Hangisi Daha Çok – Suzan ÇATALOLUK

karlı tepeler ile ilgili görsel sonucu

Suzan ÇATALOLUK

Uzakta hayal meyal fark edilen bembeyaz tepelere, kardan neredeyse görünmeyecek hale gelmiş ormanın yanındaki donmuş dere yatağına, hemen önlerinde uzanan dümdüz ovaya baktı.
Hüzünlü bir macera olarak kabul ettiği hayatını, yenilgilerini, başarılarını, sevinçlerini, acılarını, kederlerini düşündü. Hangisi daha çoktu?

Esen uğultulu sert rüzgârla savrulan kar taneleri eski mi eski, Nuh Nebiden kalma minibüsün camlarına vurdu. Sonra da bembeyaz ölü kelebekler gibi öylece kalakaldılar. Sordu kendi kendine: “Hangisi daha çok?”
İşte şu cama yapışıp öylece kalan kar taneleri gibiydi onlar ve şimdi ne önemi vardı? Düşündü, “hiç, hiç önemi olamıyor şimdi… Şimdi köyüme dönüyorum. Kara gözlü, soğuktan burunları akan, üstü başı dökülen küçük çocuklarıma. İşte gerçek bu…”

Minibüste üç kişiydiler, suskun sürücü, muavini ve kendisi. Cızırtılı radyoda iç karartan arabesk müzik vardı. Aşkından perişan olmuş, hayata küsmüş bir adam içki kadehlerinin arasından vefasız aşkına beddua edip duruyordu ezgisinde.

Aşk ve beddua… Yan yana durmaları hiç yakışık almıyordu.
O günlere gitti, gönlü acıdı, içi sıkıldı. O tuhaf, kendisini yıkan maceradan satır başları kalmıştı sadece. Ama bu bile yetiyordu hüznünün devamına.
O satırbaşlarını düşündü: Fakültede talebe idi, küçücük, gösterişsiz, çok ciddi bir kızdı.
Bir gün arkadaşlarının yanına gelen o delikanlı ile karşılaşmıştı. Sonra gülüşü, yüzü, sesi, sözleri takılmıştı aklına. İkide bir aklına geliyor, bu hale gülümsüyordu.

Ardından anlamadığı bir şekilde karşılaşmaya başlamışlardı:
Kütüphanede burun buruna gelip aradığı kitabı bulmasına yardım etmişti. Birkaç gün onun kibarlığını, sesini düşünmüştü.
Sonra sınıfın kapısında beklerken bulmuştu onu. Kalbi çarpmaya başlamıştı. Niye gelmişti ki? Neden kalbi çarpıyordu ki sanki?
“-Seni bekliyorum, demişti delikanlı gülerek. Senin bilgilerine ihtiyacım var. Seminer için. Bana bir çay ısmarlar mısın?”
İltifat da etmişti:
“-Biliyor musun, çok güzel yeşil –ela gözlerin var.”

Ertesi hafta da fakültenin kapısında bekliyordu onu. Sandığının arkasındaki taburede oturan ayakkabı boyacısın yanında.
Hazırladığı seminer dosyasını ona göstermek, fikrini almak istiyordu.
Onun sıcacık gülümsemesi hep gözlerinin önünde, geceleri de rüyalarındaydı artık.
O gün aklına geldi, o hiç ama hiç unutamadığı gün… Kütüphanede yanına gelip fısıldamıştı:
“-Yarın seninle geleceğimizle ilgili konuşmak istiyorum.”

Ertesi sabah annesini çok şaşırtmıştı. Hiç ders kaçırmazdı. Ama o gün heyecandan sabah derslerini kaçırmış, saat 11’e kadar evde oyalanmıştı. Sonra aniden gidip onunla yüzleşmeye karar vermişti.
Tam kapıdan çıkıyordu ki zil çalmıştı. Kapıda fakültenin en süslü kızlarından biri duruyordu.
Kızın konuşmasını hatırlıyordu:
“-Nişanlanıyorum ben. Hem de kiminle biliyor musun?”
Kızın ağzından çıkan kelime sıcacık gülümseyen o delikanlının adıydı.

O an birileri kendini şiddetle sıkıp nefessiz kalmıştı sanki. Ama hemen kendini toparlamış, kızı tebrik etmiş, mutluluklar dilemişti.
“-Onu tanıyor musun, diye sormuştu kız. Onu bütün kızlar tanır da…”
“-Evet, tanıyorum, demişti bütün soğukkanlılığıyla. Edebiyatla ilgili bir şeyler sormuştu.”

Kız artık söyleyeceği bir şey kalmadığından, içmediği soğuk çayı, el değdirmediği keki öylece bırakıp çekip gitmişti.
O delikanlı ile son konuşmaları hep aklındaydı:
“- Merhaba Ağabey. Ne söyleyecekseniz söyleyin. Çok fazla ders birikti. Bu gün nefes alacak vaktim yok.”
“-Ağabey mi?”
“-Evet, benden yaşça büyük değil misiniz? Nişanlınız benden birkaç yaş büyük de…”
“-Ne nişanlısı? Ben…”
“-Nişanlınızı tanıyorum ben. Neyse, sizin konularınız beni ilgilendirmez. Benim gitmem gerekiyor. İyi günler”
Hiç ama hiç unutamadığı asıl sözler yaşlı ayakkabı boyayıcısınınkiydi. Yaşlı adam onu durdurmuş, demişti ki:
“- Hanım kızım. İşe yaramaz bir çocuk o. Her gün bir kızla gezmeye kararlılardandır. Senin layığın değil. Arkadaşı ile seni kendine aşık etmek için iddialaştığını duydu bu kulaklarım. Hem de tam durduğun yerde. Seni gösterip gülüyorlardı.”
Tam bir ay gizli gizli ağlamış, nasıl bu kadar aptal olduğunu düşünerek kendi kendini suçlayıp durmuştu. Ama ferahladığı bir taraf vardı. Son konuşmalarını düşündükçe rahatlıyordu. Gururu incinmemişti.
Aradan geçen yıllar içinde fakülteyi bitirmiş, hemen öğretmenliğe müracaat etmişti. Hemen çok uzaklarda küçücük bir köye öğretmen olarak tayin edilmişti.
O hazin hadise insanlara güvenme duygusunu silip atmıştı. O iyi taliplerin kim bilir bilmediği neleri vardı… Üstelik o delikanlı da “nişanlı değilim” dediği kızla evlenmişti. Neredeydi güven?
Hiçbir şey söyleyemediği annesi hep aynı teranelerdeydi:
-Ah be kızım, yaşın otuzu geçti. Ama sen o köylerden bir türlü vazgeçemedin. Beni de istemiyorsun. Sen orada, ben burada, ne yapacağız be kızım!”
“-Öğretmen Hanım yaklaştık artık. Sizinkiler gelecek değil mi? Bekletmezler inşAllah. Geri dönmemiz karanlığa kalır sonra.”
Bu soru onu daldığı düşüncelerinden ayırdı. İneceği yere yanaşmışlardı. Kış şartlarında yolu kapalı olan köye ulaşmak için on kilometreyi atla gitmek gerekiyordu. Muhtar ve iki arkadaşı geleceklerdi.
Minibüs karla kaplı yolda gitti bir müddet. O dümdüz ovanın bittiği, dağların, sert yamaçlarının başladığı yerde durdu.

Küçük bavulunu alıp indi minibüsten. Beş on metre ileride duran dört atı ve üç adamı gördü.
Yaklaştılar bekleyenler. Ama Muhtar yoktu. Onun yerine soğuktan kaşları ve bıyıkları, başındaki kalpakların tüyleri bile buz tutmuş üç adam vardı.
İçini ürküntü kapladı. Hiç birini tanımıyordu. Yanına gelen adamlara sordu:
“-Muhtar Efendi gelecekti. İnşAllah kötü bir şeyi yoktur.”

En uzun boylusu ona döndü. Çok zarif bir baş selamı verdi. Saygıyla konuştu:
“-Hoş geldiniz Öğretmen Hanım. Muhtar amcamız ayağını incitti. Bizden rica etti. Başımız gözümüz üstüne, dedik. Öndeki beyaz at sizin.”
Minibüs sürücüsünün üç beş kelimelik konuşmasından onların köyden olduğunu anlayınca içi rahatladı.
Az sonra minibüs dönüp uzaklaşmaya başladı. Adamlardan biri elindeki bavulu aldı. Kendi atının terkisine yerleştirdi.
Kendisi de ata binmek için bir tümsek, yüksek bir yer aradı, ama yoktu. Ama o zarif adam dedi ki:
“- Çok zor yollardan geçeceğiz. İsterseniz benim atımla gidelim. Arkama binin, sizce..”
Hemen sözünü kesip reddedince o adam önünde diz çöktü:
“-Önce dizime basın, sonra da avuçlarıma, Binmeniz kolay olur.”

Hayatında ilk defa böyle bir teklifle karşılaşıyordu. Nasıl olacaktı bu önce dize, sonra avuçlara basmak.
Şaşkınlıkla adama bakınca gözlerindeki hüznü fark etti. Şaşırdı.
Adam gözlerini kaçırmadı ondan. Aynı sözleri bir kere daha söyledi.

Dediğini yaptı o adamın. Dizinden sonra onun avuçlarına basınca havaya yükselişine, güzel ve sakin hayvana ne kadar kolay bindiğinde de yine şaşırdı.
“- Dizginlerinizi ben tutacağım, dedi adam. Attan korkmayın, benimdir. Sakindir.”
Dört atlı arka arkaya dizilip yola koyuldu.

Karda bata çıka ilerlerken yavaş yavaş başlayan tipi sertleşti iyice. Rüzgâr uğuldayarak, inleyerek esiyor, bazen küçük tepecikler halinde toplanmış karları savurup yüzlerine çarpıyordu.
Biraz sonra düz ova aşağılarda kaldı. Kardan başka hiçbir şeyin görünmediği beyaz derya sırlarla kaplı, çok farklı bir evrene dönüştü sanki. Sessiz, çaresiz, umutsuz bir evrene…
Olabildiğince hızla yol almaya çalışan atlar bir müddet sonra yavaşladı. Kar diz boyunu aşmış, kimi yerlerde bele kadar gelmişti.
Birkaç daha kilometre gittiler sessizce. Ama artık göz gözü görmez hale gelmiş, yol iyice dikleşmişti.

Adamlar atlardan indiler, yürümeye başladılar. O zarif adam büyük bir dikkatle iki atı idare ediyor, sakin bir şekilde adımlarını atıyor, hayvanlar neredeyse milimi milimine onun açtığı yoldan ilerliyorlardı.
Zorlukla dik bir tepeyi daha aştılar. İniş başladı.

Şaşırarak gördü ki tepenin bu tarafı daha sakindi. Rüzgâr da bıçakla kesilir gibi kesilmişti. Tipi de yerini sakinleyen kar yağışına bırakmıştı.
Bu tarafta çok kar yoktu. Ama daracık yol buz tutmuştu. Yılan gibi kıvrıla kıvrılan yolda yavaş yavaş inmeye başladılar.
Artık yarın kenarında gidiyorlardı. Yolun bir tarafı dağ vardı, diğer tarafında derin bir uçurum…

Az sonra kar yağışı da durmuş, etraf görünmeye başlamıştı ama soğuk insanın iliklerine kadar işliyordu.
O zarif adam geri döndü, dikkatle baktı ona. Yanına gelince titrediğini fark etti. İki attan kendisininkinin yularını öndeki adama uzattı. Onun atının heybesinden geniş bir erkek atkısı çıkardı, uzattı. Sadece bir kelime çıktı dudaklarından:
“-Temizdir.”
Uzanan tiftik atkıya hemen sarındı. Az sonra titremesi geçmiş, içi azıcık ısınmıştı.
İleriye bakınca uzaktan hayal meyal köyün minaresi gördü önce, sonra da kimi evlerin bacalarından tüten dumanları.
Son kıvrımı dönmüşlerdi atının arka ayaklarının kaydığını hissetti. Ne olduğunu anlayamadan o zarif adamın bütün gücüyle bağırdığını duydu:
“-Yıldız! Fırla kızım!”
Dehşetle fark etti ki atının arka ayaklarının bastığı yer yavaşça kırılmaya ve uçuruma doğru kaymaya başlamıştı.
Gözlerini yumdu, düşündü, korkusuzca ama hüzünle.” Uçuruma düşüyorum, Aman Allah’ım… Buraya kadarmış! Beni affet anneciğim!”
Elinde olmadan hemen eğildi, atın boynuna sımsıkı sarıldı.

Ardından bir şaklama sesi duydu ve bir yükseliş hissetti. Atının önce şaha kalktığını, ardından şiddetle çekildiğini, önce ön ayaklarının, sonra da arka ayaklarının yere çok sert vurduğunu anladı.
Dörtnala giden atın birden durduğunu vücudunun şiddetle sarsılmasından fark etti.

Hemen gözlerini açtı. Hızla doğrulup geriye baktı. Atının son anda şaha kalktığı yerde uçuruma doğru giden büyük bir göçük vardı ve….
Ve… İki adam dağın yamacında yerde yatan o zarif adamın yanında diz çökmüşlerdi.
Dehşet içinde kaldı. Hemen uzanıp sallanan yuları kaptı. Atı çevirdi. Onların yanlarına gitti. Heyecanla sordu. Adamlardan biri azarladı onu:
“-Attan inme Öğretmen Hanım. Bir de seninle uğraşmayalım.”
İki adam kollarına girip kaldırdılar o zarif adamı. Daha iri olanı ata bindi, baygın haldeki arkadaşını önüne aldı.

Yola devam ettiler. Olabildiğince hızla hareket edip köye ulaştılar.
Köye gelene kadar kimse ona açıklama yapmadı. Ne olmuştu, o zarif adam neden baygındı, neden kimse bir şey söylemiyordu?
Köyün girişindeki iki katlı binanın önüne gelince durdu atlılar. O da fırsattan hemen faydalanıp hemen atından indi. Adamlardan birinin önünü kesti. Öfke ile sordu.
“-Ne olduğunu söylesene be adam! Ne oldu?”
Adam hırsla baktı onun yüzüne:
“- Senin atının kaydığını görünce son anda yuları çekip atı şaha kaldırdı, senin canını kurtardı. Ama yuların çekmesiyle savrulup kayaya vurdu olanca hızıyla. Anladın mı şimdi? Kimsesi de yok! Bu köyde doktor da yok. Ne yapacağımızı bilen de yok! Söylesene ne yapacağız şimdi?”

İki katlı ev zarif adamındı arkadaşlarının söylediğine göre. Onu taşıyan arkadaşlarıyla birlikte eve girdi.
Baygın adamı hızla yatağa yatırdılar.
İlk yardım kursunda öğrenip uyguladıklarını düşündü. Tuhaf bir şekilde kafası saat gibi çalışıyordu. Hemen sobayı yaktırdı.
Ortalık ısınırken baygın adamın rahatlaması için başlığını, üstündeki kalın giysileri çıkarttırdı. Başının arka tarafı kanıyordu.
Emirler yağdırdı:
“-Çabuk, her tarafına bakın, başka yarası var mı?”

Yapılan acemi muayeneden sonra bir şey olmadığını söyledi iki adam ve onun soğukkanlılığına hayranlık duydular.
Ardından evi arattı, bir şişe kolonya, sirke, işine yarayacak her şey…
Gelen malzemeler arasında ünlü tentürdiyotu, sargı bezini görünce çok sevindi.
Hemen kanayan yarasına baktı. Hızla temizledi, sargı bezi ile sardı.
Bu sırada o zarif adamın yarası yanınca inledi, kendine gelmeye başladı. Elleriyle başını tutmak istedi. İki arkadaşı engelledi.
İçin için sevindi, demek vaziyeti iyiye gidiyordu. Aklına gelen şeyi hemen yaptı. Kolonyalı bezi adamın burnuna dayadı.
Beklediği oldu, adam gözlerini açtı, şaşkın şaşkın mırıldandı:
“-Ne… Neredeyim ben?”
Arkadaşları sevinçten havalara fırladılar:
“-Evindesin aslanım, evinde.”
Karşısında ona merakla ve korkuyla bakan gözleri görünce doğrulmak istedi. Yine hepsi birden engel oldu.
Yattığı yerden hepsine baktı tek tek, onu fark edince tekrar doğrulmak istedi, mırıldandı:
“-Öğretmen Hanım… Siz… Siz niye rahatsız oldunuz?”
İçi acıyarak baktı zarif adamın solgun yüzüne. Ağlamamak için çok zorlandı:
“-Benim yüzümden… Benim yüzümden yaralandınız.”
Başını çevirdi öteki tarafa adam:
“-Olacağı varmış, size bir şey olmamasına sevindim. Siz… Siz de yorgunsunuz. Kalmayın artık. Arkadaşlar var.”
Israr etti kalmak için, adam da ısrar etti gitmesi için. Ona kalkıp gitmek düştü. Ama ters bir hal olursa haber vermelerini istedi. Adam yaralı başını salladı, hüzünlü gözlerle baktı ona:
“-Acı patlıcanı kırağı çalmaz Öğretmen Hanım. Telaş etmeyin siz.”

Aradan geçen birkaç günde adamın o son sözleri hep aklındaydı ve hüzünlü gözleri. Yarası nasıl olmuştu? Niye hayatını tehlikeye atarak kendini kurtarmıştı?
Muhtarla konuşmak için odasına gittiğinde onu görünce yarasını sordu. Zarif adam önemsemediğini belirten birkaç söz söyledi, konuyu kapatmak istedi.
Kızmaya başlamıştı:
“-Kafanız kırılıyordu az daha, diye çıkıştı. Hem… Hayatınızı da tehlikeye attınız. Benim yüzümden ölüyordunuz!”
Zarif adam ona baktı, sonra gözlerini yere indirdi, mırıldandı:
“-Öğretmen Hanım, önce Allah’ın, sonra da aziz Devletimizin emanetisiniz bizlere. Her kim olsa yapardı o hareketi. Bunu bir daha söylerseniz ben… Ben üzülürüm.”

Yine aradan günler geçti hızla. Öğrencilerine, cıvıl cıvıl küçük kuşlarına bir şeyler öğretmenin heyecanıyla ağır kış günlerini geçirirken çok mutluydu.
Ama çok soğuk bir Pazar günü soba tütmeye, borularından isli sular akmaya başlayınca yine Muhtardan yardım istedi. Muhtar da hemen birini göndereceğini söyledi.
Gelene kapıyı açınca o zarif adamı buldu karşısında. Adam soğuk bir selam verip onu dinledi duygusuz bir ifade ile. Ardından hemen işe koyuldu: Sobayı, borularını söktü, bahçeye götürdü. Çatıya çıktı, bacaya baktı. Hiçbir şey söylemeden tulumunu giydi. İçeri girdi. Odadaki iki üç eşyayı ve yere serilen kilimi dışarı çıkardı.

Hızla çalışıyordu. Bacayı temizledi, üstü başı is içinde kaldı.
Pencereden baktı ona. Yiğit bir görüntüsü vardı, ağır başlıydı. Konuşmuyor, göz göze gelmek istemiyor, sadece çalışıyordu. Kaç yaşındaydı acaba, bu suskunluğunun sebebi neydi?
O sırada zarif adam ellerini birbirine sürdü, ısıtmaya çalıştı.
Onun bu haline acıdı, koştu mutfağa. Tepsiye sıcak, güzel demlenmiş bir bardak çay, yanına peynirli, naneli kekten koca bir dilim koydu. Sessizce götürüp yanına bıraktı zarif adamın.
Ama biraz sonra tazelemek için gittiğinde hiçbir şeye el sürülmediğini gördü. Buza dönmüş çay bardağını aldı, yenisini doldurdu, yine tepsinin içine koydu. Eve döndü.
Dönüp baktığında onun sadece işini yaptığını, tepsiyle ilgilenmediğini görünce tepesi attı. İnatla çayı tazeledi, bekledi.
Bu garip inatlaşmaya daha fazla dayanamadı, dikildi tepesine onun. Hırsla konuştu:
“-Zehir yok içlerinde!”
Zarif adam başına kaldırdı:
“-Efendim, ne??”
“-Onlarda zehir yok dedim, zehir!”
Hüzünlü gözlerle baktı adam ona:
“-İkram için bana sorduğunuzu hatırlamıyorum.”
“-Sormam mı gerekiyordu?”
“-Sormanız gerekmiyor muydu?”
Bu cevap karşısında şaşırdı. Göz göze geldiler. Bu defa ikisi de şaşırdı. Adam hemen hüzünle başını öne eğdi, bir şey olmamış gibi işine devam etti.
Az sonra işini bitirdi, içeri girmeden üstündeki tulumunu çıkardı, yüzünü gözünü temizledi. Ardından sobayı kurdu, yakıp denedi. Her şey yolundaydı. Dışarıdaki eşyaları da getirdi, dizdi.
“-Tamam, Öğretmen Hanım, dedi. Bir mesele çıkarmaz bu yıl.”
Para vermeye kalkınca adam dedi ki:
“-İşim değil bu benim. Muhtar amcam yapacak birini bulamayınca benden istedi. Hayırla kullanın.”
Başka söz dinlemeden çıkıp gitti.

Utanma ile kızgınlık duygusu arasında sıkıştı kaldı kısa bir müddet. Tam içeri girecekti ki Muhtar lojman bahçesinde göründü. Selamlaştılar.
Yaşlı adam tepsiyi görünce gülümsedi:
“-Bizimki yemedi değil mi?”
Olanı, biteni anlattı Muhtara, kızgın olduğunu da.
“-Kızma yeğenime, dedi yaşlı adam. Aslında anamın büyük halasının en küçük torunuydu. Başına gelen o büyük felaketten sonra içine kapandı. İyi çocuktur.”
“-Ne felaketi diye merakla sordu, ne oldu?”
“-Babası Almancıydı. Ama bu çocuk vatanını hep çok sevdi. Anası babası gurbette hâlâ, sağ kalan küçük kızı da onlarla. Sözün özü hanımını, iki çocuğunu alıp kesin dönüş yaparken Edirne’de koca bir tırın altına girmişler. Hanımı kullanıyormuş arabayı. Aylarca hastanede yattı yeğenim. En küçük yavrusu altı aylıktı. Dedeyle nine uçakla gelecekler diye onlara bırakmışlar. Kız şimdi beş yaşında. Ailenin tek çocuğu yeğenim. Allahtan deden kalma tarlaları var da kendini tarıma vurdu. Acısını öyle unutmaya çalışıyor. Çok güzel sebze, meyve yetiştiriyor. Şehir kuyrukta.”
Bu hazin hikâye çok etkiledi onu.

Birkaç gün o zarif adama karşı gösterdiği sert davranışından dolayı çok utandı. “Bunca felâketi yaşamış biriyle bu şekilde konuşmak da neyin nesi” diye kendisini hesaba çekip durdu.
Mevsim bahar olup çiçekler açmaya başlamıştı artık. Bu sürede o zarif adamla birkaç sefer karşılaştı ama o ya görmezlikten geldi ya da buz gibi bir baş selamı ile geçip gitti yanından.
Yine günler geçip giderken lojmanın bahçesine sebzeler ekmeye, çiçeklerle süslemeye karar verdi. Dedesi hep öyle derdi “ Gittiğin yeri gül bahçesine döndürmelisin gönlünle, dilinle, elinle, anladın mı be toruncuğum!”
Tatil günü sabahın köründe kalktı. Büyük bir heyecanla işe başladı. Ama birkaç saat sonra çapa tutan avuçları su topladı. İnadı tuttu, işine devam etmeye karar kıldı.
Hırs içindeydi. Kendi kendine yenilmeyi hiç sevmiyordu
Bir koşu gitti, içeriden küçük pilli radyosunu getirdi, türkü çalan bir istasyon buldu. Azimle çalışmaya devam etti.
Vakit öğleyi geçmiş, gölgeler uzamaya başlamıştı. Burnundan süzülen terleri silmeye, ağrıyan belini ovalamaya karar verip doğrulunca bahçe kapısında onu gördü. Kendisine bakıyordu. Çok şaşırdı. Ne diyeceğini bilemedi. Karşısındaki de…

Ama o zarif adam cesaretsizliğini yendi, yanına geldi. Dümdüz bir sesle konuştu:
“-Öğretmen Hanım, çok terlemişsiniz. Gidin, üstünüzü değişin isterseniz. Bırakın, gerisini ben yapayım.”
Hemen itiraz etti:
“-Teşekkür ederim. Ama öğrenmek, yapmak istiyorum. He zaman yanımda sen olmayacaksın ki!”
Ağzından çıkan söz döndü, dolaştı, kulaklarında bir kere daha, bir kere daha yankılandı sanki. Birden dondu kaldı ikisi de.
O zarif adama bakıp gözlerindeki büyük kırgınlığı fark edince pişmanlık yaşadı önce. Sonra neden pişman olduğuna çok şaşırdı. Yıllar sonra gönlündeki kıpırdanmaya da şaşırdı. Kekeledi:
“- Gece gündüz burada olmayacağına göre… Şey, yani… Seni rahatsız etmek istemem.”
Beş on saniye sustu zarif adam. Sonra ona baktı, gözlerine üç beş saniye. Dudaklarından yarım yamalak bir gülümseme geçti hızla.
“- Rahatsız olmam, dedi. Gece, gündüz yardım ederim. Sebze ve çiçek yetiştirmeyi çok severim ben. Şimdi gidip değiştirin üstünüzü teriniz soğumadan.”
Günlerdir yüreğinde hüzünle taşıdığı sıkıntı bir anda geçti. İçeri giderken durdu, geri döndü. Gülümsedi:
“-Çay içer misin? Yanında o gün yaptığım kekin aynısını…”
İlk defa gülümsedi zarif adam:
“-Lûtfedersiniz, sevinirim Öğretmen Hanım.”

O gün akşama kadar hayatının en mutlu gününü yaşadı. O zarif adamdan çapa tutmasını, toprağın cinslerini, fidelerin dikim zamanlarını, hatta göz aşısını bile öğrendi. Onun yere bakarak konuşmasını saatlerce, hiç sesini çıkarmadan dinledi. Vaktin nasıl geçtiğini anlayamadı.
Bir hafta sonra ilk tatil günü beraber fideleri dikmeye karar verdiler.

Gece uykusu kaçtı onu düşünmekten. Ertesi sabah şehre indi. Postaneden annesini aradı heyecanla. Söyledikleri kadıncağızı sevinçten ağlattı:
“-Anne! Ben evlenmek istiyorum!”
“-Ne?”
“-Anne itiraz edeceksen bu konuyu ömür boyu kapatırım, bir daha konuşmam.”
“-Yok, evladım, Eli ayağı, aklı sağlam olsun, senin kıymetini bilsin, yeter. Ne zaman istemeye gelecekler?”
“-Anne bana kimse evlenme teklif etmedi! Anne ben âşık oldum. Ne yapacağım? Anne ben ne yapacağım?”
Eve döndüğünde hayatında ilk defa yalnızlık hissetti. Dışarı çıkıp yıldızları seyretti bahçede. Aklına hep içli şarkılar, ayrılık türküleri geliyordu.

O bir haftayı çok zorlanarak geçirdi.
Ardından birlikte fideleri dikti onunla. Mola verip birlikte çay içip kek, börek, çörek yediler. O zarif adam hepsini çok beğendiğini söyleyip sordu:
“-Bunları Siz mi yaptınız?”
“-Evet, misafirime özen göstermek…”
“-Dur bir dakika, dedi adam. Ben misafir miyim?”

Bu soru karşısında ne diyeceğini bilemedi. İlk defa kulaklarına kadar kızardığını hissetti.
Ama adam ayağa kalktı, hiçbir şey olmamış gibi fideleri dikmeye devam etti.
Akşam olunca iş bitmişti. Bütün çiçekler ve sebze fideleri dikilmiş, can suları da verilmişti.
Çapaları, kazmaları muntazam bir şekilde duvarın dibine koydu adam. Gülümsedi:
“-Bundan sonra birkaç defa daha çapalamak lazım,” dedi.
Ümit uçan kuşun kanadıydı, biraz sonra gökyüzünde yok olacaktı sanki:
“-Yardıma gelecek misin?”
Adam yere baktı:
“-Artık gelmeyeyim.”
Hüzünle sordu. Cevabı çok sıradan geldi ona.
“-Küçücük bir köy bir yer burası. Yıpranırsınız.”
Gönlü bu cevabı kabul edemedi. Suçu zarif adamın ölen eşine yükledi. Adam dönüp giderken arkasından bağırdı:
“-Hâlâ seviyor musun eşini?”
Durdu adam öylece beş on saniye. Sonra döndü. Kırgın bir sesle uzaktan uzağa konuştu:
“-Ya sen?”
Beyninde şimşekler çaktı adeta. “ Ya ben? Ya ben,” diye düşündü. Aklına getirmeye çalıştı fakülte yıllarındaki kırgınlığını. Sanki bir el gelip hafızasını silmişti. Defter bembeyazdı!
Bir adımda ulaştı ona. Heyecandan kalbi deli gibi atarak gözlerine baktı onun:
“-Ben kimseyi sevmiyorum. Hayatımda kimse yok!”
Adamın gözlerinden sevinçle uçuşan bir ümit geçti:
“-Emin misin?”
Konuşamadı. Ağlamak üzereydi. Hayatındaki tek gerçek oydu. Aslında aşk oydu, sevda onun gözlerindeydi, ilk defa deryalar misali sevgi duyduğu tek sevgili oydu. Öteki sıradan bir gurur meselesi idi. İyi ki de yaşamıştı. Yoksa asıl sevdasını nasıl bulacaktı ki?
Konuşmak, bütün hislerini anlatmak istedi. Ama yine yapamadı. Sadece başını salladı. O zarif adam ona bakıp fısıldadı:
“-Hayatımı bildiğini zannediyorsun değil mi? Hiçbir şey bilmiyorsun!”
Diklendi ona:
“-Anlat o zaman!”
Kaşlarını çattı adam. Yüzünü onun yüzüne yaklaştırdı, hüzünle sordu:
“- Niye bu merak? Can yoldaşım mı olacaksın? Annesiz küçük bir kıza aziz dost mu olacaksın?”
O zarif adam cevap beklemeden döndü. Gitmek için birkaç adım atmıştı ki onun arkasından telaşla, hatta çok büyük bir korkuyla bağırdı:
“-Sen… Sen bana evlenme teklifi mi ettin?”
Adamın şaşkınlıktan nefesi kesildi. Yıldırım hızıyla aklından geçen düşünce ile bir defa daha şaşırdı. Olabilir miydi acaba? Bu öğretmen hanım bir çocuklu adama âşık olabilir miydi acaba? Bu mümkün müydü?
Döndü geri o zarif adam. Hemen sordu:
“-Etsem kabul… Kabul eder miydin?”
İkisi de birbirlerine baktılar. İkisi de o saniye mutluluk ya da mutsuzluğun tek bir kelimede adeta vücut bulacağını hissettiler.
Ağzından çıkan kelimeye hemen inanacağını adamın şaşkınlıkla gülümseyen yüzünden anladı. Kelimeleri kekeleyerek tekrar etti bir kere daha:
“-E… Evet. Kabul ederim. Evet, evet.”

Bir ay içinde nişanlandılar. Nikâhları lojmanın bahçesindeki sebzelerden ilk mahsullerinin toplandığı, çiçeklerinin rengârenk açtığı zamanda oldu.
Bembeyaz gelinlik içinde nikâh defterine imza atarken, damadını çok beğenen annesi gözyaşları arasında dua ediyordu:
“-Allah’ım, nasıl korkuyordum mutsuz olur diye. Nasıl endişeliydim yanlış birini bulur diye. Şükürler olsun Rabbim, şükürler olsun…”
Hamiş: Biz de Sevgili Türkiye’mizi koruyacak nesillerle, mert, yiğit, sözünün eri, sözünün arkasında duran insanlarla sonsuz ufukları görür, geleceğimize endişesiz bir şekilde yürürüz İnşAllah….

Suzan Çataloluk
25.01.2017
Nilüfer
Yazar
Suzan ÇATALOLUK

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen