Doğu Ege adalarının silahlandırılması savaş sebebi olabilir mi?

Yunanistan’ın yukarıdaki iddialarının da hukuki temelleri ciddi ölçüde zayıftır. Çünkü Yunanistan’ın tek taraflı olarak, Lozan Antlaşması’nın hükümlerini ve NATO nezdindeki taahhüdü ihlal ederek, adaların karasuyu alanlarını Türkiye’nin egemenlik hakkına açık saldırı oluşturacak şekilde artırması fikri, uluslararası hukukun açık ihlalidir. Bu durum karşısında Türkiye’nin meşru müdafaa hakkını kullanacağını belirtmesi, şartların esaslı olarak değişmesinden ziyade egemenlik hakkıdır.

*****

Dr. Onur URAZ[i]

Ege Denizi sorunu, Türkiye ile Yunanistan arasında on yıllardır devam ediyor. Bu sorunun temel ihtilaflarından biri ise Yunanistan’ın Doğu Ege adalarının “gayri askeri” statüsünü ihlal etmesi. Yunanistan’ın son dönemlerde adalarda artan askeri faaliyetleri ve genel söylemleri, Türkiye-Yunanistan arasındaki gerginliği yeniden alevlendirdi. Dolayısıyla Ege Denizi sorununun uluslararası hukuktaki temellerini, tarafların argümanlarını ve Yunanistan’ın artan faaliyetleri karşısında Türkiye’nin atabileceği adımları tartışmak elzem hale geldi.

Ege’deki Türk hâkimiyeti 20. yüzyılın başında sona erdi. Osmanlı Devleti, Birinci Balkan Savaşı ve Trablusgarp Savaşı’na müteakip -birkaç istisna haricinde- Ege’deki adalar üzerindeki hukuki egemenliğini, 1912’de imzalanan Uşi Antlaşması, 1913’te imzalanan Londra ve Atina antlaşmaları ve 1914’te Londra Büyükelçiler Konferansı Kararı sonucu kaybetmiştir.

Adaların silahsızlandırılması

Günümüzde devam eden anlaşmazlık penceresinden bakıldığında Londra Büyükelçiler Konferansı Kararı’nın önem arz eden yanı, Yunanistan’a devredilen adaların askeri bir amaçla kullanılmayacağı veya askeri müstahkem hale getirilemeyeceği hükmüdür. Lozan Barış Antlaşması, 12. madde kapsamında, 1914 tarihli Londra Büyükelçiler Konferansı Kararı’nın kurduğu düzeni teyit eder ve devam ettirmeyi amaçlar.

Yunanistan’a bırakılan adaların silahsızlandırılmasına dair diğer açık hükümler ise Lozan Antlaşması’nın 13. maddesinde (Midilli, Sakız, Sisam ve Nikarya bakımından) ve aynı tarihli Boğazlar Sözleşmesi’nin 4. maddesinde (Semadirek, Limni, İmroz/Gökçeada, Bozcaada ve Tavşan bakımından) yer alır. Dikkat çeken diğer bir durum ise Lozan Antlaşması ile İtalya’da kalacağı teyit edilen 12 Ada’nın silahsızlandırılmasına ilişkin doğrudan bir hüküm yokken, Yunanistan’a bırakılan adalara ilişkin bu yönde bir düzenlemenin uygun görülmesidir. Antlaşmaya göre, söz konusu adalarda Yunan Silahlı Kuvvetleri, silah altına alınıp yerinde eğitilebilecek normal askersel birlikle ve tüm Yunanistan topraklarındaki jandarma ve polis sayısı ile orantılı olacak bir jandarma ve polis örgütü ile sınırlı kalacaktır.

Adaların silahsızlandırılmasıyla ilgili mühim olan diğer iki adım ise 1936 tarihli Montrö Boğazlar Sözleşmesi ve 1947 tarihli Paris Barış Antlaşması’dır. Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin ek protokolü ile Türkiye’nin “Boğazlar mıntıkasına” yeniden asker ve silah konuşlandırılması kabul edilmiştir. Paris Barış Antlaşması ise İkinci Dünya Savaşı sonrası muzaffer devletler ile İtalya arasında imzalanmıştır ve Türkiye bu antlaşmanın tarafı değildir. Paris Barış Antlaşması’nın 15. maddesi, 12 Ada’nın mağlup İtalya tarafından Yunanistan’a bırakılmasını hüküm altına alır. Aynı maddenin ikinci fıkrası ise 12 Ada’nın silahsızlandırılacağını açıkça belirtir. (These islands shall be and shall remain demilitarized).

Hukuki durum ve ihlaller

Yukarıda işaret edilen antlaşmaların Doğu Ege adalarının silahsızlandırılmasını güvence altına almayı amaçladığı bu denli sarih iken, Yunanistan’ın 1960’larda başlayan ve günümüze dek katlanarak artan ihlallerinin hukuki gerekçelendirmesi nedir?

Yunanistan’ın argümanları; coğrafi ve paralel biçimde hukuki olarak üçe ayrılmaktadır. Bu argümanlardan ilki; Kuzey Doğu Ege’deki Lemnos, Samothraki gibi adalara ilişkindir. Yunanistan’ın savına göre bu adaların statüsü, Lozan Antlaşması’nın bir uzantısı olan 1923 Lozan Boğazlar Sözleşmesi ile düzenlenmiş ve bölgedeki Türk ve Yunan adaları silahsızlandırılmıştır. Ancak 1936 tarihi Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile 1923 Lozan Boğazlar Sözleşmesi ilga edilmiştir. Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nde ise Yunan adalarıyla ilgili benzer bir düzenlemeye gidilmemiştir.

Yunan tarafı Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin giriş kısmında yer alan “Sözleşmenin 1923 tarihli Boğazlar Sözleşmesi’nin ikame ettiği” tabirinden ve benzer bir “silahsızlandırma” hükmünün yokluğundan hareket etmektedir. Ancak Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin sadece düzenleme yaptığı hükümleri mi yoksa tüm Boğazlar Sözleşmesini mi ilga ettiği muğlaktır. Zira, 1923 tarihli Lozan Boğazlar Sözleşmesi, Lozan Antlaşması’nın doğal bir uzantısıdır. Dahası Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin tamamı ile bir ilga hali yarattığı kabul edilse dahi, Türkiye’nin Boğaz mıntıkasında yeniden askeri faaliyetlerde bulunması, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin ek protokolündeki açık hüküm ile vaki olmuştur. Böyle bir açık hükme gerek görülmesinin mefhumu muhalifinden yapılacak makul yorum, bölgedeki gayri askeri statünün hukuki (de jure) durum olduğu ve benzer bir açık hükmün yokluğu halinde aynen devam etmesi gerektiği anlamına gelir.

Yunanistan’ın ikinci argümanı ise Lesvos, Chios gibi Orta Doğu Ege adalarına ilişkin olup, temelde Lozan Antlaşması’nın 13. maddesine ilişkindir. Lozan Antlaşması’nın 13. maddesinde, asker sayısı ve hangi tip askerin konuşlanmasının yasak olduğuna dair açık bir sınırlama yoktur. Ancak her ne kadar Lozan Antlaşması, Paris Antlaşması gibi “silahsızlandırma” terimini direkt olarak kullanmamışsa da gerek 13. maddenin genel yapısı, gerekse de 12. madde ve 1914 tarihindeki Londra Büyükelçiler Konferansı Kararı birlikte okunduğunda, Yunanistan’ın savının makul olmadığı ortaya çıkar.

Yunanistan’ın üçüncü argümanı ise Güney Doğu Ege adalarına (12 Ada) ilişkindir. Yunanistan’ın iddiası; Türkiye’nin Paris Sözleşmesi’nin tarafı olmaması sebebiyle buradaki silahsızlandırma hükmünü, Yunanistan’a karşı ileri sürme imkânı olmadığıdır. Ancak ilgili silahsızlandırma taahhüdü Türkiye’nin endişeleri göz önüne alınarak bölgesel güvenliği korumak amacıyla eklenmiştir ve antlaşmanın asli hükmü niteliğindedir. Bu bakımdan Türkiye bu antlaşmaya taraf olmasa dahi, antlaşmanın doğası gereği yararlanan üçüncü ülke konumunda olup, Yunanistan’dan ilgili yükümlülüğüne sadık kalmasını talep edebilecektir.

Nitekim, Paris Antlaşması’nın ve Lozan Antlaşması’nın açık hükümleri ışığında, Orta ve Güney Ege adalarına ilişkin hukuki gerekçelerinin yeterli olmadığının farkında olan Yunanistan, 1990 sonrası “rebus sic stantibus” argümanını ortaya atmıştır. Antlaşmalar hukukunun temel ilkelerinden olan rebus sic stantibus argümanı; şartlarda esaslı değişiklik meydana gelmesi sonucu bir antlaşmanın veya hükmünün uygulanamaz hale gelmesini ifade eder. Yunanistan’ın bu çerçevedeki ilk argümanı; iki devletin de NATO üyesi olması ve ortak savunma sisteminde bulunmasının silahsızlandırmaya temel oluşturan güvenlik kaygılarını ortadan kaldırdığı yönündedir. Diğer bir argüman ise Yunanistan’ın karasuyu alanlarını tek taraflı olarak 6 milden 12 mile çıkarma fikrini Türkiye’nin savaş sebebi saymasının (casus belli), şartları esaslı olarak değiştirdiği ve meşru müdafaa hakkını doğurduğudur. Türkiye’nin NATO’dan bağımsız olarak 20 Temmuz 1975 tarihinde Ege Ordusu’nu (4. Ordu) kurması ve Yunan adalarının karşısına konuşlandırması da Yunanistan için benzer yönde bir etki oluşturmuştur.

Türkiye’nin egemenlik hakkı

Yunanistan’ın yukarıdaki iddialarının da hukuki temelleri ciddi ölçüde zayıftır. Çünkü Yunanistan’ın tek taraflı olarak, Lozan Antlaşması’nın hükümlerini ve NATO nezdindeki taahhüdü ihlal ederek, adaların karasuyu alanlarını Türkiye’nin egemenlik hakkına açık saldırı oluşturacak şekilde artırması fikri, uluslararası hukukun açık ihlalidir. Bu durum karşısında Türkiye’nin meşru müdafaa hakkını kullanacağını belirtmesi, şartların esaslı olarak değişmesinden ziyade egemenlik hakkıdır.

Ayrıca Türkiye’nin Ege Ordusu’nu (4. Ordu) kurması, yine egemenlik hakkının doğal bir uzantısıdır. Türkiye’nin bunu yapmayacağına dair de bir taahhüdü yoktur. Hâlbuki Yunanistan, mezkûr sözleşmelerin silahsızlandırma hükümleri ile bağlıdır. Yunanistan’ın “egemenlik” ilkesine vurgu yaparak “ahde vefa” ilkesini ihlal edebileceğini ileri sürmesi uluslararası hukukun tüm öğretileriyle çelişir. NATO kapsamındaki ortak savunma sisteminin ise özellikle içinde bulunduğumuz koşullarda ve uluslararası düzenin bugünkü durumu düşünüldüğünde hukuki durumu değiştirmek için geçerli şartları sunmadığı açıktır.

İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde “haklı savaş” kavramı ortadan kalkmış ve devletler arası kuvvet kullanımı Birleşmiş Milletler Şartı’nın 2/4 maddesi kapsamında bütünü ile yasaklanmıştır. Bu yasağın istisnaları ise devletlerin meşru müdafaa haklarını kullandığı haller ile Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararıyla güç kullanılması durumlarıdır. Bu sebeple 1945 sonrası dönemde, Irak’ın işgalinden Rusya-Ukrayna Savaşı’na, Altı Gün Savaşı’ndan Falkland Savaşı’na kadar her çatışmada, taraflardan en azından biri, meşru müdafaa hakkını kullandığını ileri sürmüştür.

Türkiye-Yunanistan arasındaki sorunun barışçıl yollarla çözülmesi beklenmektedir. Ancak yıllardır süren müzakere ve arabuluculuk girişimlerinin sürekli sonuçsuz kalması, Yunanistan’ın tehlikeli özgüveni ve söz konusu anlaşmazlığın iki tarafın da rızası olmadan uluslararası yargıya götürülemeyecek olması, barışçıl çözümü şu an için mümkün kılmamaktadır.

Türkiye’nin olası kuvvet kullanma durumu

Öte yandan, adalardaki silahlandırma faaliyetlerinin uluslararası hukuku açıkça ihlal ettiği hususunda bir tartışma bulunmamaktadır. Yunanistan’ın mevcut ihlallerini bir adım öteye taşıyarak, Türkiye’ye meşru müdafaa hakkı doğuracak fiillere, yani Türkiye’nin egemenliğine yönelik ihlallere başvurması halinde Türkiye’ye sert güç kullanma hakkı doğar.

Örneğin, adaların karasuyu alanlarının genişletilmesine yönelik tek taraflı “de facto” veya “de jure” girişimler, Türkiye’nin egemenlik haklarına tecavüz edecek niteliktedir. Bu durum Türkiye’ye meşru müdafaa hakkını doğurur.

Yine adalardaki askeri faaliyetlerin Türkiye’ye yönelen bir saldırı tehdidine dönüştüğü ve bu tehdidin ani, kaçınılmaz, başka yollarla defedilemez olması ve sorunun çözümü için müzakere imkânlarının olmaması/kapanması durumunda da Türkiye için savunma amaçlı müdafaa hakkı doğar.

Türkiye’yi kuvvet kullanmaya mecbur edecek şartların oluşması halinde meşruiyetini sağlayacak hukuki delil ve argümanların itinayla işlenmesi ve uluslararası topluma aktarılması elzemdir.

—————————————————–

[i] Hacettepe Üniversitesi, Hukuk Fakültesi, Milletlerarası Kamu Hukuku Anabilim Dalı

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen