Türkçülüğün Esaslarından Türklüğün İlkelerine

Fikir adamları bir taraftan toplumu değiştirme ve yönlendirme arzusu ile hareket ederlerken ve bunu da belirli derecelerde gerçekleştirirken, kendileri de toplumun yapısı ve günün şartlarınca belirlenmektedirler. Gökalp’i de bu etkileşim çerçevesinde düşünmek ve ele almak gerekmektedir. Gökalp’i zirvede tutan, dönemin fikir akımlarını ve nazariyelerini iyi bilmesine rağmen onları taklit etmeyerek ve ülkenin gerçeklerini ideolojik kalıpların içerisine hapsetmeyerek, gerçekleri ideolojilerin kalıplarına feda etmeyip, mevcuttan hareketle döneme ve geleceğe hitap eden, kendine ve ülkeye has fikirler geliştirebilmiş olmasıdır. Ancak Gökalp’in bir taraftan tarihe ilişkin fikirlerinin, Osmanlı ve bilhassa Tanzimat üzerine yapılan araştırmalarla geçersiz kılınması, diğer taraftan kültür nazariyesinin pratik amaçlarla donatılmış esaslarının, tarihî tecrübelerle yanlışlanmış olması, merkezî noktaya tehdit, pratik endişe veya mücadelenin değil, hakikatin konması gerektiğini göstermektedir. Bu, zamana uyan değil, zamanı belirleyen bir toplum olmanın şartıdır. Zaman güçlü toplumların ellerinde şekillenirken, tabi toplumlar zamanın çelikten kalıplarına sığabilmek için eğilip-bükülmekte, neticede de başarısız olmaktadır.

Türkçülük, dönemin milliyetçilik akımlarından etkilenmiş olmakla birlikte, esasında zamana uyan değil, evvela direnen sonra da meydan okuyan bir hareket olarak ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Ziya Gökalp’in “esaslarını” da esaslı kılan budur. Günümüzde Gökalp’in fikirlerinin kısmen bize doğru gelmemesi, onu ve fikirlerini önemsiz kılmaz. Tam tersine onun öğrettikleri ile günümüz gerçekleri arasındaki mesafeyi ve millet olarak o günden bu güne katetmiş olduğumuz yolu gösterir.

“Türkçülüğün Esasları”, gerek döneminde, gerekse sonrasında ileri sürülen siyasî ve fikrî akımlara hem bir cevap hem de meydan okumadır. Bugün bize lazım olan köklerimize atıfla ve hakikatlerimizi beyan ile, kadim ülkümüzü yeni meydan okumalarla dile getirip, geleceği şimdiden kurmaktır.

                ESASLI BİR HAREKET: TÜRKÇÜLÜK

                Taner Akçam’a göre “Türk ulusçuluğu veya daha genel bir ifadeyle Türk ulusal kimliği tarih sahnesine çok geç çıkmıştır. Türk ulusal kimliğinin ne olduğu veya ne olması gerektiği üzerine ciddi ciddi düşünülmeye başlanması ancak 20. yüzyıl başlarıdır. Bu gecikmenin doğal bir sonucu “arayı kapatma” telaşıdır ki bu diğer ulusal gruplara karşı açık bir saldırganlık biçimini almıştır”.[1] Akçam’ın bu ifadelerine rağmen bir kere Türk kimliğinin tarih sahnesine çok geç çıktığını söylemek doğru bir yaklaşım değildir. Kimliğin yaşanan boyutu ile ifade boyutu elbette ki farklıdır. Kimliğin yaşanan boyutu, en azından üç bin yıllık Türk devletleri ile yaşıttır. Devlet-i Aliyye’de kimliğin siyasî arenada yer alması ise bir gecikme değil, ertelemeye dayalı, iradî bir kararlılık sürecinin sonucudur. Devletin sahibi olmalarından dolayı Türkler, Devlet içerisinde yer alan farklı millet ve dinden olan unsurların devlete bağlılıklarının devamını sağlamak için, yaşadıkları kimliği siyasî arenaya dâhil etmeme gayreti sergilemiştir. Nihayet gerek Osmanlılık gerekse İslâmî daire içerisinde arzu edilen birlik sağlanamayınca, üstelik de gayri Türk unsurlar doğrudan devletin karşısına dikilince, ertelenmiş olan Türkçülük, kendisini ifade etme zorunluluğunu duyarak, hissiyatını ve fikrini yoğun olarak ifade etmiştir. Zira bu dönemde Türkler “…yapayalnız kaldıklarını fark ettiler. Tutunacak bir manevî destek aradıkları vakit bizzat kendilerinin varlığından başka bir kuvvetin kalmadığını anladılar.”[2] Akçam’ın bahsettiği saldırganlık, arayı kapatma telaşından değil, yalnız kaldıktan sonraki zorunlu bir mukabele olarak ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla söz konusu olan saldırganlık değil savunmadır. Ortaya çıkan hareket, yapılan saldırılara cevap verme zaruretinden kaynaklanan, tehdidi bertaraf etme aciliyetidir. Bu aciliyete ve savunma konumuna rağmen, köklü bir mânâ derinliğine sahip olması, hareketi esaslı kılmış ve fikrî esaslarla donatmak mümkün olmuştur.

Bazıları içeriden –ulusalcılar- bazıları ise dışarıdan –milliyetçi karşıtları- milliyetçiliği emperyalizmle mücadele ya da yabancı düşmanlığı üzerine inşa etmektedirler. Milliyetçilik doğuşu itibariyle sadece emperyalizm veya sömürgecilikle mücadeleye bağlı olarak ortaya çıkmış değildir. Milliyetçi hareketlerin bir kısmında bu süreç yaşanmış ise de önemli bir kısmı –en azından sömürgeci devletler- bunun dışındadır. Türk milleti ise hem sömürgeci hem de sömürge olmamakla ayrı bir özellik arz eder. Diğer taraftan milliyetçilik, sadece ya da mutlaka emperyalizm ve sömürgecilikle mücadele temelinde yaşayan bir fikir ve duygu değildir. Milliyetçilik kendisi olarak yaşamanın, kendisini geliştirmenin ve hayatı mânâlı kılmanın bir yoludur. Yine Türk milliyetçiliğinde olduğu gibi yabancı düşmanlığını dışlayan, böylelikle başka milletlere saygı duyan, kendisine de saygı duyulmasını bekleyen bir şeref teşekkülü ve tezahürüdür. Nihayet milliyetçilik, koruma ve korunma duygusundan ibaret değildir. Aynı zamanda atılım için gerekli olan ruhu, şevki, özgüveni ve fikri sunar.

Geçmişin şanlı devirleri, geleceği inşa etmede şevklendirici bir güç olarak işlev ifa ederken, aynı zamanda hedeflerin de büyük olmasını sağlamıştır. Türk devletinin Osmanlı yönetimi sona ererken,  “Düvel-i muazzama” karşısında elde edilen galibiyetle, yok edilmek üzere olduğu düşünülen Türk milletinin bütün dünyayı dize getirmiş olması ise ayrıca düşünülmesi gerekmektedir. Zira sömürge olmadan sömürge zihniyeti ile bir taraftan mahkûm zihniyetinin belirlediği acziyet duygusuyla boyun eğenler, diğer taraftan yine acziyet duygularını bastırarak, her şeyin müsebbibi olarak gördükleri, memleketi değil ama zihinlerini ele geçirmiş “canavarları” gürültüyle kaçırmaya çalışanlar, köksüzlüğün ve ülküsüzlüğün ifadesi olarak aynı arenada birbirleri ile mücadele etmektedirler. Türklük davamızda her iki hastalıklı ruh halinden sıyrılarak, geçmişten alınacak ilhamla, geleceği Türklüğün ilkeleri ile belirlemek amacı taşımaktayız.

                TÜRKLÜĞÜN İLKELERİ

“Türeli” manasını esas alarak “Türk”ü, Türklüğün müşterek hafızasına ve ülküsüne sahip, bunlara binaen, mensubiyet şuurunda olan bireyler olarak tanımlayabiliriz. Bir mensubiyet şuuru olan Türklükte şuur arttıkça milliyet gelişir, o geliştikçe hezeyanlar fırtınası diner. Türkçülük ise müşterek hafızayı gelenek ve şuura, ülküyü ise hakikate dönüştürme hareketidir. O halde Türklük şuur, Türkçülük Türklüğe hizmet etmek demektir. Türklük ülkü sahibi olmayı, Türk milliyetçiliği ise ülküyü hakikate dönüştürme gayretini ifade etmektedir. Türkçülük, Ziya Gökalp’tan bu yana esasları ile uzun soluklu bir mücadele vermiş, bu mücadele Türklük şuur ve fikriyatını, yıkılıp giden ideolojilere rağmen hakikatli kılmıştır. Kökleri derinlerde olan “Esaslar”la atılan temelin üzerine, semaya yükselen bir yapı inşa edilmiştir. Bugün yapılması gereken söz konusu esaslı yapının, gelenekten alınan ve geleceğe taşınacak olan ilkelerle donanımlı kılınmasıdır. Türklüğün ilkelerini belirlerken temele yerleştirilecek hareket noktaları ve bunun üzerine yerleştirilecek ilkeler şunlar olmalıdır:

        I-Toplumun faydası dikkate alınmakla birlikte, toplumun yapısını düşünülen faydaya feda etmemek, başka devletlerde yaşayan Türklerin menfaatlerinin farklı olacağını bilmek, bu sebeple de hukukî değil sosyolojik esaslardan hareket etmek gerekir. Devletler, tanımlamayı hukuk esaslı yapabilirler. Ama hissiyat tanımlama değil “tanıma” üzerinedir. Dolayısıyla toplumun faydasını hedefleyen siyasî-hukukî tanımlama ile toplumun yapısını esas alan sosyolojik tanımlamalar birbiri ile örtüşmeyebilir. Bunları birbirleri ile bütünleştirmek bilim adamlarının değil siyasetçilerin işidir.

        II- Batıda icat veya inşa edilmiş kavramlara mahkûm olmadığımız bilinmelidir. Çünkü Türk milletinin gerçekleri ithal edilen kavramlarla izah edilemez. Nitekim Türkiye’nin siyasî sınırları kültürel sınırlarıyla örtüşmemektedir. Kültürel sınırları siyasî sınırlarından geniş olan bir milletiz. O halde millet kavramı, toprak esası üzerine inşa edilmiş olan “nation” a mukabil ve denk değildir. Bu bakımdan Türklük coğrafi bir ifade olan Türkiye veya Anadolu nitelendirmelerinden hareketle izah edilemez, sınırları çizilip, belirlenemez.

        III-Tehditleri göz önünde tutmakla birlikte, bunların zaman içerisinde sınırlı dönemler için geçerli olduğundan hareketle, tüm zamanları kuşatan bir yaklaşımla, savunmacı değil, atılımcı olunmalıdır. Merkeze “tehdit”i koyan anlayış, sömürgeler veya sömürge hayatı yaşamış toplumlar için söz konusudur. Merkeze “mücadele”yi koyan anlayış ise saldırgan bir tutum sergiler. Kendisini gerçekleştirmeyi değil, başkasını sindirmeyi esas alır. Hâlbuki hareket noktası olarak merkeze “hakikat”i almak gerekir. Bunun dışındaki halka mücadele, en son halka olarak da tehdit esas alınmak suretiyle değerlendirmeleri yapmak gerekmektedir. Hakikat idrak alanımızın merkezinden uzaklaştıkça, Türklük mânâ kaybına uğrar. Mücadele hakikatten uzaklaşırsa, Türkçülüğün aslî hedefleri tali olmaya başlar, bir müddet sonra da asaletini kaybeder. Son halkada bulunan tehdit göz ardı edildiğinde ise, gerçeklerden yola çıkılarak başlatılmış olan mücadele, engellere takılır, hedefe ulaşmada gecikmeler olabildiği gibi, ağır bedeller ödenmek durumunda da kalınabilir. Bedel ödeyen değil, bedel ödeten bir millet olmak gerekir.

IV-Birlik ve bütünlük esaslı değerlendirmeler yaparken gerçekler gölgelenmemelidir. Türkiye’nin gerçekleri Türklüğün gerçeklerinden ayrı tutulamaz. Aksi takdirde birlik ve bütünlük sağlamak amaç edinilirken, aksi sonuçlarla karşılaşmamak içten bile değildir. Bir gün gerçeklere ihtiyaç duyulduğunda, elde gerçek namına bir şeyin kalmadığı, gölgenin kalınlaştığı ve gerçeğin üzerinin tamamen örtüldüğü görülebilir. Bu sebeplerle Türk yerine coğrafî ya da tamamıyla siyasî kavramlar kullanılmamalıdır. Yine milliyetçiliğin sağına veya soluna ‘Türk’’ten başka kelime koyulmamalıdır.

        V-Sosyolojik manada, müşterek hafızayı ve geleceğe dair ülküleri içerisine alan “gelenek”ten yola çıkılmalı, böylece Türk’e rağmen Türkçülük değil, Türklükle Türkçülük yapılmalıdır. Gelenek bir bütündür, parçalanarak anlaşılamaz ve ilerletilemez. Türkiye’de her kesim kendi cephesinden geleneğin bazı yönlerine tepki duymaktadır. Bu yolla gelenek tahrip edilmektedir. Tahribat ise toplumu geleneksellikten gelenekçiliğe doğru sürüklemektedir.

        VI-Atatürk’ün Türk milliyetçiliğini, gerçekleri daha gür ifade ederek, istismardan kurtarmak gerekir. Cumhuriyetin ilk yıllarında “Türkler medeniyet kuramaz” propagandası ile yabancılar, devleti yüceltme ve geliştirme davasını güden devlet adamlarını, yönetici kadroları ve aydın tabakasını psikolojik yılgınlığa sürüklemek istemiştir. Her ne kadar köksüz bazı aydınlar bu oyuna gelmiş ise de Atatürk’ün bizzat kendisi, Türklerin medeniyetin yaratıcısı ve yaşatıcısı olduklarına yönelik araştırma ve çalışmaları, yabancıların oyununu bozmuştur. Bu tür propagandalardan zaten etkilenmeyen millete de istiklâl savaşında ispatlamış olduğu “Bir Türk dünyaya bedeldir” sözü ile ayrıca motivasyonel bir güç kazandırılmıştır. Hiç şüphesiz milliyetçiliğin bir fonksiyonu da kalkınma ve gelişmenin dinamosu olmasıdır. Kendine güven duyan, kendinden emin, aşağılık kompleksine yakalanmamış bir nesil henüz daha başlangıçta en önemli vasıtaya sahip demektir. Burada meydana gelecek olan ülkü birliği, bir Türk olarak insanın kendine güvenine ilâve güç olacak, millet olarak aynı davanın takipçilerinden biri olması dolayısıyla ferdi ve cemiyeti seferber kılacaktır. Atatürk bu ruh ve ülkünün mevcudiyetine inanmıştır. Nitekim onuncu yıl nutkunda bu psikolojik gücü çok iyi tasvir etmiştir: “Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir. Çünkü Türk milleti millî birlik ve beraberlik içerisinde güçlükleri yenmesini bilmiştir”.

Bütün dünyanın cephe aldığı Türk devleti, kendi başına kalınca, kalkınmanın yolu olarak sağlam bir millî kültüre dayanmayı ilke edinmiştir. Bütün bu faktörler Türk milliyetçiliğinin gelişmesinde ve amaçlarının belirlenmesinde itici bir rol oynamıştır. Doğrudan doğruya Türk milletine dayanan devletin lideri olarak Atatürk, bu ortamın odak noktasında bulunmuştur. Başka bir ifadeyle, böyle köklü bir Türk milliyetçiliğinin içerisinde yetişmiştir. Burada verilen mücadele ise taşıyla, toprağıyla, yaşayanıyla, şehidiyle Türk olan vatanın sonsuza kadar yaşatılmasıdır. Atatürk, “Bu memleket tarihte Türk’tü, bugün Türk’tür ve sonsuza kadar Türk olarak yaşayacaktır”[3], sözü ile davasının özünü ifade etmiş bulunuyordu.

                Bütün bu gerçeklere rağmen Atatürk adına Türk milliyetçiliğinden taviz verenler ve yalan- yanlış onu referans gösterenler bu noktada gaflet, delâlet ve hatta hıyanet içerisinde olabilirler. “Ne mutlu Türkiyelim” sözü, ne Atatürk’ün düşüncesiyle ne de Atatürkçülükle bağlantılıdır. Bunun gibi “üst kimlik-alt kimlik” nitelendirmeleri, millî kimliğimizin gerçekleriyle uyuşmamaktadır. Uzlaşma veya bazı çevreleri siyasî amaçlarla cezbetmeye çalışma amacıyla yapılan bu yanlışlıklar, hoşgörü sınırlarının dışına taşmaktadır. Halk kendi memleketinde Türk olduğunu söyleme tedirginliği içerisine düşmektedir. Bir Fransızın, Almanın, Arabın milliyetiyle ile ilgili oldukça açık nitelendirmelerde bulunulurken veya bu milletlerin kendi kimliklerini açıklıkla ortaya koymaları yerinde bir anlayış ve kabul ile karşılanırken, Türk kimliği yerinde olmayan ve hatta acımasız suçlamalar içeren bir karşılık bulmaktadır. Hatta azınlıkların bile kendi kimliklerini ve milliyetlerini açıkça ortaya koymaları hoş karşılanmaktadır. Elbette ki bizler de hoş karşılıyoruz. Ancak bazı çevreler tarafından bunlara gösterilen hudutsuz hoşgörü, Türklüğünü ortaya koyanlara yönelik olarak hudutsuz tahammülsüzlüğe dönüşmektedir. Ancak bu tür tutum ve davranışlara yönelik olarak bazen ilk bazen de son olmak üzere söylenecek yegâne söz “Ne mutlu Türküm diyene” olacaktır.

        VII-Türkiye kurtarılması değil, ihya edilmesi gereken bir ülkedir. Sürekli kurtarıcılık düşüncesi, milliyet şuurunu zedelemekte, kurumlaşmayı engellemektedir. Ya statükoculuk ya da sürekli devrimcilik anlayışıyla, bir taraftan kurumlar kalın duvarlar içerisine hapsedilmekte diğer taraftan da yapılmadan bozulan bir inşa anlayışıyla bir türlü yapılaşma sağlanamamaktadır. Hâlbuki Türkiye çoktan halkla birlikte kurtarılmıştır. Halka rağmen kurtarıcılık rolünü üstlenerek rejimle millet arasına mesafe koymak, bizatihi kendisinin millet nezdinde dışarıda tutulmasına yol açmaktadır. Gerçekte güçlü bir Türklük vardır, olması gereken, gücün devletin ihyası için kullanılmasıdır. Bu bakımdan mücadele etrafında düşünüldüğü kadar, işbirliği üzerinde de odaklanılmalıdır.

        VIII-Biyolojik temelli ırk kuramları bize ait değildir. Bizi yansıtmadığı gibi, esasen çıktığı medeniyet ikliminde de oldukça tartışmalıdır. Irk, Batı’da eşitsizlik üzerine inşa edilerek, üstünlük-aşağılık karşıtlığı çerçevesinde, Avrupalıların dünyanın geri kalanını aşağı ilan ederek sömürme mücadelelerine kaynaklık teşkil eden günahkâr bir kavram, ırkçılık ise zalim bir ideolojidir. Bizde ırk kavramının soya olan vurgusu bulunmakla birlikte, aslında beden-ruh bütünlüğünü ifade eder. Damarlarımızda dolaşan kanın asaleti taşımış olduğu ruhundandır ve muhtaç olunan kudrete bunun şuuruna varmakla ulaşılabilir. Elbette ki Türk de kendini üstün sayar. Ancak Türk’ün üstünlüğü ırk kavramına değil, sahip olduğu değerler üzerine inşa edilir. Dolayısıyla da sömürüye yol açmaz, tam tersine adil olmaya vurgu yapar. O halde ırk gerçeğini yok saymamakla birlikte, biyolojik temelli ırk Türklüğün ilkelerini belirlemede doğru bir hareket noktası olamaz. Milleti ırk temelinde daha az veya daha fazla Türk yapmanın bir ölçüsü olamaz. Ölçü olsa bile bunun sınırı konulamaz. Türklük bir kere ırk terazisinde tartılmaya başlanırsa, terazinin diğer kefesine konulanın haddi hududu kalmaz.

        IX-Din birleştirici bir unsur olabilir. Ancak tek başına dinden hareket edildiğinde bunun gerçekleşmesi mümkün değildir. Şayet birlik ve bütünlüğün teşekkülünde din yeterli bir etken olsaydı, bir zamanlar Türk’ün adil yönetiminde huzurlu bir hayat süren Müslüman toplulukların –sınırları mürekkeple çizilmiş devletleri olmakla birlikte hala millet olamamışlardır- Devlet-i Aliye’ye ihanet etmemeleri gerekirdi. Tarih bunu acı tecrübelerle Türk milletine öğretmiş bulunuyor.  Dolayısıyla şekle hapsedilmiş ya da indirgenmiş dinden hareket edilemez. Türklük büyük bir âlemdir. Bu âlemde farklı dinler olabildiği gibi, çoğunlukla da farklı mezhepler söz konusudur. Bu bakımdan din merkezli bir millet tarifi yapıldığında, dinin farklı idrak tarzlarını ya da mezheplerini tek bir yorum ya da mezhep dairesinde toplamak zarureti doğar ki bu mümkün görülmemektedir. Ama dinî özde müştereklikler bulunabilir. Dini idrak sahasının dışına itmiş bir Türkçülük, en nihayetinde bir taraftan dini istismar edenler, diğer taraftan da misyonerlerle mücadele etmek zorunda kalır. Dini ideolojileştirenlere kapı aralanmış ya da fırsat verilmiş olur. Türk’ün idrak ettiği İslâm’ın hayata tatbikini canlı tutmak, Müslümanlığın yozlaşmasına da engel teşkil edecektir. Diğer taraftan dini şekle hapsetmek tam manasıyla Türk olan Alevî-Bektaşî camiasını Türkçülük hareketinin dışına itecek, geçmişte komünizmin bölücülüğüne hedef olmalarında görüldüğü gibi şimdi de etnik bölücülüğün veya misyonerliğin hedef kitlesine dönüştürecektir.

        X-Türklük mevcut “şartlar” dâhilinde tanımlanamaz. Zira şartlar geçici, Türklük ise bakidir. Siyasî konjonktüre bağlı olarak, ya da içinde bulunduğu siyasî hareketin güne ait politikalarına dayanarak yapılan milliyetçilik yorumları, milliyetçilik fikriyatı bakımından bağlayıcı değildir. Yine çeşitli bölgelere yönelik sınırlı mücadeleler önemli olmakla birlikte, buradaki sıkıntıların temel meselenin kolları olduğu şuuru taşınmadığı takdirde, çözümsüzlük devam edecektir.

        XI-Dışarıya yönelik olarak hezeyanlardan ve hayranlık duygusundan hareket edilemez. Bu duygulardan kurtulmanın yolu geleneğin gücüne vakıf olmaktan geçer. Türk’ün düşmanlarının çokluğu hem tarihî hem de bugüne ait bir hakikattir. Türk’ün kendisine düşmanlık edenleri ve üzerine plan yapanları tanıması ve bilmesi asla bir paranoya değildir. Sevr, başımıza balyoz gibi inen bir hakikattir. Tarih bir halisünasyonlar alanı değildir. Bugün dünyanın dört bir yanında yaşanmakta olan olaylar da bir kâbus değildir ama hiç şüphesiz kâbustan daha beterdir. Hayranlık içerisinde olanların Türk milliyetçisi aydınları paranoya ile suçlaması mazur görülememekle birlikte, anlaşılabilir bir tutumdur. Kendi varlığından habersiz ya da varlığını Türklükten başka herkese armağan edenlerin tavır alışlarında farklı bir yöneliş beklenemez. Diğer taraftan Türk değer ve geleneklerinden habersiz olan bir başka kesimin de başına gelen-gelmeyen her şeyin müsebbibini dışarıda araması, kendi eksikliğinin üstünü örtmekte, hezeyanlara varan değerlendirmelerin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Hâlbuki geleneğe vakıf olmak, güven duygusu ve kendi ülküsünü gerçekleştirme gayreti ile bir taraftan lüzumsuz hayranlığı, diğer taraftan da hudutsuz hezeyanı ortadan kaldıracaktır.

        XII-Türklük aklın dışında bir olgu olmamakla birlikte akılla –özellikle de birilerinin aklı ile- sınırlandırılamaz. Günümüzde batı dünyası yüzyıllardır kutsadığı akılcılığın sürüklediği buhrana kapılmaktadır. Türk milleti ise aklı dışlamayan ama kalbi de önemli gören, ikisini birlikte bir bütün olarak idrak edip gönül kavramı ile ifade eden bir millettir. Türklük gönül sahibi ve sevdasında gönüllü olandır.

        XIII-Moderniteci Türkçülük, sömürgecilere kapı aralayabilmektedir. Kutlu kılınması gereken modernizm –şimdi de globalizm- değil, Türklüktür. Akman, “Modernleşme devleti kurtarmak ve bekasını sağlamak için gerekliydi. Milliyetçilik ise modernleşmeyi gerçekleştirmek için kullanılan bir araçtı”[4] demektedir. Ancak Cumhuriyet dönemini değişmeyen bir bütün olarak görmek doğru değildir. Başlangıçta modernleşme, devleti kurtarmanın bir aracı olarak benimsenmiştir. Burada milliyetçilik, modernleşmenin bir aracı değil, modernizmin azmanlaşma tehlikesinin freni ve açtığı yaraların merhemi olmuştur. Ancak aracın amaca dönüşmesi ile –tek parti dönemi- milliyetçilik geri plana itilmiş, hatta milliyetçilik adına millet yok sayılarak, millete rağmen milliyetçilik yapılmıştır.

        XIV-Türkçülük veya milliyetçilik sağına veya soluna eklenen ideolojilerle bir arada tutulamaz. Siyasî partilerin milliyetçiliği kullanma çabaları, onu âdeta içi doldurulması gereken ya da buna müsait olan “tabular rasa” olarak görülmeleri, milliyetçi dünya görüşünü zedelese de, milliyetçiliğin fikrî veya tecrübî donanımı nihaî noktada kendisini göstermektedir.

        XV-Türklüğü besleyen damarlar millî ve manevî değerlerdir. Değerden soyutlanmış bir milliyetçilik ruhunu kaybetmiş bedene döner. Her ne kadar beden önemli ise de, kendisine yakışan ruhu çıkararak bedeni isyankâr kılmamak gerekir. Türk’ün bedeni her ruhu kabul etmez, her ruha uymaz. Öz değerleri ile ruhunu donatmış bir bünye gerekmektedir. Türkçülük ise bu değerleri korumak değil geleceğe taşımak, onları canlı kılmaktır.

        XVI-Milliyetçilik her şeyden evvel ülküde birliktir. Ülküde parçalanma ve zıddiyet ortaya çıkarsa, birliğe vesile olacak duygu ve düşünceler çatışmaya yol açar. Ülküsüzlük ise yabancı ideolojilerin nüfuz alanını açar ve dış kaynaklı ideolojilere bağımlılığı arttırır. Dış ideolojilere bağımlı bir nesil, kendi kaderini kendisinin tayin etme hakkını başkalarına devretmiş olur. Ülkemiz ülkümüz kadar yaşar ve büyür, elma dalında kızarmış, elimizi uzatmamızı beklemektedir.

        XVII-Türkçülük, korku değil, güven duygusu üzerine temellendirilmelidir. Sömürge hayatı yaşamamış ve sömürüye boyun eğmemiş bir millet olarak, bunların bize verdiği “güven” duygusundan hareket etmek gerekir. Böylece Türkçülük bir savunma hareketi değil, muhatabını savunmaya itecek fikir ve politikaların merkezi olur.

        XVIII-Milliyetçilik, nefret değil sevgi duygusunun üzerine temellendirilmelidir. Başkasına nefret yerine kendi milletine sevgi ile milliyetçilik ruhunu canlı tutmak gerekir. Sevdasını hedef alan tehditlere yönelik nefret ise milletine olan sevgisine dayalı olarak kendiliğinden çıkacak ve daha sağlıklı olacaktır.

SONUÇ

Milliyetçilik geçmişte olduğu gibi günümüzde de önemini devam ettirmektedir. Zira “Globalizm”, olgu olarak sosyolojik boyutlarını inkâr etmiyoruz ama bir sömürü sistemi olarak yayılma mücadelesi içerisindedir ve bunun karşısında durabilecek yegâne güç milliyetçiliktir. Bu sebeple kabilecilik globalizmin yayılmacılığını kolaylaştıran bir ideoloji olarak desteklenirken, bunun karşısında milliyetçilik gözden düşürülmeye çalışılmaktadır. Buna karşılık ideolojiyi yaygınlaştıran Amerika, ihraç ettiğinin aksine “banal milliyetçilik” nitelendirmesinde olduğu gibi köksüz ve saldırgan milliyetçilik olarak ifade edebileceğimiz bir tarzda da, başka milletleri dışlayan olumsuz bir milliyetçilik uygulaması içerisindedir. Küresel yayılmacılık karşısında kabileleri inkâr etmeyen ama kabilecilik yapmayan, bütünlükçü bir milliyetçilik anlayışı ile durulabilir.

Batının milliyetçilik düşünce ve duygusunu ideolojileştirip, sömürünün meşruiyet kaynağı olarak kullanması, bizim farklı idrak ettiğimiz ve buna bağlı olarak da tatbikatını kendimize göre yaptığımız milliyetçiliği terk etmemiz gerekmediği gibi, söz konusu günaha ortak edilmemiz de doğru değildir. Batının sömürgeci milliyetçiliği hâlihazırda devam etmekle birlikte, dünyaya hâkim olabilmek için muhataplarında milliyetçi direnişi yıkma mücadelesi verilmekte olduğu gerçeği bir yana, milliyetçiliğin Batının elinde Frankeştayna dönüşmesi, kavramın kendi idrakimiz çerçevesinde devam ettirilmesi ve geliştirilmesini bir insanlık vazifesi olarak da görmemiz gerekir. Ayrıca şu anda sömürüye meşruiyet sağlayan en önemli kavram demokrasidir. Batının bu gidişle söz konusu kavramı da frankeştaynlaştırması sonrasında, faraza ileride bu kavramı günah keçisi olarak ilan etmesi neticesinde, bizim de buna uymamız ne kadar abesle iştigal ise, milliyetçilik için de aynı durum söz konusudur.

Küreselleşmenin farklılıkları törpüleyerek kültürleri birbirine yaklaştırdığı bir efsane olarak ileri sürülmektedir. Beklentiler, mevcutmuş gibi aktarılırken; mevcut, hastalık olarak takdim edilmektedir. Sosyal mesafe ihmal edilerek, coğrafi mesafenin ortadan kalktığı iddiasıyla sunulan tek dünya kültürü, farkın farkındalığıyla artan sosyal mesafe tarafından yıkılmaktadır.

                Küreselleştiricilerin davası, dünyadaki bütün insanları kendilerinin aynısı yapmak değildir. Bir kere kendilerinin ve medeniyetlerinin eşsizliği düşüncesi ilk bakışta kendisini gösteren psikolojik engeldir. Bu sebeple de ancak ve ancak kendilerinin yönetimi ve yönlendirmesi ile kendilerine benzeyen tabi topluluklar ve bireyler meydana getirme amacındadırlar. Her şeyden evvel benzerliğin sağlanabilmesinin, siyasetin küresel aktörlerine teslimiyetten geçtiği düşüncesi dayatılmaktadır. Bu manada, globalist siyaset, küresel düzeni tehdit eden millî unsurlara bırakılamayacak kadar önemlidir. İşte bu sebeplerle Globalizm karşısında milliyetçilik, küresel arenada yaşanan girift, planlı ve propaganda ile coşturulmuş fikir, düşünce ve olaylar anarşisinin, ortak anlamlandırma dairesi içerisinde kavranmasına ve bunlara donanımlı cevaplar ile etkili karşılıkların verilmesini sağlar. 

                Köle olmamış bir millet olarak, kendi içinde veya dışında köle yaratmayan bir Türk milliyetçiliği anlayışı tarihimize damgasını vurmuştur. Bugünün ve geleceğin böyle bir anlayışa ihtiyacı, Batı tipi milliyetçiliğin kahredici sonuçları ile birlikte, gittikçe şiddetli bir şekilde artmaktadır. Bu itibarla Türk milliyetçiliği sadece kendisi küresel sömürü ile mücadele etmekle kalmayacak, İstiklal Harbi sonrasında olduğu gibi mazlum milletler için de hem bir lider hem de model olacaktır. Geleneği ve millî değerleri ihmal etmeden ortaya koyacağımız esaslı ve ilkeli millet anlayışı, geliştireceğimiz milliyet duygusu ve bu çerçevede gerçekleştireceğimiz milliyetçilik fikri, küresel bir kargaşalığın ve insanî çöküşün şiddetlendiği dünya için de kurtuluş olacaktır.

 DİPNOTLAR                   

[1] AKÇAM, Taner: “Türk Ulusal Kimliği Üzerine Bazı Tezler”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, C.4, Milliyetçilik, İst., 2003, sh.53.

[2] ARIK, Remzi O.: Türk İnkılabı ve Milliyetçiliğimiz, Ankara, 1981, sh.12.

[3] Atatürkçülük, Birinci kitap, MEGSB,İst.,1988, C.1,sh.83.

[4] AKMAN, Ayhan: “Etnik-Sivil Kuramsal İkilemin Ötesinde: Modernist Milliyetçilik, Milliyetçilik Kuramında Etnik/Sivil Milliyetçilik Karşıtlığı”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, C.4, Milliyetçilik, İst., 2003, sh.89.

YAYIMLANDIĞI YER: 
Türk Yurdu Dergisi, Temmuz 2007 – Yıl 96 – Sayı 239

https://www.turkyurdu.com.tr/yazar-yazi.php?id=3675

(20.02.2023)

Yazar
Taner TATAR

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen