Bir Şey Olacak – Suzan ÇATALOLUK

Suzan ÇATALOLUK

Geceyle birlikte başlayan ışık şöleni gösterişli, kalabalık caddeyi daha da albenili hale sokmuştu. Dükkân isimleri de vitrinleri de çok süslüydü. Kimileri yanıp sönüyor, kimileri de renkten renge geçiyordu.

Ünlü lokantanın tabelası da öyleydi. Işıltılı kapının önünde duran yakışıklı garson özellikle seçilmişti. Çok kibardı. Devamlı hin hin gülümsüyor, etrafı seyrediyor, gelenlere, soranlara yol gösteriyordu.

Kapının önündeki  kesik süt desenli granit zemin pırıl pırıldı. Basamakların İki tarafı içleri değişik güllerle dolu, çok büyük, kahverengi   bambu vazolarla süslenmişti. Demir işçiliğinin abartılı örneğine misal olan tırabzanlar girişe çok gösterişli bir hava veriyordu.

İçeriden hafif bir müzik ve ara ara kahkaha sesleri gelen pahalı lokantanın önünde küçük kız güzel elbiseleriyle kendi kendine sek sek oynayıp  yine kendince  şarkı da  söylüyordu:

“- LA…  La… La… Bir şey olacak…

La…  A…La… Hiçbir şey olmayacak…”

Merdivenlerin sağ tarafında tırabzanın arkasında, caddenin kaldırımındaki bankta bir kadın oturuyor, kendi kendine gülümseyip mırıldanıyordu:

“- Süt dök, yala, şu basamaklara bak… Olacak olana bak, olmayacak olana bak, hıh hıh hı…”

Çok ihtiyardı. Kamburu çıkmış, bacakları çarpılmıştı. Yengeç gibiydi vücudu. Yüzü  pek kırışıktı. Ama gözleri sanki hiç yaşlanmamıştı. Masmaviydi. Gencecik kız gözleri gibi parlak ve iriydi.

Üstündeki her şey ayrı renk ve desendeydi. Diz kapaklarından biraz aşağıda olan eteğinin zemini lacivertti, üstü bahar çiçekleri doluydu.  Kahverengi yün hırkasında sapsarı gül deseni vardı. Çorapları sarıydı, düz, bağcıklı ayakkabıları kıpkırmızı.

Beyaz yemenisinin üstünde hatailer vardı. Omuzlarına aldığı şalı neredeyse battaniye kadar kalın ve genişti, yeşil kareleri uzaktan belli oluyordu.

Kolundaki yüz yıllık eski saate baktı. Gülümsedi geniş geniş. Sonra da küçük kızı süzdü beş on saniye. Ardından ona seslendi:

“- Pııısssst! Küçük kız! Pıııssst! Baksana buraya.”

Küçük kız ihtiyara saf saf baktı, gülümsedi. Eliyle yanına gelmesini işaret etti ihtiyar. 

Basamakları atlaya zıplaya inen kız dantelalı elbisesinin eteklerini sağa sola sallayarak yanaştı ona. Yaşlı kadın buruşuk eliyle yanağını okşadı küçüğün. Hasretle baktı yüzüne. Sonra tevekkülün  en sevimli haliyle gülümsedi, fısıldadı:

“- Seninle bir oyun oynayalım mı?”

Kız merakla başını salladı.  Yaşlı kadın hırkasının cebine soktu elini. Yepyeni, pırıl pırıl, madeni bir lira çıkardı.

“- Şu parayı nereye kadar atabileceksin bakalım. Ona göre sana bir şey vereceğim Önemli bir şey de söyleyeceğim.”

Parayı küçük kızın avucuna koydu. Kız merakla sordu:

“- Ne vereceksin? Ne söyleyeceksin? Şimdi söyle.”

“- Hayır, dedi ihtiyar. Önce parayı fırlat bakalım.”

Kız sevimli sevimli gülümsedi. Sağa sola sallandı birkaç saniye. Sonra avucundaki parayı sımsıkı tuttu. Kolunu salladı, salladı, ardından elini açıverdi.

Madeni para havada bir daire çizdi hızla.  Tam süslü kapının önüne düştü. Dik bir şekilde kendi etrafında döndü, döndü. Bir iki karış gitti, iki granit tabakasının arasında, o şekilde,  sıkışıp kaldı.

İhtiyar gülümsedi. Küçük kızın yanağını okşadı:

“- Aferin, dedi. Tam isabet. Şimdi… Sana güzel bir masal kitabı hediye ediyorum.”

Şalının altına sakladığı yepyeni kitabı uzattı ona.

“- Şimdi, diye devam etti. Bu sözlerimi unutma. Dışarıda çok fena insanlar var. Annenin yanına git. Bundan sonra seni kim çağırırsa çağırsın, ondan izinsiz kimsenin yanına gitme.”

Küçük kız tam lokantadan içeri giriyordu ki basamakların önünde bir taksi durdu. Bir kadın indi. Saçlarını düzeltti, telaşla kocaman taşlı, altın saatine baktı.

Kırk yaşlarını aşmış, yüzü yorgun bir kadındı.  Balık etliydi. Ama mini etek giymiş, abartılı bir şekilde süslenmişti. Yaşından beklenilmeyen bol sarı saçları beline kadar uzanıyordu. Çok yüksek topuklu rugan ayakkabıları pırıl pırıl, mavi mavi parlıyordu.

Abartılı kırmızı ceketi, beyaz dantelalı gömleği ve mavi eteği ile rüküşlüğün sınırlarındaydı.  Tombul parmaklarına bir sürü yüzük takmış, bileklerine pırıltılı bilezikler geçirmişti.  Kocaman, pahalı, lacivert çantası kısa boyuna pek de uymamıştı.

İhtiyar kadın onu görünce hüzün hızlı bir yel gibi yüzünden geçiverdi. Beklenmedik bir şekilde hızla ayağa kalktı ve onu gözleriyle takibe başladı.

Kadın telaşla basamakları çıktı. Lokantanın süslü kapısına yöneldi.

Kapıda bekleyen garson kadını küçümser gözlerle, dudağında küçük bir alaycı gülümseme ile seyretmeye başladı.

İki adım daha attı kadın. Üçüncü adımında ayakkabısının topuğu o bir lira ile granit tabakanın arasına sıkıştı, dengesini bozdu. Düşmemek için uğraştı ama toparlayamadı kendini.   Diğer ayağı da kaydı.  Sendeledi. Sırt üstü yere yuvarlandı.

Acı içinde çığlık attı. Belinde deli bir ağrı hissetti.  Gözlerinden yaşlar boşandı.  On-on beş saniye yerde sızlandı. Ama toparlandı.  Yetişen garsonun yardımı ile ayağa kalktı.  Topuğu sıkışan ayakkabısı ayağından çıkmıştı.

Uzandı, almak istedi. Ama topuk sıkışmıştı. Kuvvetle çekti. Ama olanı görünce şaşkınlıkla bağırdı. Topuk orada, ayakkabı elinde kaldı.

Garson topuğu çıkarmak istedi. Bu defa topuk da ikiye bölündü.  Kadıncağız çaresiz bir şekilde içeri girmek isteyince garson acıyan gözlerle baktı ona:

“-  Affedersiniz Hanımefendi, dedi. Çıt çıtlarınız açılmış. Göz makyajınızı tazelemek ister misiniz?”

Kadın telaşla omuzuna baktı.  Hemen ellerini saçlarında gezdirdi. Utançtan kıpkırmızı kesildi. Gerçekten de eklediği takma saçlar omuzlarına kaymıştı. Telaşla aynasını çıkardı çantasından. Gözlerinden akan boyalar yanaklarına doğru inmiş, fondötenini de bozmuştu.

“- Hanımlar tuvaleti nerede, diye sızlandı. Çok mu uzak?”

“- Yemek salonunu boydan boya geçmeniz gerekiyor.  Ama isterseniz… İsterseniz iki dükkân ötede bir ayakkabı mağazası var. Oraya gidip ayakkabılarınızı ve makyajınızı yenileyebilirsiniz.”

Kadın can simidi gibi sarıldı bu teklife. Öteki ayakkabısını da çıkardı. Eline aldı. Geri döndü. Yalın ayak hızla basamakları indi. Tam caddeye adım atmıştı ki bir ses duydu:

“- Pıııst! Baksana bu tarafa. Hanım, pıııssst!”

Elinde olmadan sesin geldiği tarafa baktı. İhtiyar bir kadın ona elini uzatıyordu. Siniri tepesine çıktı. Hırsla söylendi:

“- Hah! Bir dilencim eksikti. Of! Seninle uğraşamayacağım.”

Ama ihtiyar kadın hızla yerinden kalktı, onu bileğinden yakaladı. Çekti. Banka oturttu. Gülümseyerek fısıldadı:

“- Ama… Ama ben seninle uğraşacağım zavallı mahluk. Ah akılsız kadıncık! Yat şuraya, seni kimsecikler görmeden.”

Omuzlarından tutup dizlerine yatırdı onu. Hemen omuzlarındaki şalı başı da dahil üstüne örtüverdi. Hızla çantasını kaptı elinden. Cep telefonunu buldu. Sessize aldı. Tekrar çantaya sokuşturdu.

Kadın çırpınıp kendini kurtarmak istedi. Ama ihtiyar kadın onun başını koltuğunun altına sıkıştırdı. Çırpınmasını bütün gücüyle önlemeye çalıştı. Yavaşça fısıldadı kulağına:

“- Allah aşkına beş dakika bekle.”

Tam o sırada lokantanın gösterişli kapısından güzel giyimli, çok yakışıklı, boylu, poslu genç bir adam çıktı. Yanında biri daha vardı. Birkaç adım atıp basamakların tam başında durdu iki arkadaş.  İhtiyar ile kadının bankta oturduğu tarafta.

Çok yakışıklı adam saatine baktı. Hırsla söylendi:

“- Ulan! Daha ilk buluşmada bu kadar geç kalınır mı?”

Diğeri  gevrek gevrek güldü:

“- Ağabey, ara ara böyle kazalar olur internet ortamında. Sen yarınki hatunu düşün. Bu akşamki yemek olamayacak bu durumda.”

“- Bu aptal kadın iyi işe yarayacaktı. Ulan,  üç ay dil döktüm. Kocası ölmüş. Ana yok, baba yok. İki dairesi, bir de arabası vardı be.  Birkaç ay sırt üstü yatardık. Yalnızlık edebiyatı yaptık o kadar. Gudubetin tekiydi kamerada. Ama idare ederdik be.”

“- Hatunun adı, diye yılıştı yanındaki. Neydi adı, Lale miydi, Sümbül müydü?”

“- Yok lan, diye cevap verdi yakışıklı. Melisa. Gelincik demekmiş. Kesin uydurmuştur. Kadınların salaklığı işte! İlla olduğundan farklı görünecekler.”

Kadın hemen tepesinde konuşulanları dehşet içinde dinledi. Duyduklarına inanamadı. Nefesi tutuldu. Taş kesildi o kalın battaniyenin altında, dondu. Sanki birden zemherinin ortasına düşmüştü. Bu, özenle süslenip buluşmaya gittiği adamdı. Elinde olmadan mırıldandı:

 “- Aman Allah’ım! Bu adam benden bahsediyor! Aman Allah’ım!…”

Etrafa baktı yakışıklı, gelen giden var mı diye. Kimsenin lokantaya yönelmediğini görünce garsona sordu. O da olanı anlattı. Hinlikle gülümsedi:

“- Haddim olmayarak… Haddim olmayarak bir küçük tavsiye, dedi. Telefon elindeydi. Arasanız mı acaba?”

Yılışık arkadaşı onu başını şiddetle sallayarak tasdik etti.

“- Niye bizim aklımıza gelmedi lan, dedi yakışıklı hiddetle. Dur arayayım gudubeti.”

Eli hızla pahalı telefonun tuşlarında dolaştı. Uzun uzun çaldı telefon. Açan olmadı. Üç defa daha aradı. Ama cevap yoktu.

İhtiyarın dizlerinin arasındaki çantada telefon titrerken kadın nefesini tutarak bekledi. O titremenin hemen kesilmesi için dualar etti. Sanki onlar sese dönüşecek ve şu tepelerindeki haydut kendini hemen yakalayıverecekti. Korktu, çok korktu.

Galiz bir küfür etti yakışıklı:

“- Açmıyor! Bak, açmıyor! Allah bilir sağırdır da bu zeka özürlüsü!  Lan, senin neyine yüksek topuklu ayakkabı. Aklı sıra cazibeli görünecek, dedi. Nerede bu ayakkabıcı? Bari gidip orada bulalım aptalı.”

Merdivenlerden inerken ihtiyarı görünce durdu. Tam da yüzünü ona dönerken ihtiyar kadıncağızın açıkta duran ışıltılı çoraplı ayaklarını kendi bacaklarının arasına saklayıp eteğiyle örttü.

“- Baksana cadı, dedi yakışıklı. Buradan  şu kadını gördün mü? Hani pabuçları olmayanı?”

İhtiyar ellerini iki yana açtı. Başını salladı.

Yakışıklı çok ağır küfürleri peş peşe sıraladı. Garsonun tarif ettiği tarafa doğru hızlı adımlarla yürüdü arkadaşıyla.

Onlar gözden kayboluncaya kadar sustu İhtiyar. Ardından şalını açtı. Ama kadın onun dizlerinin  üstünden kalkamadı. Dehşet içindeydi. Gözyaşları sel gibi akıyor, hıçkırıklarını tutamıyordu.

İhtiyar onun omuzlarına yapışmış kir gibi duran çıtçıtlı yapay sarı saçları hızla topladı, avucunun içinde  yuvarladı. Küçücük top haline gelen o sahteliği fırlatıp caddeye attı.  O sırada geçmekte olan motosikletin tekerinin altında eziliverdi o boynu bükük yalancı saçlar.

On-on beş saniye sonra kadın yavaşça doğruldu. Elleriyle göz yaşlarını sildi.  Yüzü berbat bir haldeydi. Bütün süsü birbirine karışmış, gözyaşlarına karışan sürme akıntıları yanaklarından çenesine doğru süzülüp yol yol izler bırakmıştı.

Çok utanıyor, hatta kendinden tiksiniyordu.  Kendini çok çaresiz hissediyordu. Hatta kendini çok aciz, kendini pek zavallı buluyordu.  Kendinden kaçmak istiyordu. Hayır, bütün bu “kendi”ler yetmezdi. O kendi kendini öldürmek, hatta kendi kendini  yok etmek, hiçleştirmek  istiyordu.  Bu utançla nasıl yaşardı ki.

Başı yerde hıçkırmaya devam ederken ihtiyar buruşuk eliyle uzandı, onu çenesinden tuttu. Yüzünü yüzüne yanaştırdı, genç mavi gözleriyle ona baktı. Gülümsüyordu.

Kadın o gözlerde o güne kadar görmediği şefkat deryalarını gördü. Bir küçük yelkenli de gördü orada, mavi atlas gibi dümdüz okyanusta. Bembeyaz yelkenleriyle yavaş yol alıyordu. Sonra o sevimli yunusları gördü. Sevgiyle havaya zıplıyor, neşe içinde oynaşıyorlardı. Sonra rengarenk balıklar gördü, suyun üstünde taklalar atarak yüzüyorlardı. Sonra o küçük küçük adaları gördü, bin bir renkli çiçekleri vardı.

Orada yağan yağmurlar gördü, inci inci düşüyorlardı masmavi suyun üstüne ve onlar da rengarenktiler. Sonra yelkenlide bir genç kız gördü, bembeyaz, uzun, bol bir elbise giymişti. Etekleri rüzgârda savruluyordu. Dikkatle baktı o genç kıza. Şaşkınlık dağlarında gezindi aklı. O kız kendisiydi. Kendisi kendisine el sallıyordu.

Daha da şaşırdı bir saniye sonra. Bir de küçük kız vardı. Elbisesi pembeydi, etekleri dantelli. Hayretle gördü ki o kız kendi küçüklüğüydü.

İkisi de gülümsediler ona. Elele tutuşup gülümsediler.

Her şey ne kadar da güzeldi, her şey ne kadar da mutluluk vericiydi.

Sonra bir ses duydu:

“- Haydi kızım, haydi evladım…”

Seste ne büyük bir huzur vardı. Dayanamadı, mutluluğu daha iyi hissetmek için gözlerini yumdu, derin bir nefes aldı. Ama tekrar o sesi duydu. Yavaşça aralandı göz kapakları.  İhtiyarı karşısında bulunca şaşkınlıkla sordu:

“- Ne oldu bana?”

İhtiyar sadece gülümsedi. Hızla şalı kadının başına örttü. Omuzlardan aşağıya doladı, manto gibi sarıp sarmaladı. Sonra, buruşuk elleriyle şık çantadan kırmızı ruju çıkardı. Onun kirli yüzüne rastgele sürdü ve eliyle yaydı.

Eski ayakkabılarını da hızla çıkardı ayağından. Yavaşça konuştu:

“- Haydi kızım, haydi evladım. Giy şunları Allah aşkına. Soru sorma. Haydi acele et.”

Kadın onun sözünü dinledi. Hemen giydi ayakkabıları.

İhtiyar koluna girdi onun. Yavaş yavaş caddede yürümeye başladılar. Beş on adım atmışlardı ki o sesi duydular:

“- Hey!  İhtiyar cadı. Baksana!”

İhtiyar geri döndü kadınla birlikte. Karşılarında yakışıklı ile arkadaşı vardı.

Yakışıklı ihtiyarın yanındaki kadına bakınca şaşkınlık ve tiksinti ile konuştu:

“- Bu da ne be? İnsan içine çıkarma bunu ihtiyar. Korkunç bir şey bu! “

Kadın yavaşça yüzünü eğdi. Elinde olmadan gülümsedi.  İçinde büyük bir ferahlama duydu. “Rabbim! Sana şükürler olsun! İyi ki topuğum kırılmış. Şu ihtiyarı karşıma çıkarıp ne büyük bir beladan kurtardın beni!”

İhtiyar yanaştı yakışıklıya. O genç mavi gözlerini onun gözlerine dikti. Yakışıklı şaşkınlıkla baktı o gözlere. Zifiri bir karanlık gördü. Derin, dipsiz karanlık kuyular gördü. İrkilerek uzaklaştı, gözlerini hemen indirdi yere.

“- Bir şey mi soracaktın yakışıklı, dedi ihtiyar. Soracağını sor, sonra yolumuzdan çekil.”

“- De… Deminki kadını… Soracaktım, diye kekeledi yakışıklı.  Kunduracıda yok.”

“- Üzüldün mü yakışıklı, dedi ihtiyar, onun gözlerinin içine bakıp. Bekçilerine sorsana! Onlar her şeyi ama her şeyi duyarlar, görürler, seyrederler, bilirler. “

“- Ne… Ne bekçisi? Hangi be… Bekçiye soracağım, diye kekeledi yine yakışıklı. Nerede o bekçiler?”

İhtiyar sırlara gülümsedi:

“- Bilir misin ki herkesin bekçileri var yanında. Biri sağ omuzunda, öteki de sol omuzunda. Her şeyi yazarlar. Ama o sorduğun kadının kaydedici bekçileri ben değilim. Onu bana soracağına seni iki omuzunda bekleyip yaptıklarını yazanlara sorsana.”

Hayret, korku ve tiksintiyle kendine bakan yakışıklıya arkasını döndü.  Kadına sarıldı. Yavaş yavaş yürümeye başladılar.

Beş on saniye onların arkasından bakakalan yakışıklı biraz evvel yaşadıklarını anlamaya çalıştı. Ama kafası karıştı. Elini havada salladı ve yanındakine sıkıntıyla dedi ki:

“- Aman! Boş ver! Çatlak dolu etraf. Meczup çatlak! Bunlara gün yüzü göstermeyeceksin. Tıkacaksın tımarhaneye. Neyse, bu salak kadının üstüne bir çizik atalım. Gidip güzel bir yemek yiyelim.  Yarın ne yapacağımızı konuşalım.”

Hızlı adımlarla basamakları çıktı.   Yılışıkla birlikte tekrar lokantaya girdi.

Süslü kapının önünde o mağrur garson vardı yine. Etrafı gözlüyor, hin hin gülümsüyordu.

Ve…

İçeriden hafif bir müzik ve ara ara kahkaha sesleri gelen pahalı lokantanın önünde küçük kız güzel elbiseleriyle kendi kendine sek sek oynayıp  yine kendince şarkı da söylüyordu:

“-LA…  La… La… Bir şey olacak…

La…  A…La… Hiçbir şey olmayacak…”

———————————

21.06. 2017

Sahur vakti…

BURSA

Yazar
Suzan ÇATALOLUK

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen