniyetçilikle eklemlenmiştir (Durgun, 2010). Osmanlı son döneminde sivil bir zeminde or­tayaçıkan milliyetçilik, erken cumhuriyet döneminin özellikle 1930lu yıllarında devlet merkezli ve siyasal iktidarın kontrolün­de bir sürece evirilmiştir. Bu süreç, Türkiye’de milliyetçiliğin sivil zeminini tahrip ederken, resmî ideolojinin tarih, kültür, coğ­rafya ve siyasi konsepti bağlamında Türk milliyetçiliği üzerinde hegemonik bir güç elde etmesiyle neticelenmiştir.

1931 yılında Türk Ocakları’nın kapatılmasıyla beraber Türk Milliyetçiliğinin son sivil damarı da kesilmiştir. Bu tarihten sonra Türk Milliyetçiliği, siyasi olarak Halk Fırkası, kültürel olarak da Halkevleri’nin mutfağında hazırlanmış ve topluma servis edil­miştir. Bu doğrultuda resmi milliyetçiliğin ideolojik saikleri üç başlıkta toplanabilir. Bunlardan birincisi; yeni bir kimlik inşasını ön gören tarih yazımı ve coğrafya tasavvuru. İkincisi; inşa edilen kimliğin kültürel kodlarının yeniden belirlenmesi noktasında kültürel dönüşüm. Üçüncüsü ise, alternatif olarak ortaya çıkan milliyetçiliklere karşı resmî ideolojinin otoriter karakterinin be­lirginleşmesidir.

Tarih Yazımı ve Coğrafya Tasavvuru: Kadim Anadolu

Erken cumhuriyet dönemi tarih yazımı ile coğrafya tasavvu­ru birbirini tamamlayan iki unsur olarak milli kimliğin inşasında belirleyici rol üstlenmiştir. Tarih yazımı, Türk kimliğinin miladı, teşkili ve geleceği noktasında üzerinde durulan ana konulardan bir tanesi olmuştur. Osmanlı’dan devralınan toplum yapısı, hızlı bir şekilde dönüştürülmek ve yeni medeniyet merhalesine inti­bakettirilmek istenilmiştir. Gerçekleştirilmek istenen dönüşüm, Türklüğün bir ulus kimliği olmasıyla beraber medeniyet kimliği haline dönüşmesi amacını da taşımıştır. Bu noktada negatif tarih yazımı pozitif gelecek inşası düsturunca, Türk tarih yazımının ana hatları 1932 ve 1937’de gerçekleştirilen tarih kongreleriyle ortaya konulmuştur.

Türk tarih yazımı temel olarak iki zemin üzerinde şekillen­miştir. Bunlardan birincisi, Osmanlı devirlerinin parantez içine alınarak devrin aktörlerinin devr-i sabık ilan edilmesidir. Bu an­layış, resmi milliyetçiliğin de sınırlarını belirlemiştir. Öncelikle İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ideolojik kodlarından birini oluş­turan Turancılık, Osmanlı Devleti’nin yıkımına sebebiyet veren maceraperest, hayali ve tehlikeli bir ideal olarak ötekileştirilmiş- tir. Türk Milliyetçiliğinin revizyonist ya da irredantist karakteri­niyansıttığı ve ülkeyi felakete götüreceği düşüncesi bağlamında Turancılık, resmi milliyetçiliğin her daim ideolojik ötekisi ola­rakkabul edilmiştir. İttihat ve Terakki dönemine dair diğer bir negatif tarih yazımı Enver Paşa’nın şahsı üzerinden yaşanmıştır. Bu doğrultuda Enver Paşa, “Alman hayranlığı” münasebetiyle devleti savaşa sokan ve Sarıkamış Harekâtı’nda 90 Bin askerin donarak şehit olmasına sebebiyet veren aktör olarak ilan edil­miştir. Enver Paşa’ya ilişkin bu suçlamalar, İstiklal Harbi esna­sında ortaya çıkmıştır. Şerif İlden’in Akşam gazetesinde yer alan Sarıkamış[1] yazı dizisi, Cihan Harbi’nin başarısız noktalarının ön plana çıkarılması ve bu başarısızlığın temel müsebbibin İttihat ve Terakki’nin lider kadrosunu olduğu tezini de güçlendirecek bir kül olarak kabul edilmiştir. Bu hususta Kazım Karabekir Paşa, “İstiklal Harbi’nde Enver Paşa ve İttihat ve Terakki Erkanı” ad­lı kitabında, Mustafa Kemal Paşa’nın olası bir başarısızlığında Enver Paşa’nın Anadolu mücadelesinin başına geçeceği söy­lentileriüzerine, bu girişimi engellemek adına Enver Paşa’yla alakalı lazım gelen tedbirlerin nasıl alındığını dönemin yazışma­larıyla anlatmıştır.2 İttihat ve Terakki Cemiyeti dışında, Osmanlı Hanedanlığı ve Osmanlı yönetim şekli/anlayışı da negatif tarih yazımına maruz kalmıştır. Aydınlanma düşüncesinin yarattığı atmosfer[2]doğrultusunda din, gerilemenin ve geç kalmışlığın temel faktörü olarak görülmüştür. Bu bağlamda cumhuriyet yönetimi, Orta Doğu, Balkanlar, Kuzey Afrika gibi Osmanlı hinterlandın­da olan coğrafyalardaki egemenlik iddialarından vazgeçmiştir. Nitekim 1924’te hilafetin kaldırılması, hem cumhuriyetin yeni­denyapılandırılması hem Türkiye üzerindeki dış baskıyı kırmak adına hem de ittihad-ı İslam gayesinden vazgeçmek noktasında kilit bir adım olmuştur.

Erken cumhuriyet dönemi tarih yazımındaki ikinci zemi­ni pozitif gelecek inşası oluşturmuştur. Pozitif gelecek inşası, Türk toplumuna medeniyet istikametinde yeniden bir özgüven kazandırmak ve Anadolu’daki Türk varlığını meşrulaştırmak amaçlarını ihtiva etmektedir. İnsanlığın başlangıcından itibaren medeniyeti inşa ve ihya eden Türk toplumunun, önündeki engel­lerkaldırıldığında neleri başarabileceği, tarihi referanslarla ispat edilmeye çalışılmıştır. Batı’daki felsefi ve ilmi terakkiye ilham olan Aydınlanma düşüncesinin olumlu hava, yerini pozitivist bi­lim anlayışının arkeolojik ve antropolojik saplantısına bırakmıştır. Özellikle arkeolojik ve antropolojik çalışmalar, Batı’da bilim iklimini şekillendiren unsurlardan olmuştur. Cumhuriyet döne­miTürk tarih yazımı da batıdaki bu gelişmelerden bağımsız ve münezzeh düşünülemez. Dolayısıyla 1932 ve 1937 yıllarında gerçekleştirilen tarih kongrelerinde, Türklerin atalarının Altay- Pamir bölgesinde “Alpin tipi” topluluklar olduğu ve Türk toplu- munun coğrafyanın diretmesiyle miladi devirler öncesinden ön Asya ve Anadolu’ya göç ederek “Alpin” atalarından miras aldı­ğı yetenekleriyle bu coğrafyalarda Sümer, Hitit medeniyetlerini kurduğu iddia edilmiştir (İnan, 1932; Galip, 1932).

Cumhuriyetin tarih yazımı, aynı zamanda coğrafya tasav­vurunun da iz düşümü niteliğindedir. Bu noktada TürkiyeCumhuriyeti Devleti’nin siyasal sınırları, tarihi ve kültürel yurt olarak da ispat edilmeye çalışılmıştır. Anadolu, modern- milli kimliğe ve devlete uygun biçimde ulusal bir “anayurt (patrie)” olarak telakki edilmiştir. Arkeoloji, pozitivist bilim anlayışına uygun olarak coğrafyanın yeniden tanımlanmasında merkezi bir yerde konumlandırılmıştır. Özellikle 1937 yılında tertip edilen tarih kongresinde, Anadolu coğrafyası Türk’e özgü ve Türk’ten mülhem bütün coğrafyalara medeniyeti yayan insanlığın kadimyurdu olarak telakki edilmiştir. Bu kadim yurtta medeniyete ön­cülük eden millet ise, tarihin miladi devirlerinden öncesine kadar medeniyet kurma istidadına sahip Türklerdi.[3] Bu anlayış, üç te­mel amaca matuf bir şekilde şekillenmiştir. Birincisi, modern ve milli bir devlet ve coğrafya kimliğine sahip olunması. İkincisi, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla birlikte oluşan travmanın yeni tesis edilen milli haysiyet ve özgüvenle tamir edilmesi. Üçüncüsü ise, Anadolu’nun gerçek sahibinin Türkler olduğunun ispat edil­mesi.

Kültürel Dönüşüm ve Medeniyet Merhalesi

Tarih yazımının ve coğrafya tasavvurunun yeni ve medeni “Türk profiline” uygun bir şekilde şekillendirilmesi, kültür deği­şimlerinin de zeminini hazırlamıştır. Öncelikle şu ifade edilme­lidir ki resmi milliyetçiliğin ana motivasyonu, etnik merkezli bir Türklük değildir. Dolayısıyla bu dönemde Türk fizyolojisi üze­rine yapılan antropolojik çalışmalar, batı dünyasında hâkim olan “Türkler medeni vasıflara haiz olmayan sarı ırktandır” iddiasını çürütmek adına olmuştur. Erken cumhuriyet döneminde çerçeve­sisiyasi/hukuki sınırlarla çizilmiş ve içeriği Batı medeniyetinin kültürel kodlarıyla doldurulmaya çalışılmış bir Türklük tasavvu­ruortaya koymuştur.

Erken cumhuriyet dönemi kültür politikalarında iki unsur merkeze alınmıştır. Bunlardan birincisi, ihmal edilmiş bir cevher olan halk kültürüne veya Türk folklorüne dönüştür. İkincisi ise, yeni kültür hamlesinin Batılılaşma çerçevesinde ya da batı usul/ tekniğiyle yapılmasıdır. Kültürel dönüşümün amacını Batılılaşma oluştururken, halk(çılık) araçsallaştırılmıştır. Osmanlı devrinde ihmal edilen halk, sınıfsız ve kaynaşmış bir kitle olarak görül­müştür. Bununla beraber, cumhuriyet döneminde nüfusun kahir ekseriyetinin köylerde yaşıyor olması, köy ve köylü güzelle­melerine matuf bir halkçılığı da doğurmuştur (Baykal, 2019: 32). Şevket Süreyya Aydemir, “Suyu Arayan Adam” kitabından Anadolu insanını şu şekilde betimlemiştir (2014: 351):

“Anadolu toprağı ve Anadolu insanı. Çileli, mustarip, fa­kat yenilmemiş, bozulmamış insan. Bilgisi belki kıt, fakat se­zen ve duygulu insan. Muvazeneli ve vaat eden insan. Kendi toprağına bağlı ve kendi mutluluğunu, yalnız kendi toprağınınimkanlarından ve kendi gücünden bekleyen tahammüllü, sabırlı ve umutlu insan.”

1920’li ve 1930’lu yılların Türkiye’sinde halka dönüş, bir nevi yüzünü köye ve köylüye dönme anlamını taşımıştır. Köye dönüşle, bir taraftan Anadolu’nun maddi ve manevi bütün gü­zelliklerinin ön plana çıkarılması diğer taraftan toplumsal bir en- tegrasyon/uyum hedeflenmiştir (Aksakal, 2015: 150). Mamafih köy vurgusu, sınıfsal bir değerlendirmeden ziyade; Alman romantizminde vurgulanan kültürün pür halinin köylerde yaşıyor olmasından mülhemdir. Anadolu coğrafyasında Türklüğün unu­tulmaya yüz tutmuş, keşfedilmeye ve işlenmeye nazır yönleri, köye gidilerek tekrardan su yüzüne çıkartılmalı ve cumhuriyet in­kılapları tabana indirilmeliydi. Diğer bir tabirler köylü, köyde eği­tilmeli ve milli şuura kavuşturulmalıydı. Nitekim Halkevlerinin açılmasındaki bir diğer saik de bu olmuştur. Dil, tarih, edebiyat ve köycülük şubeleri, Halk Evleri’nin en etkin şubelerini oluş­tururken, müzik, tiyatro gibi kültür sanat dallarıyla köylü milli bütünleşme sürecine dâhil edilmeye çalışılmıştır (Aksakal, 2015: 151). Lakin bu süreç, halkın “pasif”, devletin ise “aktif” bir şe­kilde yer aldığı bir denklemi oluşturmuştur. Bu noktada, CHP bir nevi devrimlerin okulu işlevi görmüştür. Dolayısıyla kültür poli­tikalarında tekelci bir zemin ortaya çıkmıştır. Nitekim dönemin hâkim görüşü, halkın inkılapları anlaması ve benimsemesi için halk için ve fakat halka rağmen inkılapların arkasında durulması üzerineydi (Aydemir, 2014: 373).

Kültür politikaları, lisan inkılabından sanat, mimari ve gün­delik yaşama kadar pek çok alanda dönüşümü de beraberinde getirmiştir. Halkın haslet ve kıymetleri, ham bir demir iken, onu döven ve işleyen örs Batılılaşma/modernleşme olarak telakki edilmiştir. Bu bağlamda kültür ve sanat alanındaki en önemli dö­nüşümlerden biri müzik alanında olmuştur. Türk müziği, Bizans/ Ortadoğu tekniği ile harmanlamış saray musikisinden hızla arındırılmalı, yerine Batı tekniğiyle modern bir müzik terkibi ortaya koyulmalıydı (Durgun, 2015). Böylece, Türk müziğinde halk motifleri ile batı usul ve tekniği sentezlenmiştir. Batı me­deniyetdairesi içerisinde kültürel dönüşümün bir diğer inkılabı ise 1928 yılında gerçekleştirilen Harf İnkılabıdır. Harf İnkılabı, Batı ile intibak sürecinin kilometre taşı olmuştur. Harf inkılabı­nı, dilde sadeleşme süreci izlemiştir, Arapça ve Farsça kökenli kelimeler Türk dilinden tasfiye edilmiştir. Bu süreç “Öztürkçe” olarak tabir edilen kelimelerin Türk diline eklenmesiyle devam etmiştir (Uzman, 2005: 146). Dilde sadeleşme süreci, Türk mil­liyetçiliğinde farklı anlayışların ortaya çıkmasının da zeminini hazırlamıştır. Dilde sadeleşme resmi milliyetçiliğin kanatları altına alınırken, Osmanlı Türkçesine dilin tarihi akışı içerisinde sahip çıkan gayrı resmî Türk milliyetçiliği, dil devrimini aşırı bulmuştur (Göka, 2005: 45).

Kültür ve medeniyet sahasında gerçekleştirilen inkılaplar, modern ve medeni Türk kimliğinin inşa edilmesi gayretinden doğmuştur. Mamafih Türk kimliği, vatandaşlık kimliğiyle tahkim edilmiştir. Türk vatandaşlığı, liberal-çoğulcu vatandaşlık telakki­sinden ziyade cumhuriyetçi-toplulukçu vatandaşlık telakkisinin mahsulü olarak yeni Türk kimliğinin hukuki ve siyasi profilini oluşturmuştur. Cumhuriyetin temel kabulleri ve inkılapları bağ­lamında Türk vatandaşlığıyla, milli bilince, vicdani sorumluluğa, ahlaki eylem düzeyine sahip, milli rüşte erişmiş insan topluluğu inşa edilmeye çalışılmıştır (Durgun, 2011: 83). Vatandaşlık, is­tikameti tayin edici, istikamete matuf bir şekilde yol gösterici bir mahiyet taşımıştır. Bu amaçla, kolektif şuurun ve kimliğin teşkil edilmesinde kamusal alanla birlikte toplumun özel alanı da kurgulanmaya çalışılmıştır. Zira kültürel zevk ve tercihlerden kı­lık kıyafete kadar pek çok alanda çağdaş dönüşüm hedeflemiştir (Durgun, 2011: 84).

Resmi Milliyetçiliğin Ideolojik Hegemonyası: Mayıs 1944

Irkçılık-Turancılık Davası

Erken Cumhuriyet Döneminde milliyetçilik, Cumhuriyetin ontolojik güvenliğinin bir parçası, Batılılaşma merhalesinin muhafızı ve aracı olarak telakki edilmiştir. Milliyetçilik düşün­cesindeki siyasi iktidar tekeli, farklı ve alternatif milliyetçilik­leri de dışlayıcı ve ötekileştirici bir süreci de ihtiva etmiştir. Bu bağlamda 3 Mayıs 1944 tarihiyle sembolleşen alternatif milli­yetçilik hareketi, resmi milliyetçilikten farklılaşan Türkçülerin ırkçılıkla suçlanmalarıyla sonuçlanmıştır. 3 Mayıs 1944 ırkçılık – Turancılık davası, pek çok açıdan resmî ideolojinin milliyet­çilik üzerindeki hegemonyasına meydan okumasıdır denilebilir.

3 Mayıs 1944 hadisesi, siyasal iktidarın karşısında konumlan­ması bakımından sivil bir aydın hareketidir. Bu yönüyle devlet ricalinden ve siyasal iktidara angaje olmuş ve/veya siyasal ikti­darın kadrinden korkan aydın zümreden basın yayın organlarına kadar Türkçüler sert eleştirilere, baskılara ve “vatana ihanet” gi­bi ithamlara maruz kalmışlardır.[4] Hüseyin Nihal Atsız’ın döne­min Başvekili Şükrü Saraçoğlu’na Orhun Dergisinde yazdığı ve Türkiye’de komünist faaliyetlere dikkat çektiği iki açık mektup[5]sonrasında Atsız ile Hasan Ali Yücel arasında başlayan dava süre­ci, 3 Mayıs 1944 tarihinde gerçekleşen duruşmasında Ankara’da üniversite öğrencilerinden mürekkep bir gurubun nümayişiyle farklı bir mahiyete bürünmüştür.[6] Zeki Velidi Togan, Reha Oğuz Türkkan, Cihat Savaşfer, Hamza Sadi Özbek Muzaffer Eriş, Hikmet Tanyu gibi düşünürler “Gürem” adı verilen cemiyet ku­rarak,Almanlarla görüşüp hükümeti devirmekle; aynı isimlerle birlikte Hüseyin Nihal Atsız, Orhan Şaik Gökyay, Necdet Sançar, İsmet Tümtürk, Fethi Tevetoğlu ve Alparslan Türkeş ırkçılık ve Turancılık propagandası yapmakla; Yine Nihal Atsız, Cemal Oğuz Öcal, Cebbar Şenel, Sait Bilgiç nümayiş tertip ve tanzim ederek dahili ve harici güvenliği ihlal edici hareketlerde bulun­maklasuçlanmışlardır (Darendelioğlu, 1976: 128). Muhtelif meslek gruplarından olan 23 Türkçü düşünür ve aileleri dava sü­reci boyunca büyük sıkıntılara maruz kalmışlardır.

İkinci olarak davalarda yargılanan Türkçüler, resmî ideolo­jinin milli tarih yazımına, coğrafya tasavvuruna ve batılılaşma sürecine eleştiriler getirmişlerdir. Türkçüler, Türk tarihinin bir bütün olarak ele alınması gerektiğini savunmuşlardır. Bu nok­tada,resmî ideolojinin negatif Osmanlı okumasına karşı çıkmış­lardır. Mamafih Nihal Atsız (1992: 86, 105), Osmanlı asırlarını Türk tarihinin en görkemli dönemi olarak görmüş ve Sultan II. Abdülhamid’i “Gök Sultan”, Sultan Vahdettin’i ise “talihsiz bir vatansever” ilan etmiştir. Resmi tarih tezinde Hitit ve Sümerlerin Türk olduğuna yönelik iddiaları da eleştiriye tabi tutan Atsız, Batı Türkeli tarihinin başlangıcının 1040 Dandanakan Savaşı olduğunu ifade etmiştir (1992: 26). Bununla birlikte, Atsız ve çevresinin 1453 İstanbul’un fethi kutlamalarını başlatması esa­sında resmîtarih yazımının düşünsel anlayışını reddediş anlamını ihtiva etmiştir.

Türk tarihinin devamlılığı ve siyasi tekâmülüne inanan Türkçüler, Türk milletinin de geçmişten tevarüs eden bir misyona sahip olduğuna inanmışlardır. Bu noktada Türk Birliğini, geçmişte Türk Hakanı Mete Han tarafından tesis edilen, Türk milletinin mil­liülküsü olarak görmüşlerdir (Atsız, 1997b: 39). Nitekim Erken Cumhuriyet dönemindeki kara propaganda, Turancılığın müfrit ve marjinal bir hayal olarak anlaşılmasına sebebiyet vermiştir. Elbette cumhuriyetin kuruluş aşamasında yaşanan beka sorunu, Türkiye’nin diğer coğrafyalarla irredentist bir alaka kuramama- sını şart koşmuştur. Bununla birlikte 3 Mayıs 1944 ırkçılık ve Turancılık davalarındaki ana motivasyon ise, II. Cihan Harbi’nde Sovyetler Birliği’nin Almanya’ya karşı kazanmış olduğu büyük zafer ve Almanların geri çekilmeleri olmuştur. Böylece Rus egemenliğinde kalan Türkistan’a dair egemenlik iddiası barındıran Turancılık yeniden marjinalize edilmiştir.

Türkçülerin inkılapların seyrine de itirazları olmuştur. Örneğin Nihal Atsız (1992: 27), Harf İnkılabı sonrasında gerek şekli ge­rekse de anlama yönelik Türkçe’de bir erozyonun başladığını ifade etmiştir. Bununla birlikte, Türk estetiğinin ve zenginliğinin toplamı olan Türk kültürünün bir bütün olarak değerlendirilmesi gerekliliği, edebiyattan sanata kültür mirasının korunması savu­nulmuştur. Atsız bu hususu şu şekilde ifade etmektedir (1997b: 227):

“Dünün topyekün inkarı insanları ot ve böcek menzilesine in­dirmektir. İnsanlar indirilemez. …Milli Eğitim Şurası’nda birkaç öğretmen dünkü edebiyata sövüp saymışlar. Fuzuliyi, Baki’yi batırmışlar. Bunlar Fuzuli’den Baki’den bir mısraı bile anlaya­mayacak kadar aşağı olan cahillerdir. Onlar Fuzuli’deki dehayı, şiir inceliğini nereden anlayacaklar.”

Atsız’ın bu düşüncesi, aslında cumhuriyet dönemi modern­leşmesi eleştirisidir. Nitekim kültürel hafızanın tahrip, kendi ta­biriyle “inkılapçılık” adı altında yapılan en büyük hatadır. Atsız ve dönemin Türkçülerinde hâkim olan düşünce, bu yönüyle ted­rici değişim metodu üzerine olmuştur.

Bir Öteki Olarak Milliyetçiliğin Negatif İnşası

Resmî ideolojinin ortaya koyduğu milliyetçilik terkibi de dâhil olmak üzere modern Türkiye’de cereyan eden fikir akım­larının merkezinde Batılılaşma vardır. Bu noktada fikir akımları, Batılılaşma düşüncesinin değişen şartlarına ayak uydurduğu sü­recemakbul ya da öteki olarak görülmüştür. Türk milliyetçiliği daha öncede ifade edildiği üzere cumhuriyetin kurucu ideoloji­sidir.Lakin milliyetçilik Batılılaşma süreciyle uyum sağladığı ölçüde kullanışlı bir araç olarak kabul görmüştür. Mamafih Türk milliyetçiliğinin 1969 yılında gerçekleşen Adana Kongresi’nde Milliyetçi Hareket Partisi (MHP)’nin parti programında resmî ideolojinin milliyetçilik anlayışına alternatif olarak temsil edil­mesi, milliyetçiliğin kültürel iktidarın korunaklı alanından tasfi­yesine sebebiyet vermiştir.

Türk Milliyetçiliğinin “Batı medeniyet dairesinden” kopuş algısı, Türkiye’de milliyetçiliğin ontolojik öteki ilan edilmesine ve negatif bir imajla kodlanmasına sebebiyet vermiştir. Özellikle II. Cihan Harbi’nden sonra Avrupa’nın tecrübe ettiği ırkçılık – faşizm ve bu akımların terminolojisinde barındırdığı kavramlar üzerinden Türk milliyetçiliği izah edilmeye ya da retorik bağla­mında kültürel iktidarın organik aydınları tarafından dizayn edil­meye çalışılmıştır. Bu husus aynı zamanda, Türk milliyetçiliğinin epistemolojik zemininin ırkçılık ve faşizmle aynı minvalde değerlendirilmesine ve terminolojisinin manipüle edilerek kav­ramsal anakronizmin yaşanmasına mahal vermiştir. Milliyet, ırk, devlet, milli tarih, milli coğrafya gibi kavramlar bağlamlarından kopuk ve azade bir şekilde değerlendirilmiştir.

Ontolojik Karşıtlık: “Milliyetçilikler Kötüdür, Türk

Milliyetçiliği Hepsinden Kötüdür”

Türk milliyetçiliğine ilişkin ontolojik karşıtlık, Türk milli­yetçiliğinin saldırgan, kompleksli ve belirli noktalarda fetişist olduğu iddialarıyla şekillenmiştir. Bu noktada Türk kimliğinin ne olduğuna ilişkin tanımlamalar zaman zaman kavramsal ve tarihsel sürecin realitesinden bağımsız bir şekilde ele alınmıştır. Örneğin; Tanıl Bora “Medeniyet Kaybı Milliyetçilik ve Faşizm Üzerine Yazılar ve Türk Sağının Üç Hali” adlı kitaplarında Erken Cumhuriyet Döneminin -II. Meşrutiyet’ten devraldığı- milliyet­çilik anlayışının Türk kimliğini, “etnisist-özcü, biyolojik/kültürel ırkçı, faşist” bir zeminde değerlendirdiğini iddia etmiştir. Bora, Türk milliyetçiliğine ilişkin farklı ekollere temas etse de arala­rında nüans farklılıkları olduğunu ifade etmiştir. Örneğin, Rusya Türklüğünün temsilcilerinden Yusuf Akçura’yı “soycu (etnisist) milliyetçi” olarak konumlandırırken; Gökalp çizgisinin daha ılımlı ve kültürel bir zeminde ihtiva ettiği ve fakat “kültürel asi­milasyona” kapı aralayan etnisist/özcü milliyetçiliğe eklemlendi­ğini belirtmiştir (Bora, 2011: 84-85). Bora, cumhuriyetin azınlık politikalarını da etnisist/özcü milliyetçilik denklemi içerisinde değerlendirirken, Türk milliyetçiliğine ilişkin şu tespiti yapmış­tır (2011: 82):

“Az zamanda yeni bir millet yaratarak milli devleti pekiştir­me gailesine eşlik eden etnisist-özcü milliyetçilik anlayışı, azın­lıkları dışlayıcı, ‘ötekileştirici’ bir bakışı da beraberinde getirdi. İstanbul ile Ege’nin yerli gayrimüslim ahalisinin büyük kısmı­nın göç etmesini ve ‘karşılığında’ Balkanlı Türk topluluklarının Türkiye’ye getirilmesini sağlayan 1923 Mübadelesi, etnik kim­liğe dayalı millet algısını güçlendirerek azınlıkların zihinlerdeki varlık alanını daralttı.”

Bora, cumhuriyetin medeniyet projesinin hümanist ve evrenselci kisvesi altında özcü ve kimi zaman biyolojik kimi za­man kültürel bağlamda ırkçı bir anlayışa tekabül ettiğini Mahmut Esat Bozkurt ve Recep Peker’den verdiği örneklerle belirtmiş­tir(Bora, 2014: 35). Bununla birlikte Bora, “İdeolojik düzlem­de faşist rejim unsurlarını koğuşturacağımız yer, milliyetçiliktir (2011: 152)” ifadesiyle milliyetçiliği, faşizmin ve ırkçılığın ka­tegorisinde değerlendirmiştir ve resmi milliyetçiliğin devlet mer­kezlidoğası ile faşizm arasında organik bir bağlantı kurmuştur. Bilvesile, Türk milliyetçiliğinin ırkçılık ve faşizmle olan organik bağlantısını şu şekilde ifade etmiştir (Bora, 2011: 152):

“Faşist fikriyatın ‘arı-duru’ haliyle tecelligahı, 1930’ların/40’ların Türkçülüğüdür aslında; ‘eski’-Türkçülük, bi­yolojikırkçılığıyla, dindaşı milliyetçi mistisizmiyle, kahraman­lık kültüyle, “sert disiplin” tutkusuyla, askeri-korporatist toplum tasavvuruyla, açıktan demokrasi karşıtı ve her nevi uzlaşmacı- pragmatist açılımı zul addeden radikalizmiyle steril faşist bir ide­olojidir (2011: 154).”

Tanıl Bora’nın bu değerlendirmelerine benzer yaklaşım, “Ne Mutlu Türküm Diyebilene Türk Ulusal Kimliğinin Etno-Seküler Sınırları” adlı kitabında Ahmet Yıldız tarafından da ortaya ko­yulmuştur. Yıldız, Türk kimliğinin her ne kadar Millî Mücadele esnasında dini bir zeminde ele alındığını ifade etse de daha sonrasında etnik ve seküler bir Türklük çerçevesi çizildiğini id­diaetmiştir. Yıldız, bu değerlendirmesine mesnet olarak da İsmet İnönü’nün “Türklüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız” sözüne yer vermiştir. Yıldız, Türklüğün etnik bağlamıyla ilgili şu yorumu yapmıştır (2013: 156):

“…Türk ulusal kimliğinin yalnızca hukuki-siyasi bir çerçe­veye oturduğu, dolayısıyla milliyet kriteri olarak vatandaşlık ve cumhuriyete sadakatin esas alındığı tezi hem eksik hem de yan­lıştır; çünküvatandaşlık/milliyet ayrımı bir tarafa, Türk ulusal kimliğinin, Türklüğü ortak Türk soyuna ya da “kana” ve Türk etnikliği temelinde tanımlamış kültür ve hayat tarzına bağlılığa irca eden etnik-soya dayalı sınırları, günümüz Kemalistleri ta­rafından “saf iyi” ve “tek doğru” olarak algılanan Kemalist ide­olojik bağlanmaya, bugünden düne baktıklarında, yakıştırmak istemedikleri bir vakıadır.”

Erken Cumhuriyet Döneminin resmi milliyetçiliğine ilişkin bu değerlendirmeler, milliyet sosyolojisi ve milliyetçilik kavramına ilişkin ontolojik ve kategorik karşıtlığı ihtiva etmektedir. Hassaten, Türk milliyetçiliğinin Türklük tanımında “etnisist, ırkçı, faşist” değerlendirmeleri dönemin bilimsel ve si­yasi ikliminden bağımsız olarak yapılmıştır. Ayrıca Türk milli­yetçiliğinin modern bir siyasal akım olarak ortaya çıkış süreci ve milliyetçilikteki yol ayrımları dikkate alınmadan yapılan değer­lendirmeler toptancı ve indirgemeci bir yaklaşıma matuftur. İlk olarak şunu söylemek gerekmektedir ki erken cumhuriyet ve mi­ras aldığı Osmanlı son dönemlerinde Türklük yaklaşımı, belirgin renk ve tonlarda “ırka ve etnisiteye” dayalı olmamıştır. Osmanlı son döneminde Türkoloji çalışmalarıyla dil ve kültür sahasında kendini gösteren Türk milliyetçiliği, İttihat ve Terakki iktidarı döneminde Osmanlı’nın resmî ideolojisi olarak tek başına yer kaplamamıştır. Mamafih, Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük gi­bi ideolojiler kompartımanlar dâhilinde birbirinden ayrılmamış­lardır. Hindistan’da ve Orta Doğu’da İslamcı söylem ön plana çıkarılırken; Kafkasya ve Türkistan’da Türkçülük, Balkanlar’da ise Osmanlıcılık multi-ideolojik bir şekilde kullanılmıştır. Ayrıca, “ırk atların nevini teşhire yarar” sözünün müellifi olarak Ziya Gökalp (2006: 20), Türk milliyetçiliğinde kültürü merke­ze almıştır lakin; kullanımı 1970’lerde tedavüle sokulan kültü­rel ırkçılığa galebe çalan bir milliyetçilik ortaya koymamıştır. Mamafih Türk milliyetçiliğinde Selanik ekolü olarak tanımlanan Osmanlı Türkçüleri, etnik ve ırki bir zeminden azade bir Türklük kavramı serdetmişlerdir. Türklüğün “etnik ve ırki” zeminde de­ğerlendirilmesi Kırım-Kazan Aydınlarında görülürken, Osmanlı Türkçülerinde bu tarz Pantürkizm fikri yoktur. Zira Gökalp, Turancılığı Türkçe konuşan, Türk terbiyesi almış, Müslüman toplulukların birlikteliği olarak tanımlamıştır. Keza, Tatarcılık yaptıkları sebebiyle Tatar-Türk gerilimine mahal verdikleri için Tatarların Türklük dairesinden çıkabilecekleri hassaten Gökalp tarafından ifade edilmiştir.

Türk milliyetçiliğine ilişkin “ırk ve etnik” temelli kimlik ve ırkçılık tanımlamaları, erken cumhuriyet döneminde de hâkim bir iklim oluşturmamıştır. 1930’larda başlayan antropolojik ve arkeolojik çalışmaları, dönemin pozitivist bilim anlayışından bağımsız değerlendirme anakronik bir saplantıya düşülmesine sebebiyet verecektir. Zira Türk kavramına ilişkin “ırki” refe­ranslar, milliyet tanımında ana omurgayı teşkil etmemektedir; bilakis Türklüğün Anadolu coğrafyasındaki tarihi meşruiyetini ispat etmek ve kaybolan “özgüveni” yeniden tesis etmek adına yapılmıştır. Bununla beraber 1932 ve 1937’de tertip edilen ta­rih kongrelerinde Hitit ve Sümer vurgusu, miladi devirler önce­sinden Türklerin Anadolu’ya geldiği, bu topraklarda medeniyet kurduğu iddiasını barındırmaktadır. Yine bu dönemde, “aryan (beyaz)” ırk, “brekisefal” kafa yapısı, Avrupa’da hâkim olan üs­tün insanı karakterize etmek için kullanılmıştır. Bilvesile cum­huriyet yönetiminin antropolojik çalışmalarının, vatandaşlarını sınıflandırma, kategorize etmek ve bu yönde sistemli bir öjenik siyaset gütmek amaçlı olduğunu söylemek oldukça güçtür. Diğer bir tabirle Türk tipinin tanımına veya Türk kimdir sorusuna iliş­kin fizyolojik, antropolojik ya da biyolojik kriterler belirlene­rek, Türk vatandaşları buna uygun bir teste tabi tutulmamıştır. Türk kimliğindeki ırki vurgu, daha çok Türklüğün medeniyet kurmadaki mahareti ve yeteneği üzerinedir ve biyolojik bir an­lamdan ziyade zihni bir motivasyona dayandırılmıştır. Bu nokta­da, Anadolu’daki muhtelif etnik kökenler, “Medeni Türk tipine” göre yeniden bilinçlendirilmeye çalışılmıştır. Cumhuriyet döne­minde Türklük, yurttaşlık ve toprak birliğinin bir sentezi olarak teritoryal ve Batılı bir zeminde değerlendirilmiş, Türk milliyet­çiliği bir tür Türkiye milliyetçiliğine dönüştürülmüştür (Durgun, 2010: 106, 109). Lakin bu husus, cumhuriyet yönetiminin otori- ter bir yapıya dayandığı gerçeğini ortadan kaldırmaz. Mamafih, Türkmen, Kürt, Çerkez; doğu, kuzey, güney hiçbir alt kimlik ve bölge ayırt edilmeksizin, Batı merkezli kültürel dönüşüm her alanda otoriter bir şekilde uygulanmıştır. Lakin bu otoriter ka­rakterin faşist olduğunu söylemek siyaset bilimi literatürü bağ­lamında zordur.

Türk milliyetçiliğinde hem fikri hem de fiili bir yol ayrımı, Resmî ideoloji ile Türkçü-Turancı ekol arasında olmuştur. Lakin Türk milliyetçiliğindeki hâkim literatür, Türkçü-Turancı ekolü Resmi milliyetçiliğin müfrit ve tekinsiz kanadı olarak görmüş­tür. Tanıl Bora bu ilişkiyi, “Resmi milliyetçilikle titreşim halinde olan, bir bakıma onun ırkçı-etnisist kanadını teşkil eden ve an­cakİkinci Dünya Savaşı’nın bitimi arefesinde resmî ideolojiden -kısmen- dışlanan Türkçü-Turancı akıma göre ‘Türk, Türk so­yundan gelen insandır.’ Dolayısıyla bırakalım vatandaşlık bağını, örneğin Türkçe konuşmak bile Türk olmaya ‘hak’ kazandırma­ya yeterli değildir (Bora, 2011: 92)” şeklinde açıklamıştır. Tanı Bora bu açıklamasıyla aynı zamanda Türkçü-Turancı ekol ile Türk milliyetçiliğini siyasetin merkezine alan Milliyetçi Hareket Partisi’nin de kuruluş zemini “pejoratif” bir şekilde açıklama­ya çalışmıştır. Bora “Türkiye’de bir toplumsal-politik hareket ve ideolojik akım olarak faşizmin mecrası, MHP’dir (2014: 154)” cümlesiyle bu gayretini somut bir şekilde ortaya koymuştur. Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki; Türk milliyetçiliğindeki Türkçü-Turancı ekol ile resmi milliyetçilik arasında tarih yazı­mı, coğrafya tasavvuru, milliyet tahayyülü ve kültür perspektifi açısından pek çok fark vardır.8 Ayrıca 3 Mayıs 1944 Irkçılık- Turancılık davası, kısmen bir dışlanma değil topyekûn bir tas­fiye sürecidir. 19 Mayıs 1944 nutkunda, Reis-i cumhur İsmet İnönü, Turancılık fikrinin zararlı ve hastalıklı bir fikir olduğunu yinelerken, Türkçülerin ırkçı olduğunu ilan ederek ülke aleyhine gizli tertiplere ve teşkillere başvurduğunu, bu emelleri için de yabancılarla ittifak yaptıklarını vaaz etmiştir. Hatta “Emin ola­bilirsiniz ki Vatanımızı bu yeni fesatlara karşı da kudretle müda­faa edeceğiz” demiştir.9 Maarif Vekili Hasan Ali Yücel’den CHP Genel Sekreteri Memduh Şevket Esendal’a kadar devlet ve parti ricalinin belirli kademelerinden İsmet İnönü’nün tezlerine benzer açıklamalar yayınlanmıştır (Maarif Vekâleti, 1944: 11-20). Dönemin basın yayın organları ile köşe yazarlarının itham ve suçlamaları da beraberinde gelmiştir. Dolayısıyla Resmi milli­yetçilik ile Türkçü-Turancı ekol arasındaki bu çatırdama keskin bir yol ayrımına dönüşmüştür.

Bu yol ayrımının, siyasi yol haritası olarak kurulan Milliyetçi Hareket Partisi’ne ilişkin “ırkçılık ve faşizm” suçlamaları ise, se­çici bir şekilde bazı milliyetçi simalar ve bu simaların sözlerine mesnet tutularak isnat edilmiştir. Bu noktada Nihal Atsız’a bol atıf yapılmıştır. Lakin Atsız, ifade edildiği gibi biyolojik manada bir ırkçı değildir. Atsız, üstün ırk olarak görülen “aryan ırkı” tezi­neoldukça mesafeli durmuş ve bununla birlikte Türklerin aryan ırkından geldiği düşüncesini şu cümlelerle reddetmiştir (1997b: 148):

“Türklerin Aryani ırkından olduğu hakkındaki yanlış düşün­celerin niçin kabul edilmek istendiğini bilmiyoruz. Sanırız ki, Moğolların vahşi ve barbar, Aryanilerin ise medeni olduğu hak- kındaki eskimiş telakkiler buna sebep oldu.”

Atsız, kültürel bir tanımlama olan Altay-Turan kavra­mı üzerinden Türk ırkını tanımlarken, Türk tanımında sadece ırkı merkeze almamıştır. Türkçe konuşmayı ve Türk ülküsüne inanmayı da Türk olmak için kıstas olarak belirlemiştir. Mamafih Türk kimliğini, kültür ve bilinç ekseninde açıklamaya çalışmış, Türk’ün Türk soyundan gelenlerle birlikte Türk milletine hizmet eden ve içinde başka bir millet arzusu bulunmamak koşuluyla Türkleşmiş kimseler olduğunu belirtmiştir (Atsız, 1997b: 146). Ayrıca Atsız’ın fikir ve yazılarının dönemsel olarak değiştiğini de ifade etmek gerekmektedir. Türk milliyetçiliğinde ırkçılığı tartışmaya açarken batıda zuhur eden antropolojik (beyaz, sarı, siyah ayrımı) ırkçılık ile Türkiye’deki ırk (etnolojik) retoriğini birbirinden ayırmak gerekmektedir. Türkiye’de ırk kavramı mi­ras alınan manevi hasletler üzerinden kültürel bir okumaya matuf olmuştur ve “verili” fizyolojiye ya da antropolojiye dayandırıl- mamıştır. Hatta “millet” kavramının Osmanlı’daki dini betimle­mesine karşı kimi zaman ulus millet yerine kullanılmıştır. Bir diğer bahis, kendisini resmi milliyetçiliğin karşısında konumlan­dıran Türk milliyetçiliğinin fikri yapısını, siyasal temsilcisi olan MHP’nin duruşunu sadece birkaç kişi üzerinden açıklamak sağ­lıklı bir okuma değildir. Açıklanacaksa bile o düşünürlerin eser­lerinin hepsi taranması gerekmektedir. Örneğin Atsız’ın ırkçı ve faşist olduğundan dem vurulurken demokrasiyle ilgili şu ifadesi­ni de dikkate almak icap eder (1997a:51):

“Bugün içinde bulunduğumuz siyasi ve sosyal şartlara gö­re bize uygun gelen toplum elbisesi, yani rejim demokrasidir. Milletimizde bu fikir günden güne yerleşip kökleştiği gibi, bir­likte hareket etmeye mecbur olduğumuz müttefiklerimizin rejimi de budur.”

Bunun dışında Türk milliyetçiliği konusunda Ziya Gökalp ve Mümtaz Turhan’ın çizgisinin mirasçısı olan Erol Güngör (2011: 89), milliyetçiliği bir kültür hareketi olarak tanımlarken ırkçılı­ğı reddetmiş; milliyetçiliğin halka dayanan bir siyasal zeminde teşkil etmesi hususunda görüşleriyle faşizmle milliyetçilik ara­sına kalın bir çizgi çekmiştir. Bu yönüyle Güngör, milliyetçi­lerindemokrat olmaları gerektiğini ifade ederek milliyetçiliğin millet iradesinin muayyen bir yansıması olduğunu belirtmiştir. Güngör aynı zamanda (1971: XV), millet mefhumunun tarihi bir arka plana sahip olduğunu ve sosyolojik bir süreci ihtiva ettiği­niserdetmiştir. Benzer şekilde Galip Erdem (1975: 31) de Türk Milleti’nin ırkla tarif edilemeyeceğini, ırk birlikteliğinden kas­tın Türklüğe mensubiyet şuuru olduğunu ifade etmiştir. “Irkçı ve faşist bir parti” olarak lanse edilen MHP’nin kurucu lideri Alparslan Türkeş’in de milliyetçilik anlayışında ırkçılık yoktur. Nitekim Türkeş (1997: 108), kalbinde başka bir milletin guru­runu taşımayan ve kendisini Türk hisseden, Türkçe konuşan ve düşünen herkesin Türk olduğunu ifade etmiştir. Bununla beraber Türkeş’in Türklük tanımında, mezhepçilik, ırkçılık, bölgecilik tasfiye edilmiş, milli şuuru ve kültürel birliktelik esasına müste­nit bir millet tasavvuru ortaya koyulmuştur (Türkeş, 1997: 82).

Anakronik Okuma ve Kavramsal Manipülasyon

Türk milliyetçiliğine dair ontolojik karşıtlığı besleyen ve Türkiye’de milliyetçilik literatürünü zehirleyen temel unsurlar­dan bir tanesi, milliyetçilik ile faşizm arasında kurulmak istenen bağdır. Türk milliyetçiliğinin faşizm ile bağları ise, devlet kavramı üzerinden tesis edilmeye çalışılmıştır. Türk devletine ya da dev­let geleneğine yüklenen anlam, anakronik bir okumayla totaliter ve faşizme galebe çalan bir sahada değerlendirmeye açılmıştır. Türklerde devletli olma pratiği ile faşizm arasında tesis edilmeye çalışılan bağ, bilimsel bir okumadan ziyade ideolojik görüş ve ka­naatlerden oluşmaktadır. Bu noktada, iddiaların pek çoğu bir nevi niyet okuma gayretinin bir ürünüdür. Çünkü Türkiye’de fikri, ku­rumsal ve anayasal olarak devlet sistematiğine nüfus etmiş, uygu­lamada süreklilik ve yoğunluk arz eden faşist devlet anlayışı hiçbir zaman olmamıştır. Bununla beraber faşizme kuruluş programların­da, politikalarında ve beyannamelerinde yer veren siyasal parti de yoktur. Buna mukabil; askeri darbeler döneminde keyfi tutuklama­lar, demokratik süreçlerin tıkanması, hak ve hürriyetlerin kısıtlan­ması gibi faşizmi bazı yönlerini ortaya çıkaran uygulamalar olsa da bu durum topyekûn olarak milliyetçilik fikrine tahvil edilemez. Nitekim 12 Eylül 1980 askeri darbesinde ülkücü/Türk milliyet­çilerinin de yargılandığını ve ağır bedeller ödediğini unutmamak gerekir. Özellikle 1946’da başlayan çok partili siyasal hayatımız­da, darbelerle demokrasinin akamete uğratıldığı dönemleri istisna, aksayan ve eksik yönleri de olsa her daim demokratik sistem hâkim olmuştur. Diğer taraftan Türk devletine yapılan referanslar ile faşizmin ortak yönleri, milliyetçiliğin tarih okumasında, devlet ile ilgili semboller ve ritüellerde, Türk sosyolojisinde devlete yüklenen anlamda aranmıştır.

Gerek resmi milliyetçiliğin gerekse de alternatif milliyetçi­liklerin tarih yazımında devlet ontolojik güvenliğin merkezine oturtulmuştur. Neden ontolojik güvenlik? Ontolojik güvenlik sadece ülkenin hudutlarının (ülke bekası) korunmasından ibaret olmayıp; toplumu var eden bütün ilke, inanç ve değerlerin tarihi/ kültürel birikim ve tecrübeleriyle muhafaza edilmesidir. Bununla beraber coğrafya, tarih ve kimlik, güvenlik denkleminin temel bileşenleri olarak görülmektedir. Erken Cumhuriyet Döneminin ontolojik güvenliği üçlü bir sac ayağına oturulmuştur: Bunlardan birincisi, Türk devletinin miras aldığı güvenlik sendromudur. Osmanlı’nın son asrında girdiği harpler, toprak kayıpları, yaşa­dığı sosyo-politik, sosyo-ekonomik travmalar ve toplumsal traje­dilergöz önünde bulundurulduğunda istiklalini yeniden kazanan bir devletin çevresinden tehdit algılaması olağandır. Zira bu teh­didi,anormal bir evham ve otoriterliğin meşru kisvesi olarak oku­mak, dönemin politik ve güvenlik ikliminden uzaklaşmanın bir neticesidir. Erken Cumhuriyet Döneminin ontolojik güvenliğinin ikinci ayağını batılılaşma oluşturmaktadır. Bu bağlamda cumhu­riyet, zihni ve kurumsal dinamikleriyle bir Batılılaşma projesi­dir. Diğer bir tabirle batılılaşma, dönemin tektipçi/evrensel bilim algısına göre istiklalle birlikte istikbalin reçetesi olarak kabul görmüştür (Durgun, 2010: 108). Hamdullah Suphi’nin (aktaran Üstel, 1997: 322) ifadesiyle “milliyetçi nesil samimiyetle, kana­ate garpçıdır.” Türk ulus devletinin merkeziyetçi ve milli karak­teride bu bağlamda değerlendirilmelidir. Dolayısıyla Batılılaşma politikalarının önünde engel teşkil eden ve bu projeyi baltalayan bütün unsurlar tehdit olarak algılanmıştır. Mamafih, dahili teh­dit algısını salt etnik ya da mezhepsel bir okumaya tabi tutmak dönemin siyasal ikliminden uzaklaşmak olacaktır. Şeyh Sait İsyanındaki tehdit algısı ile Menemen İsyanı, nasıl Cumhuriyet Rejimine yönelik tehdit içeriyorsa; Dersim İsyanı da merkeziyet- çi/üniter devlet telakkisine tehlike olarak görülmüştür. Devletin ontolojik güvenliğine ilişkin üçüncü nokta ise, devlet üzerinden tesis edilmeye çalışılan özgüvendir. Osmanlı toplumunda şekille- nemeyen sivil toplum, Cumhuriyet Döneminde de devleti başat unsur haline getirmiştir. Metin Heper, Âli Osman dönemini aşkındevlet olarak belirtirken, Erken Cumhuriyetin Atatürk dönemi­ni “ılımlı aşkın” devlet olarak ifade eder. Bu noktada toplumda devlete duyulan güven ve sadakat sosyo-psikolojik alt yapısıyla siyasal alana tahvil edilmeye çalışılmıştır. Her toplum geçmişiy­leilgili birikim ve tecrübelerini, milli tarih yazımında ön plana çıkartır. Dolayısıyla Türk devletinin güçlü olması ve Türk dev­letlerinin birbiri arasında seyreden devamlılık vurgusu devlet fe­tişizminden ziyade, coğrafyanın direttiği zorluk ve bu zorlukla başa çıkabilmek açısından toplumun motive ve konsolide edil­mesi olarak okunabilir.

Türk milliyetçiliğinde devlet başatlığı, gayrı resmi Türk milli­yetçiliğinde de görülmüştür. Erken cumhuriyet döneminin cumhu­riyet ülküsü gayesiyle birlikte Ülkücü Harekette de devlet, tarihi arka planı ve birikimleri münasebetiyle Türk kimliğinin teşkilin­de güçlü bir unsurdur. Bu noktada cihanşümul (evrensel) devlet telakkisi ile batılı literatürde hâkim olan emperyal vizyon arasın­daki ayrımı belirginleştirmek gerekmektedir. Özellikle Ülkücü Hareketin atıfta bulunduğu cihanşümul devlet telakkisi, sömür­geci ve kolonyal bir zemine mesnet değildir. Orhun Abideleri, Kutadgu Bilig, Ahlak-ı Alai gibi klasik Türk metinlerinde, dev­letin varlığı, ilahi bir yetkilendirmeye; misyonu ise, düzen ve adaleti tesis etmeye dayanmaktadır. Dolayısıyla Ülkücü hareket­teki devlet söylemi, Devlet-i Aliyye döneminde mütekamil bir seviyeye ulaşan ve devletin hâkim olduğu topraklarda uyguladığı düzen ve istikrar politikalarının cumhuriyet döneminde yeniden okunarak siyasal söyleme eklemlenmesidir. Adalet ve düzen konusunda geniş bir devlet hafızasına sahip olan Türk devletinin varlık gösterdiği her sahada bu iki kavramı egemen kılmasını em- peryal bir özlem olarak telakki etmek zorlayıcı bir yorum olacak­tır. Kadim Türk metinlerinde yer alan “il tutma” toplumun maddi ve manevi varlığını koruma altına alma bakımından ontolojik güvenliğe; cihanşümul devlet telakkisi ise yaşadığı coğrafyada adalet ve düzenin müesses kılınmasına katkıda bulunma düşün­cesine tekabül etmektedir.10 Ülkücü/Türk milliyetçiliğinin emper- yal ve faşist devlet telakkisine sahip olduğu iddialarının diğer bir mesnedi ise antikomünizm ve Turancılıktır. Esasında en büyük saldırılar da bu noktadan gelmiştir. Ülkücü/Türk milliyetçiliği üç noktada komünizmi tehdit olarak algılamıştır (Durgun ve Yücel, 2019: 199-200). Bunlardan birincisi, II. Cihan Harbi sonrasında 16 Mart 1921 tarihinde Moskova Antlaşmasıyla çizilen karasal sınırların ve 20 Temmuz 1936 tarihinde Boğazlar rejimini düzen­leyen Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin hükümlerinin Sovyetler Birliği tarafından değiştirilmesi isteğidir.11 Bu bağlamda, Doğu Avrupa’ya doğru uzanan Sovyet yayılmacılığı, Türkiye’de de Sovyet tehdidini derinleştirmiştir. Komünizmle mücadelede ikinci unsur, komünizmin Türk toplumun ahlaki ve milli yapısını tahrip edecek ve cumhuriyet kazanımlarını tehlikeye düşürecek telakkisidir. Üçüncü unsur ise, Sovyetler Birliği egemenliğinde yaşayan Türklere yönelik özellikle Stalin döneminde başlayan sistematik baskı ve zulümdür. Bu noktada, Türk Milliyetçiliğinin temel varsayımı ve isteği, “self determinasyon” ilkesinin işletil­mesi ve Türkistanlıların kendi kaderlerinin kendisi tayin etmesi­dir. Ülkücü/Türk milliyetçiliği ve MHP bu noktada Turancılığı sahiplenmiştir (Türkeş, 1997: 106). Lakin Alparslan Türkeş,[7] Türkiye Cumhuriyeti’nin güvenliğini her zaman ön planda tutmuştur. Bu husus, Türkeş’in biyografik hikâyesinde, bağım­sız bir Türk devletinde dünyaya gelmemenin yarattığı bilinç ve hassasiyetten ileri gelmektedir (Güç, 2019).

Komünizmle mücadele ile Turancılık arasındaki bağlantıdan mülhem emperyal ve faşizm iddiaları, MHP ve Ülkücü düşün­cenin “karşı düzen değişikliği” tahayyülüyle hareket ettiği suç­lamasını da beraberinde getirmiştir.12 Kuruluşundan itibaren MHP’nin cumhuriyet rejimi ve cumhuriyetin temel değerlerine yönelik hiçbir itirazı ve alternatif bir sistem arayışı olmamıştır. Alparslan Türkeş, 9 Işık Doktrinini açıklarken politik vizyonunu ve düzen kavramını şu şekilde ifade etmiştir (1997: 31, 34):

“Her millet kendi milletini ileri götürmek, yükseltmek, ahlak­ta ve maneviyatta en üst düzeye çıkarmak, iktisatta, kalkınmada dünyanın en refahlı toplumu haline getirmek çabasıdır. .. .Bütün milletlere, bütün insanlara sadece hak, hukuk ve adalet esasları ile muamele sağlayacak münasebetleri bu esasa göre yönetecek bir düzenin kurulmasını istemekteyiz.” MHP ve Ülkücü/Türk milliyetçiliğinin faşizmle ile olan bağlantısının kurulmasında, azınlıklar ve insan hakları da enstrüman olarak kullanılmıştır. Genel itibariyle Türk milliyetçilerinin insanlar arasında hiyerar­şi kurduğu ve Türk milletini bu hiyerarşinin başına yerleştirdiği ifade edilmiştir (Bora, 2011: 72-73). Birincisi MHP, kurumsal olarak azınlık gruplarını, Lozan Barış Antlaşması’nınkiyle aynı zeminde değerlendirmiştir. Dündar Taşer (1975: 64) “Mesele” adlı eserinde Türk milliyetçilerinin diğer milletlerden ve dinden olan insanlara yönelik bakış açısını “Türk Milleti’nin bir diğer özelliği de başka millet ve dinlere müsamaha göstermesidir” şe­kilde açıklamıştır.

Genel Değerlendirme

Türk milliyetçiliğinde hâkim literatür, kavramların özensiz ve bağlamından kopuk pejoratif ve anakronik kullanımıyla oluşmuştur.[8]Bu literatürü kullananların dil ve üslubu da polemikçi ve selektif (seçici) imgeler üzerine tesis edilmiştir. Bu husus aynı zamanda Türk milliyetçiliğine ilişkin ontolojik karşıtlığın izdü­şümüdür. Irk, millet, milliyet, devlet; ırkçılık, faşizm, milliyetçi­lik kavramları üzerine oluşturulan birbirinin yerine ikame edilen ve birbirleriyle özdeş kılınan literatür, Türk sosyolojisini anlama­da ciddi engelleri ve çoğu zaman yanlış politik uygulamaları da beraberinde getirmiştir. Türk milliyetçiliğine ilişkin bu ontolojik karşıtlık ve terminolojik manipülasyon, Türkiye’de İslamcılık, liberalizm gibi diğer akımları da tesiri altına almıştır. Çünkü Türkiye’de kültürel iktidarın oturduğu ana eksen Batıcılıktır. Batıcı eksen üzerinden bütün ideolojiler (kimi zaman liberalizm kimi zaman sosyalizm) farklı dönem ve metotlarla uydu vazife­sini üstlenmiştir. Diğer bir tabirle kültürel iktidar pergelinin sabit ucunu batı(cılık) oluşturmaktadır. Sabit uç merkezli çizilen çem­ber kimi zaman sosyalizmi kimi zaman liberalizmi hatta kimi za­man muhafazakarlığı bile içine alacak şekilde Türk düşüncesini sınırlamıştır. Mamafih bu sınırlama, halihazırda Türk düşüncesi­nin gelişimine ipotek koymaktadır.

Türk milliyetçiliğine sistematik ve istikrarlı bir şekilde uy­gulanan bu ötekileştirmenin, kültür, sanat ve akademi alanında milliyetçiliğin enstrümanlarının maruz kaldığı tecridin temel di­namiğini de Batı ekseninden kopuş teşkil etmektedir. Dolayısıyla Türk milliyetçiliğinin “Batı merkezli” literatürle manipüle edil­mesinin ana motivasyonu da bu kopuştur diyebiliriz. Bu düstur sadece milliyetçilik düşüncesi için değil sosyalizm için de geçerli olmuştur. Örneğin Kemal Tahir, “Devlet Ana” kitabında devlet kavramını “Kerim Devlet” ifadesiyle yerli bir zemine oturttu­ğu; “Yorgun Savaşçı ve Kurt Kanunu” kitaplarıyla resmi tarih yazımına şerh düştüğü andan itibaren kültürel iktidar tarafından ötekileştirilerek dışlanmıştır. Aynı muameleye Attila İlhan’ın da maruz kaldığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Bu sonucun doğmasında dört başı mamur bir milliyetçi ente- lijansiyanın teşkil edememesin de katkısı vardır. Türk milliyet­çiliğine ilişkin kavramların “batı merkezli” karakteri, esasında Türkiye’de milliyetçiliğin izahını da güçleştirmiştir. Her milli­yetçiliğin kendi endemik alanda ortaya çıktığı ve diğerlerinden farklı tecrübeye sahip olduğu ve karakter taşıdığı gerçeğinden mülhem “batı merkezli” literatür, Türk milliyetçiliğiyle bir ne­vi doku uyuşmazlığı yaşamıştır. Bu durum -ırkçılık ve faşizm suçlamalarında olduğu gibi- Türk milliyetçiliğine ilişkin onto- lojik karşıtlığın ve terminolojik manipülasyonun da kulvarlarını sonuna kadar açmıştır. Örneğin Erken Cumhuriyet Döneminin devlet merkezli ve tepeden inmeci politikaları faşizmin ayak sesleri olarak tanımlanırken, faşizmin dört başı mamur bir harekete dönüşümünde ise adres olarak MHP gösterilmiştir.13 MHP’nin faşizm ile bağlantısı ise, 80 öncesi sağ-sol hadiselerin­deki komünizm karşıtlığı üzerine oturtulmuştur. 80 öncesinde Türkiye’de iki grup arasında ortaya çıkan şiddet ve çatışmala­rın faturasının MHP’ye çıkarılması ise, meselenin manipülatif tarafını teşkil etmektedir. Hassaten MHP’nin gençlik yapıları­nın (Ülkü Ocakları) örgütlenme biçiminden yola çıkarak faşizm yaftasının yapıştırılmaya çalışılması, aynı zamanda döneme iliş­kin okuma körlüğünü de içermektedir.[9]

Genelde Türk milliyetçiliği özelde ise ülkücü hareket üze­rinde odaklaşan ırkçılık ve faşizm suçlamaları, teorik olduğu kadar pratikte de somut bir ispata mesnet olmamıştır. Nitekim 57. Cumhuriyet Hükümeti’nin koalisyon ortağı olan MHP’nin, demokrasi ve insan hak ve hürriyetlerine ilişkin politikalarda koalisyon ortaklarıyla uyumu aşikardır.[10]15 Bu noktada Türk mil­liyetçiliği, demokrasinin merkezine milli egemenliği; milli ege­menliğin merkezine ise vatandaşlığı koymuştur. Türklük tanımı hususunda da başlangıçtan bugüne kadar durduğu nokta, 82 Anayasasında vücut bulmuş vatandaşlık merkezli Türklüktür. Türklüğe ilişkin temel mottosu ise, “Ne Mutlu Türk’üm[11]

Diyene!” vecizinde somutlaşmıştır. Bu bağlamda, etnik (nesep) asabiyetler ile milliyet (sebep) aidiyeti arasındaki fark hem siya­sihem de sosyolojik olarak Türk milliyetçiliği tarafından okun­muştur ve ortaya koyulmuştur.

Türk milliyetçiliğinde devlet kavramı da kültürel iktidar ta­rafından manipülasyon aracı olarak kullanılmıştır. Adalet ve dü­zengibi kavramlardan mülhem Türk devlet geleneğinin, batıdaki devlet tecrübeleriyle özdeşleştirilerek emperyal/irredentist bir karakter taşıdığı iddia edilmiştir. Lakin bu iddia herhangi niyet okuma dışında herhangi bir somut delile dayandırılamamıştır.

Son olarak ontolojik yapısı tarihi/kültürel ekseninde seyreden Türk milliyetçiliğinin literatürünün de yeniden teşkil edilmesi elzemdir. Öyle ki Türk milliyetçiliği üzerine çalışan milliyetçi akademisyenler dahi kimi zaman kültürel iktidarca oluşturulan literatüre göre Türk milliyetçiliğini değerlendirmeye tabi tutmuş­lardır. Hatta bazen kavramların kullanımındaki özensizlik olay ve olguların açıklanmasında problem teşkil etmektedir.

Milliyetçi literatürde sık bir şekilde ifade edilen Türk milli­yetçiliği – Kürt milliyetçiliği dikotomisi bunun en güzel örneğini teşkil etmektedir. Hâkim literatür, Türk milliyetçiliğinin karşı­sına Kürt milliyetçiliğini koyarak iki milliyetçilik arasındaki gerilim üzerinden Türk siyasetini açıklama eğilimindedir. Lakin Türk milliyetçiliği öteki olarak hiçbir zaman etnik ve ayrılıkçı bir zeminde teşkil eden Kürtçülükten beslenmemiştir. Ziya milliyet sosyolojisinin aidiyeti ile etnik asabiyet birbirinden ayrılması ge­reken iki farklı zemindir.

Bu bağlamda Türklük sosyolojik bir olguyu teşkil ederken, Kürt olma etnik asabiyete müstenit bir bağlam içermektedir. Bu sorunlu dili aşabilmek adına, Türk milliyetçiliğinin epistemolojik sınırlarının genişletilmesi mecburiyettir. Kültürel iktidarın hâkim olduğu kültür, sanat ve akademi alanlarında yer almak bu noktada dikkate alınmalıdır. Mamafih, milliyetçiliğin mevcut literatürü­nün yapı sökümüne uğratılarak kendi bağlamına oturtulabilmesi adına kavramların yeniden tanımlanması gerekmektedir. Lakin bunun için Türk medeniyetinin kendi kodlarında istifade edilmesi gerekmektedir. Bu noktada kadim metinler, Türk milliyetçiliğini kavramsal olarak beslenmesini açısından önem arz etmektedir.

 

Kaynakça

Aydemir, Ş. S. (2015). Suyu Arayan Adam, İstanbul: Remzi Kitabevi.Aksakal, Hasan. (2015). Türk Politik Kültüründe Romantizm, İstanbul: İletişim Yayınları.

Atsız, H. N. (1992). Türk Tarihinde Meseleler, İstanbul: Baysan Yayınları.

Atsız, H. N. (1997a). Makaleler IV, İstanbul: İrfan Yayınevi

Atsız, H. N. (1997b). Makaleler III, İstanbul: İrfan Yayınevi.

Baykal, Ö. (2019). Resmi Bir İdeoloji olarak Kemalizm, ed. Ömer Baykal, Cumhuriyet Döneminde Siyasi Düşünce, Ankara: A Kitap, ss. 1-76.

Bora, T. (2011). Medeniyet Kaybı Milliyetçilik ve Faşizm Üzerine Yazılar, 4. Baskı, İstanbul: Birikim Yayınları.

Bora, T. (2014). Türk Sağının Üç Hali, Milliyetçilik, Muhafazakârlık ve İslamcılık, 8. Baskı, İstanbul: Birikim Yayınları.

Darendelioğlu, İ. E. (1976). Türk Milliyetçiliği Tarihinde Büyük Kavga, İstanbul: Oymak Yayınları.

Durgun, Ş. (2010). Modernleşme ve Siyaset, A Kitap, Ankara. Durgun, Şenol. (2014). Ulus İnşası ve Milliyetçilik, A Kitap, Ankara.

Durgun, Ş. (2011). Cumhuriyetçi ve Liberal Anlayış Çerçevesinde Türkiye’de Vatandaşlık Sorunsalı, Çankırı Karatekin Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, C. 1, S. 1, ss.65-95.

Durgun, Ş. (2015). Türkiye’de Devletçi Gelenek ve Müzik, Ankara: A Kitap.

Durgun, Ş. ve Yücel, G. (2019). Türk Milliyetçiliği: Tanım, Teori, Süreç, ed. Ömer Baykal, Cumhuriyet Döneminde Siyasi Düşünce, Ankara: A Kitap, ss. 181- 210.

Erdem, G. (1976). Suçlamalar 2: Irkçılık, Ankara: Töre-Devlet Yayınları.

Galip, R. (1932). “Türk Irk ve Medeniyet Tarihine Umumi Bir Bakış”, Birinci Türk Tarih Kongresi Konferans Müzakere Zabıtları (İkinci Baskı), Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, ss. 99-162.

Göka, E. (2005). Türkçe: Özgür ve Eşit Yurttaşlığın Mayası, Muhafazakâr Düşünce, C.2 S.5, ss. 43-52.

Gökalp, Z. (2006). Türkçülüğün Esasları. İstanbul: Ötüken Neşriyat.

Güngör, E. (1971). “Önsöz”, Elie Kedourie, Avrupa’da Milliyetçilik, çev. M Haluk Timurtaş, Milli Eğitim Basımevi, Ankara, ss. VII-XV.

Güngör, E. (2011). Türk Kültürü ve Milliyetçilik, İstanbul: Ötüken Neşriyat, İstanbul.

Güç, K. (2019). Alparslan Türkeş, ed. Şenol Durgun. Türk Milliyetçiliği Portreler, Ankara: A kitap, ss. 371-388.

İnan, A. (1932). “Tarihten Evvel ve Tarih Fecrinde”, Birinci Türk Tarih Kongresi Konferans Müzakere Zabıtları (İkinci Baskı), Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, ss. 18-41.

Karabekir, K. (2010). İstiklal Harbimizde Enver Paşa ve İttihat ve Terakki Erkanı, Yay. Haz. Ziver Öktem, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Maarif Vekâleti. (1944). Irkçılık – Turancılık, Ankara: Maarif Matbaası.

Taşer, D. (1975). Mesele, 5. Baskı, Ankara: Töre-Devlet Yayınları.

Türkeş, A. (1997). 9 Işık, İstanbul: Kamer Yayınları.

Uzman, M. (2005). Trajik Başarı: Türk Dil Reformu, Muhafazakâr Düşünce, C.2 S.5, ss. 145-153.

Üstel, F. (1997). İmparatorluktan Ulus-devlete Türk Milliyetçiliği Türk Ocaklarının Kapatılması (1912-1931), İstanbul: İletişim Yayınları.

Yıldız, A. (2013). Ne Mutlu Türküm Diyebilene Türk Ulusal Kimliğinin Etno- Seküler Sınırları (1919-1938), İstanbul: İletişim Yayınları

YAYIMLANDIĞI YER: Kültürel İktidar Tartışmaları, Editör: Oğuzhan Bilgin, Ankara: A Kitap, 2020, Ss. 201-227

Dipnotlar

[1] Daha sonrasında bu yazı dizisi “Sarıkamış” ismiyle kitap haline getirilmiştir.

[2] Kazım Karabekir Paşa’nın eserinde (2010: 115), İstiklal Harbi Erkanı arasındaki yazışmalara yer verilmiştir ve Enver Paşa’nın Sarıkamış’ta binlerce şark evladının mahvına sebebiyet verdiği, toplum ve ordu üzerindeki popülaritesinin kırılması adına Paşa’nın “Bolşevik olduğu ve dinden çıkarak kadınların erkeklerle beraber açık gezmelerine”müsaade edileceği halka anlatıldığı ifade edilmiştir.

[3] Konuyla ilgili teferruatlı bilgi için 20-25 Eylül 1937 tarihinde gerçekleştirilen İkinci Türk Tarih Kongresi tebliğlerine bakılabilir. (İkinci Türk Tarih Kongresi, 1937).

[4]  Bu noktada, Reis-i Cumhur İsmet İnönü’nün ve Maarif Vekili Hasan Ali Yücel’in nutuklarıyla birlikte dönemin gazetelerinde yer alan köşe yazarlarının 3 Mayıs 1944 Irkçılık ve Turancılık Davasıyla ilgili yazıları, 1944 tarihinde Maarif Matbaası’nın neşrettiği “Irkçılık-Turancılık” kitabında toplanmıştır. Detaylı bilgi için bkz. Maarif Vekâleti, 1994.

[5]  Atsız’ın yazdığı açık mektuplar için bkz. Atsız, 1997a: 9-29.

[6]  Atsız ile Ali arasındaki hakaret davasında, Atsız, Sabahattin Ali’ye hakaret ettiği gerek­çesiyle 4 ay müddetle hapis ve 66 lira 60 kuruş ağır para cezasına çarptırılmış, hapis cezasını tehir edilmiştir (Darendelioğlu, 1976: 46).

[7] Türklüğün devlet geleneğindeki adalet ve düzen vurgusu, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nda kendisini göstermiştir. Kendisini sol cenahta konumlandıran Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’in harekât başladığı anda yaptığı açıklama, Türk devlet kod­larının yansımasıdır: “İnsanlığa ve barışa büyük bir hizmette bulunmuş olacağımıza inanıyoruz. Öyle umarım ki kuvvetlerimize ateş açılmaz ve kanlı bir çatışmaya yol açılmaz. Biz aslında savaş için değil barış için ve yalnız Türklere değil Rumlara da barış getirmek için adaya gidiyoruz.” 1963’ten beri EOKA terör örgütü tarafından Türklere yönelik sistemli katliamların ve adada bozulan düzenin ve barışın yeniden tesis edilme­si,Türkiye’nin Kıbrıs’ı ontolojik güvenliğinin bir parçası olarak görmesi, Kıbrıs Barış Harekâtı’nın gerçekleştirilmesi sebepleri arasında yer almıştır.

[8] Tanıl Bora (2011: 155) bu hususu “Faşist hareket, rüştünü kazandığını 1970’li yıl­larda, kutsal Devletin ‘özüne’ dönerek bünyedeki mikropları temizleyeceği ilahi-top- lumsal ahengi yeniden tesis edeceği bir karşı düzen değişikliği tahayyülünü işlemiştir. “Kahrolsun düzen, yaşasın devlet” sloganı, bu tahayyülü özetler. Karşı-düzen değişikli­ği tahayyülü, faşist unsurları idare tekniğine eklemleyegelen Devlet aklının ve egemen blokun, faşist kadro/kitle hareketini de kayıt dışı asayiş unsuru olarak araçsallaştıran bakışıyla örtüşmez.” şeklinde ifade etmiştir.

[9] Bu noktada 70’lere gelinen süreçte, Milli Demokratik Devrim düşüncesiyle sol ile ordu arasındaki ilişkinin incelenmesi bu tartışmalara ışık tutmak bakımından elzemdir. Ayrıca silahlı eylemlere girişen hatta devrim arzusunu köyden mi kentten mi meto­duyla tartışmaya açarak bu sebepten muhtelif adlarla fraksiyonlara ayrılan sol cenah da 80 öncesi hadiselerin aktörüdür. Yine dönemin sol fraksiyonlarından bugüne kadar varlığını devam ettiren DHKP-C ve PKK terör örgütlerinin, amaç, örgüt yapısı ve si­lahlı eylemlerinin metot olarak faşizme yakınlığını göz önünde bulundurmakta fayda vardır.

[10] 57. Cumhuriyet Hükümetinin Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinde uyum yasalarını hızlı bir şekilde Meclis’ten geçirmesi, Türkiye’nin demokratikleşme sürecine ivme kazan­dırmıştır.

[11] Örneğin Tanıl Bora (2011: 154), “MHP’nin fikir ve kadro kökenini oluşturan bu aydın hareketinin eksiği, kitle dinamiğidir. CKMP/MHP’nin ve ülkücü hareketin tecrübesi ise, muhafazakâr ve merkez-sağ ideolojik ‘bulaşmalara’ ve klientalist-pragmatist yoz­laşmaya mukabil, faşist kitle dinamiğini içerir” derken MHP’yi sivil faşizm çerçeve­sinde konumlandırmıştır.

Yazar
Gökberk YÜCEL-Yusuf Ziya BÖLÜKBAŞI

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen