“Bir gün kahvemi Girne’de içeceğim” – Suzan ÇATALOLUK

 

Suzan ÇATALOLUK

 

“Bir gün kahvemi Girne’de içeceğim…

Türkler, kanlı veya kansız yollarla mutlaka atılacak. Türk askerleri bir gün denize dökülecek.  O gün ben de kahvemi Girne’de içeceğim.

………

ASALA ile Ermeniler bir yandan, PKK bir yandan Türkiye’yi hep vurmalı. Ermeniler ile Kürtleri kestikleri yolunda Türklerin barbarlığına dünya inanmalı ki, bu süreçte Rumlar otomatik olarak haklı duruma gelsin.” (1)

Nikos Sampson

EOKA çetesinin başı.

 

***        

“- Allah Erenköy dağlarında şehit olmuş mücahit kardeşlerimize rahmet eylesin. Türk milleti onlara çok şey borçludur. Allah bir daha düşman zulmü ve esareti göstermesin. Bağımsızlığı savaşarak kazanmak kolay değil.”

Kemal Karakaya

Kaya Reis, mücahit liderlerden

Türk Mukavemet Teşkilâtı

***

Kuytu sokaklardan birinde, sıradan bir evde, sıradan bir misafir odasında turuncu alev rengiyle sadece sisli bir mum yanmaktadır ve bütün perdeler sımsıkı kapalıdır.

Tahta masanın üzerinde canlarından aziz bildikleri, Kur’an-ı Kerim, bayrak ve silah vardır.

Dört gencecik adam masanın etrafındadır. Derin düşünceler ve büyük acılar içindedirler. İnsanlar yakın sokakta, iki adımda varılacak en barışçı köyün en sessiz evinde, ilerdeki yemyeşil, huzurlu kasabada, sakin şehirde, yaşlı, genç, çocuk, kadın, erkek düşünmeden öldürülmektedir çeteler tarafından. Bu ölümler tuzaklarla, hainlikle, hilelerle yapılmakta ve akla gelmedik biçimlerde gerçekleştirilmektedir.

Kimi zaman yalnız bulduklarını arkadan vurmaktadır bu çeteler, kimi zaman da süslü paketlerle hediye halinde postayla ölüm göndermektedirler.

Zulüm bu kadar da kalmamaktadır artık. Bu çeteler namuslara da el uzatmaktadır….

Ne yazık ki çığlıklara karşı bütün dünya kulaklarını tıkamıştır.

Bu dört genç adam yemin ederler Kur’an, bayrak ve silah üzerine. Hayatlarını ortaya koyarak bu mezalime dur diyeceklerdir.

Bu acılı dört genç adam için artık amasız bir mücadele başlamıştır…

Kim midir bu dört gencecik adam?

Bu dört gencecik adam Kıbrıs Türküdür. İsimleri Türkün kahramanlık tarihine altın harflerle yazılmıştır: Burhan Nalbantoğlu, Topal Mahmut, Hüseyin Ruso ve….

Ve… Alpay Mustafa! Genceciktir, daha yirmi yaşına gelmemiştir ama Kıbrıs İngiliz idaresindeyken orduda komando eğitimi görmüştür ve o yaşta müthiş bir nişancılığı vardır ve, cesaretiyle ünlenmiştir.

Yıl 1956’dır, yer Lefkoşa…

Lefkoşa’nın kuytu sokaklarından birindedir o gösterişsiz  ev…

O sisli mum ışığının kederli yüzlerini aydınlattığı o dört gencin Kur’an üzerine el basıp yemin ederek, Türk bayrağını öperek, silâhla antlar vererek kurdukları o küçücük birimin adı sonradan Türk Mukavemet Teşkilatı olan “Volkan”dır. (2)

O meşum çeteler de eli kanlı EOKA”dır! İç içe olan Rum ve Türk köylerinde ve Türkün bulunduğu her yerde Türklere kan kusturmakta, tam bir Türk kıyımı yapmaktadır.

O sisli mumun titrek ışığının altında, yarı karanlık odada o dört genç kesin bir karar alır. Artık kendilerini savunacak ve dünyanın gözü önünde işlenen cinayetleri durdurmak için ellerinden geleni ardına koymayacaklardır.

O geceden sonra Rumlardan Türklere saldıranlar ve cinâyet işleyenler Volkan’dan çok açık cevaplar alırlar ve şaşkına dönerler.

Türklere büyük bir moral kaynağı olan bu cevaplarla birlikte Volkan’a Kıbrıs’ın bütün Türk köylerinden hızla katılımlar olur ve sayı çok büyür. Öyle ki küçücük çoban çocuklar dahi kuryelik yaparlar ve elbette sır saklamayı da çok iyi bilirler…

Türk Mukavemet Teşkilâtının (TMT) 1958 Ağustos’unda kurulmasıyla birlikte artık üniformalıdırlar ve Volkan feshedilir, bütün mensupları bu Teşkilâta katılırlar.

Ama EOKA Batı dünyasının göz yumması ve Yunanistan’ın büyük desteği ile iyice saldırganlaşmıştır.

Ancak TMT elinden geldiğince bu saldırıları önlemeye ve cevap vermeye çalışır. Zira Kıbrıs Türk’ünün geleceği buna bağlıdır.

Özellikle Alpay Mustafa bir efsanedir artık. Yeterli silahı olmayan Türk köylerine geceleri su yollarını kullanıp gizlice silâh taşır. Hep suyun içindedir. Bu sebeple böbrek hastası olur. Ama aldırmaz!(3)

Türk köylerini basma planı yapan çete başları için artık korkulu bir rüyadır o. Çetelerin onun adını duymaları durmalarına yetmektedir. Zira gencecik bir adam olan Alpay Mustafa pek çok Türkü şehit eden bir çete başını Rum kasabasında bulunan meyhanesini tek başına basmış, o çete başını tek atışla vurup sırra kadem basmıştır!(4)

Sonra…

Sonra 1960’ta ünlü Londra anlaşması imzalanır. Güya Kıbrıs’a barış gelmiştir. Ama Rumlar için anlaşma şartları sanki çiğnemek içindir.

Yine vahim saldırılar ve katliamlar başlar ve 1963 yılı Aralık Ayında Rum çeteleri Türkiye’nin Büyük Elçiliğine Ledra Palas’tan bütün güçleriyle saldırıya geçer.

Alpay Mustafa, elinde Thompsonu, binaların damlarında çete sürüsüyle savaşmaktadır.

Onu, Küçük Kaymaklının  EOKA-B’nin başı Nikos Sampson ve adamlarının eline düştüğü haberini alınca tam tersi istikametteki Türk Mahallesine koşup yüzlerce Türkü kurtarırken görürüz. Ama ne kurtarma: EOKA-B çetelerinin dikkatle bakması halinde göreceği şekilde ve onların arasından!

Bu arada Alpay Mustafa evlenmiş ve bir de oğlu olmuştur. Çocuğunun ismi de çok manalıdır, o boranlı günlerin hatırasıdır Bora!

Hiçbir şey anlatmaz güzel sevdiceğine o efsane kahraman. Ne Volkan’dan bahseder ne de arkadaşlarından. Hep tedbirli ve sırlıdır. Hep çok önemli işi olduğunu söyleyerek soruları geçiştirir…

Kimi zaman cephede ve silâhla, kimi zaman göğüs göğüse, kimi zaman yumruk yumruğa girdiği hiçbir savaşı anlatmaz, anlatamaz…

1963 yılında Rum mezaliminden sonra Radyo binası Rum tarafında kalınca Türkler seslerini duyuramaz hale gelmişlerdir.

Rum kesimi kendi radyo istasyonun teknik yanını yenilemiştir. Eski olan yayınla ilgili teknik gereçleri de bir depoya kaldırmıştır. Artık TV’si vardır ve bu durum büyük bir üstünlük sağlamaktadır. Türk kesimi üzerine yönelik yayınları moral bozmaktadır…

Bir küçük araştırma ve istihbarattan sonra eski radyonun yayın yapmak için gerekli olan bütün teknik aksamının paket edilip saklandığı deponun olduğu yer öğrenilir.

Yine Alpay Mustafa’ya iş düşmüştür. Sızar can dostlarıyla, kahraman silâh arkadaşlarıyla Rum kesimine hüzünlü yıldızların göz kırptığı bir gecede. O Lacivert gecede geçerler kendinden emin Rum çetelerinin arasından…

Ve…

Rumlar ses duyarlar Türk kesiminden kısa bir süre sonra:

“-Burası Bayrak Radyosu!”

Kulakların radyoya yapıştırılarak dinlendiği o cızırtılı, cılız ses Kıbrıs Türkünün yaralı yüreğine derman olur, ümitsizleşen kalbine kanat taktırır yeniden. Rumların yaptığı sahte haberlerin korku dolu yalanlar olduğu ortaya çıkar.

Alpay Mustafa ve arkadaşları asla yılmazlar, kaderlerine doğru yürürler…

Ama…

Ama yiğitler yiğidi Alpay Mustafa’nın hayatı birden biter bir kör kurşunla… Şehit edildiği zaman sadece yirmi sekiz yaşındadır.

Ve…. Şehadeti sırlarla doludur.

İçler acısı bu hikâyeyi burada kesiyoruz onu destan şairlerinin ilhamına bırakıyoruz, bu hüzünlü sayfayı yavaşça kapatıyoruz…

Ve….

Başka bir keder dolu gerçeğe, Doktor Nihat İlhan’ın yaşadıklarına geçiyoruz…

İnanılması güç olan bu gerçeği Nihat İlhan ile birlikte dünya da yaşadı, yine dünya tarihinin hafızasına kazıldı. Silmek isteseler de silinemez artık…

Yıl 1963, aylardan Aralık, günlerden Salı…

Yer Lefkoşa… Lefkoşa’nın Kumsal bölgesi, Mehmet Akif Caddesi, İrfan Bey Sokağı (Bu isim sonradan değiştirilmiş, Mürüvvet İlhan Sokağı adı verilmiştir.)

18.00 sularıdır. Artık hava kararmıştır.

Ev sahibi ihtiyar Hasan Yusuf Gudum, eşi Feride Nine, komşu Ayşe Cankan, kucağında iki yaşındaki kızı Işıl, kız kardeşi Növber İbrahimoğlu Kıbrıs Türk Alayında görevli Tabip Binbaşı Nihat İlhan’ın evindedirler. Katledilmek korkusuyla bir gece evvel Nihat İlhan’a sığınmışlardır.

Yunan Subaylarının komutasındaki küçük bir Rum birliği ile EOKA çeteleri Nihat İlhan’ın evinin sadece 120 metre kuzeyinde bulunan Severis un fabrikasına mevzilenmiştir. Rum çetecilerinin ellerinde her türlü silâh mevcuttur. Fabrikanın üst katında Türk evlerini tepeden görmektedirler.

Hasan Yusuf dede dışarıda, büyük bir dikkatle Rum tarafını gözetlemektedir.

Mürüvvet Hanım da çocuklarını pijamalarını giydirmiştir, onları yatırmaya hazırlanmaktadır.

Eve sığınan komşular da yemek için masaya oturmuşlardır.

Ama… Yemek boğazlarında kalır!

Evin batı tarafından aniden silâh sesleri duyulur, ardından da Hasan Yusuf dedenin çığlığı:

“-Rumlar bizi basıyor!”

Ve…    Kanlıdere yönünden eve yağmur gibi kurşun yağmaya başlar.

Evdekiler hemen ışıkları kapatırlar. Herkes dehşet içindedir.

O an Mürüvvet Hanım, büyük ihtimalle sevgili eşi Nihat İlhan’ın şu tavsiyesini dinlemiştir:

 “- Eğer ateş olursa duvardan duvara geçecek kurşunlara hedef olmazsınız, banyo sizi korur.”  Hemen 6 aylık olan Hakan’ı kucağına alır, 6 yaşındaki Murat ile 4 yaşındaki Kutsi’yi kapar, banyoya koşar.

Ardından Növber Hanım, kucağında kızı Işıl ile Ayşe Hanım aynı banyoda saklanırlar. Banyonun kalın taş duvarları vardır. İyi bir korunaktır.

Mürüvvet Hanım küvetinin içine yatırır canlarını ve üstüne boylu boyunca uzanır.

Ayşe Hanım, kucağında kızı Işıl ile lavabonun sağ tarafına sinmiştir.

Növber Hanım da kapatabilmek için kapının hemen yanına sağ tarafa oturmuştur.  

Ev sahibi Hasan Dede eşi Feride Nine’yi tuvalete, kapının arkasına saklar ve banyoya gelerek lavabonun sol tarafına sıkıştırır kendini.

“Bu katliam nasıl bu kadar rahat yapılmıştır” sorusunu sorabilirsiniz elbette. Cevabımız çok ama çok hüzünlüdür, bir o kadar da acımasız:

Yıllarca Türklerle kapı komşu ve güya dost olan Ermeniler hainlik edip bölgenin savunmasız olduğunu telsizle Rumlara haber verince, onlara da gün doğmuştur artık!

Ama… Ama çok korkaktırlar Rumlar.  Önce Severis Un fabrikası üzerindeki makineli tüfek tarakaya başlar. Evler uzaktan kurşun yağmuruna tutulur.

Ermenilerden alınan istihbarat doğrultusunda, özellikle Türk Alayında askeri hekim olan Binbaşı Nihat İlhan’ın evi hedeftedir. Nihat İlhan ve ailesi yok edilecek ve böylece Rumların Kıbrıslı ve Türkiyeli Türklerden korkmadıkları ispat edilmiş olacaktır.

Nihat İlhan’ın evi delik deşik edilir. Ama kadınlardan, çocuklardan ve ihtiyar bir adamcağızdan başka kimsenin olmadığı evden ateşe karşılık gelemez.

Sonra Akritas Planı uyarınca “Genel Harekat Planı” doğrultusunda hareket eden ve Kıbrıs ordusunda teğmen olan Savvas Selis ile Thisoas kod adlı EOKA’cının komutasındaki katiller İrfan Bey sokağı da dahil olmak üzere o bölge sokaklarına aç sırtlanlar gibi dalarlar.

Hedef öncelikle İrfan Bey sokağındaki Nihat İlhan’ın evidir, ardından Türk bölgesinin tamamı. Ama hedeftekiler son derece savunmasızdır. Özellikle de Askeri Hekim Nihat İlhan’ın evi!

Bu durum Rum çetelerini çok sevindirmiş olmalı ki “ENOSİS “çığlıkları ile kapının önüne doluşurlar. Kilide ateş edilir, kapı tekmelerle kırılır.

En önde iki cani vardır. Bu iki cani otomatik tüfeklerle bütün odaları dolaşıp ateş etmedik yer bırakmaz. Öyle ki yataklar, yatak altları ve dolaplar, en küçük alan bile kurşunlardan nasibini alır!  

Ufacık banyoya saklanan o masum kadınlar, çocuklar ve yaşlı adam dehşet içinde dua etmektedir. Ses soluk yoktur, korku içinde beklemektedirler.

İki Rum cani artık banyonun önündedir. İçeriden onların “ENOSİS” çığlıkları duyulur önce. Ardından kurşun yağmuru başlar.

Önce kapıyı kapalı tutmak isteyen Növber Hanım vurulup düşer.

Ardından küvetin içindeki Mürüvvet Hanım ve üç çocuğu şehit edilir.

O iki Rum cani içeridekilerin öldüğünü tahmin edip tuvalete yönelirler. Kapıyı açamazlar. Zira Kapının arkasına saklanan Feride nine bütün kuvvetiyle direnmektedir. 

Kurşunlar ne güne durmaktadır? Tararlar kapıyı. Feride nine başından vurulur ve oracıkta şehit düşer!

Hasan Yusuf dede, Ayşe Hanım, kucağındaki kızı Işıl ve Növber Hanım ağır yaralı olarak kurtulur.

İnsan olanın yüreğini kanatan bu konuda Ata Atun  gerçekleri şöyle ifade etmektedir:

“Evde bulunup  incelenen kovanlar, iğnenin vuruş yerlerindeki farklılıklarından dolayı olayda 5 ayrı silâhın kullanıldığını göstermektedir. Kovanlar bilahare Albay (Major) Meysi tarafından eve ilk giren (GA Kurucular Kurulu Bşk) Memduh Erdal’dan alınmış ve kayda geçirilmiştir.

24 Aralık gecesi Lefkoşa’nın batı mahallesi Kumsal’ a yapılan baskın arkasında, Yunan Alayı’na mensup subayların ve askerlerin de katliama bilfiil katıldıklarını belgeleyen kanıtlar bıraktı. Saldırganların geri çekilirken terk ettikleri malzeme arasında, özellikle de  Severis Un Fabrikası damında, Yunan subay şapkaları, Yunan ordusuna ait çelik başlıklar ve NATO’ya ait bazuka mermileri ile mermi kovanları vardı.

Kumsal bölgesinde yıllarca Türklere kapı komşuluğu yapan Ermenilerin bölgenin savunmadan yoksun olduğunu telsizle Rumlara bildirdirdikleri daha sonra TMT tarafından belirlendiğinden, Kumsal, Köşklüçiftlik ve Arabahmet bölgelerinde oturan Ermeniler, bu hainliklerinin ortaya çıkmasından sonra evlerini terk etmek ve Rum bölgesine kaçmak zorunda kaldılar.

Rum çeteciler, Kumsal bölgesinden çekilirken, kadın, erkek, yaşlı ve çocuk ayırımı yapmaksızın yüzlerce Türkü de dipçik darbeleriyle önlerine katıp götürdüler. Kaçırılan Türklerin bir bölümü kurşuna dizildi.

Rumca gazetelerde son zamanlarda çıkan itiraflara göre, beraberinde erkek, kadın çocuk ve yaşlı yaklaşık 200 Kıbrıslı Türk esir getiren EOKA’cı Tasos Marku, operasyonu fiilen idare eden Rum Bakan’a telefon eder ve ne yapması gerektiğini sorar. Eli silâh tutabilecek erkeklerin öldürülmesi talimatını verir, telefonun öbür ucundaki Rum Bakan. 

Akritas Planının mimarlarından o dönemde Bakan olan sadece Yorgadjis ve Papadopulos’dur. İtiraflar, Yorgadjis’in öldürülmesinden çok seneler sonra yapıldığından, emri veren Bakanın Yorgadjis olması durumunda, dile getirilmesi sorun yaratmaz, konuşanı sıkıntıya sokmazdı. Geriye “Kumsal Katliamı”nın mimarının Papadopulos olduğu varsayımı kalmaktadır. 

Katliamdan sonra eve ilk giren kişi ise 25 Aralık 1963 Çarşamba günü öğleden sonra Severis Un fabrikasından açılan makineli tüfek ateşine rağmen eve ulaşmayı başaran, TMT’nin o dönem en gözü pek kişilerinden olan Memduh Erdal ve fotoğrafçı Mustafa Mehmet Özünlü olur. Resimleri Memduh Erdal çeker.

Severis Un fabrikasındaki Rum makineli tüfek yuvası da ertesi gün, 26 Aralık 1963, Perşembe günü, Kıbrıs Türk Alayı’ndan gelen küçük bir ekip tarafından susturulur ve fabrika Türklerin eline geçer. Aynı gün Türk jetleri Lefkoşa üzerinde alçaktan uçarak Makarios’a ihtar verirler. (5) ” 

Evet…

Nihat İlhan hekim olmasına rağmen kendi canı olan sevgili canlarının bedenlerine bakamadı!

Neye baktı biliyor musunuz?

Doğum yapmakta zorlanan Rum kadına ve Rum hastalara…(6)

Bu yürek yakan gerçekleri kendi ağzından dinlemiştim Nihat İlhan Paşa’nın, Allah rahmet eylesin, yiğitlik timsali idi.

Elazığ’lı idi ve Elazığ’daki en işlek caddelerden birinin adı da “Şehit İlhanlar” caddesidir!

İzninizle, bir sayfa daha çevirelim ve…

Ve….

Alpay Mustafa’nın yaktığı hürriyet ateşiyle toplanan gençlerin şanlı Erenköy “direnişine”  gidelim…

Yıl 1964….

“Biz Erenköy’de, topu topu 750 kişiydik. Ve karşımızda tam 20 bin kişilik Rum ve Yunan kuvvetleri vardı. Bizi denize dökeceklerdi, günlerce bombaladılar, saldırdılar, ama mevzilerimizden kıpırdatamadılar.” (6)

Böyle diyor “Kaya Reis” diye ünlenen Kemal Karakaya…

Bu olağanüstü destanı yaşayan ve yaşatan ve Kıbrıs Türkü olan gencecik insanların bu muhteşem direnişte nasıl bir vatan sevdalısı olduklarını ve canları pahasına o vatan topraklarını nasıl savunduklarını anlamak ve anlatmak için ne kadar okuduğumuzu ve her okuyuşta neleri hissettiğimizi yazmayalım ve hemen o şanlı destana geçelim…

Evet, yıl 1964…

Aylardan Nisan…

Makarios artık hiçbir anlaşmayı, hiçbir kararı dinlememekte, “ENOSİS” için gereken bütün imkanları sonuna kadar kullanmakta ve dünyanın gözü önünde Kıbrıs Türkünü eritmek için katliamlara hızla devam etmektedir.

Türkiye üzerinde Batı’nın, özellikle ABD’nin, NATO’nun ağır baskısı vardır ve BM bütün anlaşmalara rağmen Türkiye aleyhine kararlar almaktadır.

Bu sebeplerle korumasız kalan vatanlarına sahip çıkmak isteyen beş yüz Kıbrıs Türkü Erenköy sahillerine çıkarlar. Kıbrıs dışında değişik ülkelerde üniversite öğrencisi olan bu gençleri iki yüz elli kişilik TMT gurubu karşılar.

Karşılarındaki Rum ordusunun ve EOKA çetelerinin sayılarını hiç düşünmezler. Yaşları on beş ile yirmi beş arasındadır. Birkaç da otuz yaşı aşmış ağabeyler vardır ve onların başındadır.

Erenköy Türk kesiminin en savunmasız ve en fakir bölgesidir. Beş köyden meydana gelmiştir. Bu kahramanlar Bozdağ Köyüne yerleşirler. Vatan toprağını ve haklının namusunu korumaya ant içmişlerdir.

Rumlar çok iyi Türkçe bilmekte, kimi zaman kendilerini Türk olarak tanıtıp Türklerin kapılarını çalmakta, açanları katletmektedirler. Yine, posta yoluyla hediye paketleri şeklinde bombalar göndermekte, bilmeden paketi açanlar şehit olmaktadır.

Bir sabah nöbetinde iki gencecik TMT mensubu yolda çok güzel bir paket bulurlar ve getirirler köye. TMT’nın efsaneleşmiş isimlerinden Metin Çatan pakete itiraz eder ve imha etmelerini, TMT komutanı Petek Bey’e bildirmelerini söyler.

İki delikanlı uzaklaşırlar. Kaya Reis ile arkadaşları nöbete başlarlar.

Ama…. Dehşetli bir patlama ile nöbet kesilir! Korkulan başa gelmiş, o süslü paketin içindeki bomba dikkat edilmeden açılınca olan olmuştur…

İstanbul’da okurken vatan savunması için Bozdağ’a gelen, her ikisi de yiğit birer mukavetçi olan Hukuk Fakültesi’nden Süleyman ile Tıbbiyeli Selahi şehittir artık.

Bu beklenilmedik ölümlerini hazmetmek hiç de kolay değildir onu seven arkadaşları için.

O yiğitler hemen bir karar verirler. Acılarını yüreklerine gömecekler ve bu insanlık düşmanlarına hadlerini bildireceklerdir.

“Baskın basanındır” derler hepsi.

  Metin Çatan, Hasan Cavit, Tansu Yeşilada, Tuncer Arif koyu giysileri, gereken silâhlarıyla Rum mevzilerine doğru giderler.

Gün batmaktadır. Kaya Reis mevzilendiği tepeden onların gidişini elbette heyecanla, hüzünle seyretmektedir. O dört Kür Şad mizaçlının dönmeme ihtimalini asla düşünmek istememektedir. Ama içinde küçük de olsa bir endişe vardır.

Üstelik bir de karar almışlardır. Ne olursa olsun hiçbir şekilde baskına gidenlere destek verilmeyecek, yer belli edilmeyecektir.

Gecenin kör karanlığında kuytu vadinin içine süzülür o dört yiğit.

Arkalarında bıraktıkları aslan yürekliler için merak ve endişeli bekleyiş bir türlü geçmeyen zamanın adıdır artık.

Kaya Reis diz boyu kazılmış hendeğin içine yatar, giderek artan sıkıntı ile beklemeye başlar. Ne kadar zaman geçtiğini bilemez bir müddet sonra. Ağır yorgunluğun verdiği bir iç geçirme yaşar.

Ama birden gözlerini açar, yer gök patlama sesleriyle inlemektedir. Heyecanla fırlamak ister yerinden. Sonra durur birden. Gözleri takılır yukarıya, gökte müthiş bir manzara vardır. Muhteşem bir dolunay onlara adeta gülümsemektedir…

Yattığı yerde tam iki saat çarpışma seslerini dinler. Yüreğini vuran endişe ile boğuşmak da ayrı bir derttir. Beyni hep aynı soruyu durmadan sormaktadır: Ne olmuştur, o dört Kür Şad mizaçlı ne yapmıştır, yaralanmış mıdır? Yoksa… Yoksa şehadet mi kaderleridir? İçindeki şüpheyi zapt etmek gerçekten çok zordur…

Alınan karar gereği tek bir kurşun atmaz mücahitler ve destek göndermezler.

Sonra… Sonra derin bir sessizlik hüküm sürer bir müddet, insanın içini yakan, perişan eden…

Sonra da Rumlar durmadan seslenirler:

“-Adamlarınızı öldürdük! Gelin, ölülerinizi alın!”

Ardından tekrar sesler kesilir.

Güneş doğana kadar Kaya Reis büyük endişeler içinde bekler, bekler, bekler…

Vadiye bakar koca Reis. Ne bir ses, ne bir gölge, ne bir nefes, ne de küçücük bir kıpırtı… Ümit veren hiçbir şey yoktur.

Ümitle ümitsizlik içinde geçirilen o saatler çok ıstırap vericidir. Eller yürekte beklemek çok zorlaşmaya başlamıştır.

Giderek ümitsizlik ağır basmaya başlar.

Derken… Derken Kaya Reis bir otomatik silâhın çalıştırılma sesini duyar, heyecanla düşünür: “Yoksa… Biri kurtuldu mu? Yaralı olarak bizim tepeye mi tırmanıyor?”

Artık beklemek istemezler. Her şeyi göze alırlar. Vadiden aşağıya beş yüz metre kadar inerler. Gördükleri manzara onları sevinçten ağlama noktasına getirmiştir.

 Kaya Reis o anı şöyle anlatıyor:

“-Bir de baktık ki, dört kahraman, dördü de sapasağlam tilki gibi seke seke bize doğru geliyorlar. Dünyalar bizim olmuştu. Ve işin en önemlisi Rum mevzilerinde taş üstünde taş bırakmamışlardı. Az sonra köylü çocukların getirdiği kumanyaları yerken keyfimize diyecek yoktu.” (7)

Ancak Rum ordusu ve destekçileri tam yirmi bin kişidir. Her türlü silâh ellerindedir. 9 Eylülün, yani İzmir’de denize dökülmenin intikamını alma yeminleri etmişlerdir. Erenköy’den bütün Türkleri denize süreceklerdir. Bütün güçleriyle saldırırlar.

Temmuz Ayında Denktaş gelir. Çok ümitsizdir. Türkiye’den gelecek yardım konusunda artık büyük tereddütleri vardır.

Ağustos Ayında bir gecede o bölgedeki bütün köylerdeki Türkleri Erenköy’e toplarlar. Her tepede mücahitler nöbettedir.

Rumlar dehşetli bir top ateşine başlarlar. Ama vadilere giremezler. Silâh bakımından müthiş bir üstünlükleri vardır. Ama Türk Mukavemet Teşkilâtına bağlı mücahitlerin cesaretleri, yakın döğüşteki ustalıkları ve nişancılıkları öylesine ünlüdür ve Rumların gözünü öylesine korkutmuşlardır ki dağı taşı döverler ama vadilere giremezler.

Top atışları sırasında Kaya Reis çok sevdiği mücahit dostunu şehit verir. Gazetecilik öğrencisi Fevayit şehadet mertebesine erişir. Son nefesini verdiği tepeye adını verirler. Orası artık Fevayit tepesidir!

Bu savunmadaki mücahitlerin hepsi birer destan kahramanıdır. Hepsinin romanı yazılır, hepsinin hayatı birçok filme konu olur. Kimi dinlenirken hikâye yazar Metin Çatan gibi, kimi gazetecidir, bu destanı belgelemek için fotoğraflar çeker, arkeoloji ve tarih konusunda titizdir, Ömer Sami Coşar gibi…

Ama artık dayanmanın da bir sınırı vardır ve o kahraman gençler o sınırı çoktan geçmişlerdir. Güçleri yavaş yavaş biter, yiyecek de biter, su da biter, kurşun da biter…

Rumlar da anlarlar bu hali ve elbette son güçleriyle vurmaya devam ederler…

Üç gündür aç ve susuzdur Türkler, sadece beklemekte ve yerlerinden asla ayrılmamaktadırlar. Binlerce Rum askeri ile artık göğüs göğüse gelmişlerdir.

Türkiye’den gelen de yoktur, giden de…

Artık denize doğru çekilmekten başka çareleri de kalmamıştır.

Kaya Reis kara kara düşünür. Gerisini ondan dinleyelim:

“-Acaba, dedikleri gibi 9 Eylül’ün intikamını alacaklar mıydı? Denize doğru çekilmeye başlamıştık ki aniden “Vınnnn…. Vınnnn….” diye iki uçak  üzerimizden uçuverdi. Türk Hava Kuvvetlerine ait avcı bombardıman uçaklarıydı bunlar. Rumlar daha çok kudurdular.  Denizin kıyısında bir Rum bahçesinin içinde mevzideydim. Sürünerek kıyıya yanaştım ve Türkiye’ye doğru ağlayarak baktım. Mermiler vahşi bir melodi halinde muz yapraklarını tarayarak başımın hizasından geçiyordu. Sağda solda top mermileri patlıyordu… Saniyeler yüzyıllar gibiydi, bir türlü geçmek bilmiyordu.

Sonra birden gözüktü bizimkiler… Dörtlü filolar halinde geliyorlardı… Arslanlar diye bağırdım… Gümbür gümbür çullandılar Rum ordusunun üzerine…”

Ağlayarak anlatmasına devam ediyor Kaya Reis:

“-Rumlar birbirini ezerek kaçıyordu. Tepeden tepeye kaçıyorlardı. Hepimiz ortaya çıktık mevzilerimizden. Çoğumuz şehit olmuştu. Bir avuç mukavemetçi çocuklar gibi ağlayarak birbirimize sarılıyor, göklerden geçen jetlerimize bayraklarımızı sallıyorduk… Savaşı kazanmıştık.”

Koca Kaya Reis için bunları anlatmak pek kolay olmamıştır elbette. Ama şu sözlerini de yazmadan edemiyoruz:

“- Allah Erenköy dağlarında şehit olmuş mücahit kardeşlerimize rahmet eylesin. Türk milleti onlara çok şey borçludur. Allah bir daha düşman zulmü ve esareti göstermesin. Bağımsızlığı savaşarak kazanmak kolay değil.”

O gün aynı uçaklar Dilirga, Alevköy, Lefkoşa’daki Rum mevzilerini de bombaladı.

Dünya şaşkına döndü ve uluslararası diplomasi derhal başladı. ABD Başkanı Johnson da Türkiye’ye o haddini çok aşan ünlü mektubunu gönderdi…

Rum şımarıklığı devam etti ve elbette yine zulmü de…

Onlar zulmetti, biz adalet götürdük her gittiğimiz yere…

Vatanı savunmak aşktı, deli bir sevda idi Türklerde.

Haydi bir sayfa daha çevirelim ve bu sözlerimizin açık ispatı olan başka bir mucizevi bir kurtuluşa, destanlaşan savunmaya bakalım isterseniz:

Mutlaka bilirsiniz Magosa’nın savunmasındaki yiğit subayı…

Magosa Kalesi surlarının içine sığınmış “on bin kardeşini” kurtarmak için gelen kahraman Türk pilotları sur duvarlarına kadar dayanmış canileri engellemek için ellerinden geleni yaparlar.

Ama özellikle Batı Dünyasının iyice şımarttığı Rum durmaz! 

Durmadan bombalanan kale içinde yangınlar devam etmektedir. Saldırı altındaki yaralılar zorluklarla taşınmakta, kadın erkek, yaşlı genç, çocuklar dahi hayatlarını ortaya koyarak düşmanı içeri sokmamak için müthiş bir mücadele vermektedir.

Ve… Sur içine düşen havan mermileri ile insanlar yaralanmakta, şehit olmaktadır.

Derken… Tükenir her şey, ekmek, su, kurşun ve ümit!

Aslında öyle sanılır omuzlara ağır kederlerin çöktüğü o kapkara zamanlarda …

Üsteğmen Sadi Oğuz yılgın bir hüzünle düşünür. “Artık her şey bitti, bütün ümitler, hayat, hürriyet, işte her şey… Kurşun da bitti, su da, ekmek de… Buraya kadarmış!”

Nemli gözlerle kurşuni ufka bakarken öndeki o kariyeri görür. Kale kapısına doğru yaklaşmaktadır. Ardında 8 kariyer daha vardır. Acaba gelenler düşman mıdır? Bir işaretleri, bir belirtileri yoktur. Acaba Rumlar yine düzen mi kuruyorlardır? Yine Türk olduklarını söyleyip o kalleş oyunu mu oynayacaklardır?

Ama…

İşte o anda rengarenk sevinçlerle dolu bir mucize gerçekleşir. Kariyerler düşmana ateş açarlar ve Rumları çil yavrusu gibi dağıtıverirler!

Üsteğmen Sadi Oğuz büyük bir şaşkınlıktan sonra iyiyi düşünmek ister: “Bu gelenler bizimkiler galiba?”

Kale kapısına gelen en öndeki kariyer hendeğin kenarında durur, içinden aşağıya inen bir asker hendeği geçip kale duvarına ulaşır. Sadi Oğuz heyecanla, ümitle seslenir aşağıya:

“-Kimsin sen oğlum!”

Asker esas duruşa geçip tekmil verir:

“-Tokatlıyım Komutanım!”

Üsteğmen Sadi Oğuz hayatının en güzel, en mutlu anını yaşamaya başlar. Sanki muhteşem bir rüya görmektedir. Büyük bir sevinçle düşünür: “Hiçbir Rum Türkçeyi bir Tokatlı gibi konuşamaz, bu kadar başarılı Tokatlı taklidi yapılamaz!”(8)

Ancak Rum kanlı saldırısına devam etmekte, sur içine ölüm yağdırmaktadır.

Ama artık bayram başlamıştır Magosa’da.

Sonra, kariyerden inen askere Rumların binası gösterilir. O bina cephaneliktir ve havan mermileri oradan ateşlenmekte, sur içine ölüm kusmaktadır.

Diz çöker o yiğitler yiğidi asker. Rum’un binasına nişan alır…

İşte o an, zaman o şanlı askerin kahraman gözlerinde akmaya başlar yavaş yavaş ve yavaş yavaş…

Ve… Havan mermisi gider, gider, gider, Rum’un cephaneliğinin bulunduğu binanın penceresinden içeri dalıp patlayıverir!

“Daha sonra bu askeri ‘ödüllendirmek’ için çok ararlar. Savaşın kaderini değiştiren o asker hiç ortaya çıkmaz. (9)

“Bugün Gazi Magosa’da, Oğuz Kalelioğlu’nun heykeli var. O komutan, 1974 yılında yaşadıkları o müthiş 29 günün öyküsünü anlatırken, ben de dinlerken ağlıyordum…” diyor gazeteci Saygı Öztürk…(10)

Ve…… Bu kahraman Albay Oğuz Kalelioğlu.… Biz ona ne yaptık? Ah biz ona ne yapmadık ki!

Neyse…. Susacağız yine, o kahraman için susacağız!

Ve…. Hemen geçelim o çobanın hikayesine:

O gece diğer gecelere göre çok daha karanlıktır. Öyle ki zifiri karanlık sözü yetersiz kalmaktadır.

Yüz dört insan, yaşlı, genç, erkek, kadın, çocuk… Yollardadır.

Kapılar sessizce çekilmiş, gizlice kilitlenip üç beş giyecek ile yola çıkılmıştır. Onlar bilmektedir ki artık o sevgili evlerine bir daha dönemeyeceklerdir. Ama yine de kilitlemişlerdir komşulardan gizlice.

Komşuluk bitmiş, herkes can derdine düşmüştür.

Önlerinde yaşlı, ama güçlü kuvvetli bir çoban, dağları aşmak için yoldadırlar. Evet yollardadırlar, dağları aşarak canlarını kurtarmak için.

Adı Yakup Cemal’dir çobanın. (11) Önlerinde yürümekte, dağı taşı dinleyerek onlara yol göstermektedir.

Gün boyunca dağların yamaçlarına tırmanırlar. O karanlık ve ürkütücü manastırın ışıklarını görürler gece yarısı. Tepeye bir yama gibi yapışmış duran o yapı, o soğuk gecede ne kadar da ürkütücüdür.

Keçi yoluna devam ederler. Ama bu meşum karanlık çoban Yakup Cemal’i düşündürür.  Yanındaki genç çobana kederden ölecek haldeki kafileyi emanet edip ileriyi keşfe çıkar. Hızla dolaşır. Düşmandan bir iz, belirti yoktur.

Döner geri. Yola tekrar dizilirler. Kırık dökük tesbih taneleri gibidir o yüz dört insan.

Bir saate yakın hep yürürler. Bir ara kafileye bakan Yakup Cemal dehşet içinde kalır. Kafile sanki kısalmıştır. Acele ile sayar hepsini. Otuz sekiz kişi yoktur!

Yine genç çobana emanet eder onları ve hızla geri döner. Bin bir düşünce geçer aklından. Bir yandan bu düşünceleri kovmaya çalışmakta, bir yandan da ihtiyatla yürümektedir.

Derken ayağı bir şeye takılır. Durur. Keçi yolunda oturup kalan bir kadıncağızdır o. Kafiledendir.

İlk moladan sonra karanlıkta “yürü” işaretini fark etmemiştir. Diğerleri de…

O dehşetli karanlıkta otuz yedi kişi çoban Yakup Cemal’i takip ederler. Geride kalan on iki yaşındaki çocuğu kimse fark edemez.  Gariban çocuk yorgunluktan uyuyakalmıştır.

Ama onu düşman devriyesi fark eder! Tutup manastıra götürürler, işkence ederler kafile hakkında bilgi almak için. İşkencenin yanında dayak bir şey değildir!

Yakup Cemal kafileye yetişince kötü bir haber duyar onlardan. Uykuya dalan bir adam derenin içine düşüp ağır yaralanmıştır.

Kafile yaralıyı saatlerce taşır ve durmadan yürürler.  Sabah ışıklarıyla birlikte yaralının durumunun çok kötü olduğunu görürler. Adam yalvarır onlara:

“-Beni bırakın… Ayak bağı oluyorum size. Yola devam edin…”

Eşi göz yaşları içinde yanında kalmak istediğini söyler. Ama adam itiraz eder. Namusunu kurtarmak için kafile ile gitmelidir.

Çaresiz kadın yürek yangınlarıyla, büyük acılarla yola devam eder. Ama ağır yaralı adam düşmanın eline düşer, o haliyle dayaktan geçirilir!

Kafile yola devam eder… Uyumaya vakit yoktur. Gündüz dere kıyısında durmadan ilerlerler.

Tekrar gece çöker.

Yakup Cemal bir şey fark eder. Uzaktan uzağa gördüğü manzarada düşman devriye sayısı çok artmıştır. Kafileyi tekrar dağların yamacına tırmandırır. Devriye arabalarının tırmanamayacağı yerlere…

Bozuk yola gece yarısını geçe ulaşırlar. Düşünür çoban Yakup Cemal.  “ileride önümüzü kesecek ve bizi esir edecek devriyeler olabilir mi? Artık yolun sonuna yaklaştık. Ya bu kadar çile feda olursa?”

“Şu yolu bir kontrol edeyim” der kendi kendine. Sessizce yürür. Tam yola çıkmıştır ki karşıdan düşman polisin jipini görür ve kendini yol kenarındaki hendeğe atar.

Ama düşman da onu görmüştür. Gelir o Rum polisler. Ellerinde elektrikli el lambalar, tam yanı başında dururlar. Etrafı didik didik ararlar…

Ve…  Hiç ses çıkarmadan ayaklarının dibinde yatan Yakup Cemal’i bulamazlar, göremezler, nefes alışını duyamazlar! Az ileride öbek öbek duran çalılıklara kurşun yağdırırlar.

Sonra kendi aralarında küfürleşerek dönüp giderler. Biraz bekler Yakup Cemal. Tehlikesinin uzaklaşmasını soğukkanlılıkla sessizce seyreder.

Ardından fırlar yerinden, döner kafilesine. Yürüyüş tekrar başlar. Gecenin en karasında düşman mevzilerinin yanından yavaşça, karınca sessizliğiyle geçerler.

Kafileye bakar Yakup Cemal. Artık yürüyecek halleri kalmamıştır. Perişandırlar. Emniyetli bir yer bulunca birkaç saat uyku molası verir.

Ama kendisi hiç uyumaz, alacakaranlık kabuslarda rengarenk, güzel mi güzel hayaller yoktur zira!

Şafak vaktine yakın yollara düşer kafile ve coşa taşa akan dereyi izlerler. Elleri yüreklerinde, büyük korkular içindedir hepsi. Çünkü düşman devriyelerine atlata atlata yola devam etmektedirler…

Tam rahatladıklarını ve yolun emniyetli olduğunu sandıkları anda birden bir sürü asker yollarını keser…

Yakup Cemal donar kalır. Düşünür acıyla: “İşte her şey buraya kadar…”

 Hürriyete kaçış burada noktalanmaktadır, özgürlüğü solumak buraya kadardır. Onları bekleyen artık işkencedir, ölümdür.

Yüz üç kişi üzerlerine çöken büyük ümitsizlik ve lacivert okyanuslar kadar derin bir kederle öylece susup bakarlar o askerlere.

Ama… O an inanılmaz bir şey olur ve askerler Türkçe konuşur!

Bu gelenler Türk askerleridir!

O zaman Yakup Cemal Türk Kesimine ulaştıklarını anlar…

Evet, Yıl 1974’dür…

Yer… Kıbrıs….

Bu kafile kim midir?

Doğup büyüdükleri vatan topraklarını, köylerini, evlerini terk etmek zorunda kalan Kıbrıslı Türkler!

Koca Trodos dağlarını geçen Kıbrıslı Türkler!

Bir anda başına kara bela  gibi çöken düşmandan kaçan yaşlı, genç, kadın, çocuk, savunmasız Kıbrıslı Türkler…

Düşman da Rumlar! Rum polisi, Adaya çıkan Yunan askerleri.

Sonrasını anlatmaya gerek var mı?

Bu hadise gerçektir, tıpkı çoban Yakup Cemal’in yüzlerce Kıbrıs Türk’ünü rehberlik ederek kılına zarar getirmeden kaçırdığı diğerleri gibi!

Onlar Kıbrıs’ta bu acıları yaşarken…  Biz Türkiye’de “Bekledim de gelmedin” şarkısını kederle dinlerken, biz de bir şarkı  söylerdik hüzünlerin en ümitlisiyle.

Evet,  o yıllarda Türkiye tek yürek, hep o şarkıyı söylerdik Yaşar Özel ile birlikte:

“Bir gece ansızın gelebilirim!”

Sonra…. Bizi bekleyen kardeşlerimize bir gece ansızın gittik!

O günlerde Ankara’da Atatürk Caddesinde Kızılay binasının önünde nasıl kuyruklar vardı, anlatmak değil, görmek gerekir.  Kan vermek isteyen insanımızın oluşturduğu insan seliydi o kuyruklar…

Şanlı Kıbrıs Barış Harekâtı hızla başladı, büyük bir başarı ile bitti. Şehitlerimiz oldu, gazi olan yaralılarımız geldi.

Bir gurup üniversiteli genç Gülhane Hastanesinde yatan bir başka efsaneyi, Mücahit Yüzbaşı Derviş Delikurt’u ziyarete gittik. Karaciğerinden kurşunlanmış, koma halinde hastaneye getirilmişti. Ama o kahramanın daha yaşayacak güzel günleri vardı. İyileşti.

Aslan gibi, babayiğit, yakışıklı, gencecik bir kahramandı. Biz heyecanla nasıl yaralandığını sorunca utangaç bir tavırla gözlerini kaçırdı. Sorularımıza çok mütevazi cevaplar verdi.

Ama en çok istediği şeyi söyledi bize. İstediği şey bugün dahi gözlerimizin nemlenmesine sebep olan muhteşem bir vefa örneği idi:

“-Bir an evvel iyileşeyim de gideyim arkadaşlarımın yanına. Geri döneyim savunmamıza, onu isterim.”(12)

Yeşil ada Kıbrıs, Yavru Vatan Kıbrıs…. Savunmak için sonsuz çilelerin çekildiği vatan toprakları. Bu çileleri çekenler yukarıda anlatmaya çalıştığımız kahramanların yanında anlatamadığımız daha nice nice kahramanlarımız, yiğitlerimiz…

Hepsi vatan aşkıyla vatanı korudular. Cephede hepsi birer efsane idi.

“Ama ah şu masa başları, ya şu masalar” demekten vaz geçelim ve esası masaya yatıralım:

Herkesin bildiği gibi, Yunanistan “Megalo idea”sından, yani İstanbul başkentli Büyük Helen İmparatorluğu hayalinden asla vazgeçmemiştir.

Evet, bu şimdilik çok uzak bir ideal gibi görünmektedir. Ancak Yunanistan bu idealine uygun adımlar atmaya da ─her şeye rağmen─ devam etmektedir:

Bunun için eldeki ip uçlarına bakalım:

Hepimiz biliyoruz ki Yunanistan başlattığı kanlı isyandan sonra 1830 yılında Londra Anlaşmasıyla (13) bağımsızlığını elde etmiştir. Bu hayale giden ilk adımdır;

Hepimiz biliyoruz ki bu tarihten sonra bu Devlet toprak olarak hep genişledi ve genişleme hep bizim aleyhimize olmuştur;

Hepimiz biliyoruz ki Türk bölgeleri olan Batı Trakya ve Selânik Yunanistan’a bağlanmıştır. Bundan sonra Yunanistan’ın iskân politikalarıyla bu bölgelerde Türk nüfusu çok azalmıştır;

Hepimiz biliyoruz ki, On iki Ada Yunanistan’a bağlanmıştır;

Hepimiz biliyoruz ki, Rodos ve Girit Adalarında Yunanistan bayrağı dalgalanmaktadır;

Hepimiz biliyoruz ki, Eşek adası, Kardak dahil olmak üzere bize ait olan 17 küçük ada şu anda işgal altındadır;

Hepimiz biliyoruz ki, yakın vadede Fener Patrikhanesinin özerk bir statüye geçirilmesi için gerekenler adım adım gerçekleştirilmekte, bunu Batı dünyası el altından ve özellikle desteklemektedir;

Hepimiz biliyoruz ki, Yunanistan ve Kıbrıs Rumları için Akritas planı geçerliğini elan korumaktadır. Kıbrıs’ın Yunanistan ile birleştirilmesi gayesinde olan bu plan hep ufukta duracaktır.  Hedeflerinde daima bu ideal bulunmaktadır.

İfade etmeye çalıştığımız bu gerçeğin ip uçları hep ortada.  Son onlu yıllara şöyle bir bakalım bakalım:

Herkesin bildiği gibi, o kadar acı dolu yaşanmışlıklara, katliama, şehitlere, sürgünlere ve göçlere rağmen KKTC “Yes be annem”  derken  Rumlar, Türkler aleyhine ağır maddeler içeren ABD baskılı Annan Planını reddetti;

Herkesin bildiği gibi, Kıbrıs sorununun çözümü amacıyla iki toplum arasındaki görüşmeler devam ederken 2014 yılında Atina’da EOKA heykelini diktiler. Anıtının açılışını da Yunanistan Cumhurbaşkanı Karolos Papulyas ile Kıbrıs Rum Yönetimi lideri Nikos Anastasiadis birlikte yaptı;

Herkesin bildiği gibi, KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nin Limasol bölgesinde “Kıbrıs” konulu bir konferansta Rum Kesiminin aşırı sağcı ELAM grubu üyelerinin molotoflu saldırısına uğradı;

ABD ve AB’nin desteğini alan Rumlar verilen bütün tavizlerimizi ellerinin tersi ile ittiler;

Ve…. Son İsviçre görüşmeleri! Rumlar her şeyi reddettiler ve kapıyı vurup gittiler!

Zira Akritas Planını gerçekleştirmek, Türkleri ilk planda azınlık statüsüne tekrar döndürüp neticede Kıbrıs’ın tamamını Yunanistan’a bağlı bir Helen adası haline getirmek için ellerinden geleni yapacaklar.

Bir de Doğal Gaz yatakları, göz kamaştıran enerji kaynakları söz konusu ise, Batı dünyasının genel desteğinin Rumların yanında olmasından tabii ne olabilir ki?

 Bir de…  Evet, bir de  yeni ortağı ve destekçisi İsrail de işin içindeyse!

Ne demeli, Milli savunma sanayiimizi hâlâ kuramamışken, teknolojide montajı aşamamışken, bilimsel gelişmelerde gerçeklerimiz ortadayken…

Ne demeli?

Ümit ederiz ki yetkililerimiz Türkiyesiz Kıbrıs Türkünün olamayacağını, bağımsız bir KKTC’nin şart bulunduğunu dünyaya anlatırlar…

Ve…. Bu kadar acı boşuna yaşanmamış, bu kadar ıstırap boşuna çekilmemiş olur.  Şehitlerimiz de vatan topraklarında huzur içinde uyurlar…

ALINTILAR

  • YAŞAR AKSOY: Kıbrıs Direnişi ve Çözüm, Etki Yayınları, 2015, s.35
  • YAŞAR AKSOY: a.g.e. s. 164
  • AYŞE ALİ YÜCESOY: Mülakat
  • Ayşe Ali Yücesoy: Mülakat
  • ATA ATUN: “Kumsal Katliamı Nasıl oldu?”, Kıbrıs Postası.
  • NİHAT İLHAN: Sohbet
  • YAŞAR AKASOY: Şanlı Erenköy Direnişi, Yeni Asır,20 Temmuz 19843-
  • OĞUZ KALELİOĞLU: Barış Harekâtında Magosa Savunması, Diyanet Dergisi, 2001, 127.sayı
  • SUZAN ÇATALOLUK: “Bir Gece Ansızın Gelebilirim” Şarkısı; “Yes Be Annem” Umarsızlığı ve Doğu Akdeniz, haberiniz.com, 11.10.2011
  • SAYGI ÖZTÜRK: Star Gazetesi, 22 Nisan 2002
  • YAŞAR AKSOY: a.g.e. s. 185
  • DERVİŞ DELİKURT: Hastane Ziyaretindeki Sohbet, 1974
  • BARIŞ HASAN: Yunanistan’ın Osmanlı İmparatorluğu’ndan Bağımsızlık Süreci, Batı Trakya Haber Ajansı. 

KAYNAKLAR

  • YAYINLAR
  • Sadi Somuncuoğlu: Sorunlarla Belgelerle Kıbrıs Çözüm mü Çözülme mi, Ankara,2003, s.51
  • Sadi Somuncuoğlu: Kapana Düştü Türkiye’m, 2005, Bilgi Yayınevi, Ankara, s 311-314
  • Saygı Öztürk: Star Gazetesi, 22 Nisan 2002
  • Oğuz Kalelioğlu: Barış Harekâtında Magosa Savunması, Diyanet Dergisi, 2001, 127.sayı
  • Cumhur Evcil: Şanlı Magosa Müdafaası, Önce Vatan Gazetesi, 24 Eylül 2011
  • Züleyha Kahraman: Dektaş: Annan Planı Kıbrıs Meselesini Bilmeyenler tarafından Hazırlandı, 30.05.2003, abgs.gov.tr
  • Yaşar Aksoy: Kıbrıs Direnişi ve Çözüm, Etki Yayınları, 2015, s.35
  • Ata Atun: Kumsak Katliamı Nasıl oldu, Kıbrıs Postası
  • Oğuz Kalelioğlu: Barış Harekâtında Magosa Savunması, Diyanet Dergisi, 2001, 127.sayı
  • Suzan Çataloluk: “Bir Gece Ansızın Gelebilirim” Şarkısı; “Yes Be Annem” Umarsızlığı ve Doğu Akdeniz, haberiniz.com, 11.10.2011
  • Dr. S. Rıdvan Karluk: Güney Kıbrıs’ın Gümrük Birliğine Katılım Sürecinde Karşılaşılan Sorunlar, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi Cilt: 5, No:2, 2006, s. 69-89
  • Hüseyin Bardak: Kıbrıs Avrupa için Petrol Kaynağı mı, Kıbrıs Gazetesi, 27 Temmuz 2011
  • ABD’den Türkiye’ye Uyarı: Milliyet Gazetesi, 09.10.2011
  • Cihan Haber Ajansı: Kıbrıs Haberi, 07.10.2011
  • Barış Hasan: Yunanistan’ın Osmanlı İmparatorluğu’ndan Bağımsızlık Süreci, Batı Trakya Haber Ajansı.

B-MÜLAKAT VE SOHBETLER

  • AYŞE ALİ YÜCESOY: Mülakat, Bursa- İzmir, Ağustos 2017
  • Derviş Delikurt: Hastane Ziyaretinde Sohbet, Ankara, Temmuz 1974
  • Nihat İlhan: Sohbet, 1988, Elazığ.

Yazar
Suzan ÇATALOLUK

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen