Kadın, Edep, Hikmet… Ve… Hüzünlü Bir Sevda Hikâyesi… – Suzan ÇATALOLUK

 Suzan ÇATALOLUK

kadinKadın… Bizi biz eden, Yüce Allah’ın Âdemoğlunun arz macerasında gelişine vesile kıldığı “dünyaya merhaba” kapısı…

Kadınımız… Hanımımız, baş tacımız, sevdiceğimiz, edepli, namus timsali, vefakâr, sadık, sır yumağı, can bildiğimiz…

Kadınlarımız…  İlk terbiyeyi aldığımız, şefkat ve sevgi deryası annelerimiz, hayat tecrübelerini masallar gibi dinlediğimiz ninelerimiz, can kızımız, ablamız, halamız, teyzemiz, yengemiz, candan komşu teyzemiz…

Kadınlarımızın güzel özellikleriyle ilgili ne hoş gerçek hikâyeler vardır. Yanımızda, yöremizde de çok takdir ettiğimiz, hayranlık duyduğumuz nice kadın derinden derine akan engin nehirler gibi, sessizce o zengin ve sırlarla dolu hayatlarını yaşarlar.

Eğer fark edip de zorlarsanız onlar muhteşem bir hazine değerindeki hayat tecrübelerini anlatırken sizi olağanüstü masal dünyalarına götürüverirler…

Evet… Onlardan bir teyzenin hayatı da böyle hüzünlü masal tadında hikâye… Rukiye teyzemin hikâyesi…

Rukiye Teyzem…

Ninemin has arkadaşı, can dostu idi. Osmanlı parçalanıp tarih sahnesinden silinmeye başlayınca “gâvur zulmünden ve katliamından” kurtulmak için yollara düşmüşler. Önce Sarıkamış, sonra Orta Anadolu…

Çok zarif, sessiz bir kadındı Rukiye teyze. Konuşması çok hafif esen yeller gibiydi. Gençliğinde çok güzel olduğu belliydi: Hep mahzun bakan İri ela gözleri vardı. Pembe beyaz, kırışığı az bir teni vardı. Çok ciddi, zor gülümseyen güzel, küçücük dudakları vardı. Yaşına rağmen uzun yay kaşları ve güzel elleri vardı. Dik dururdu. Genç kızlığa geçerken tahta yelek giydirmişler! Otuz yaşına doğru kendinden yaşlı zengin bir adamla evlenip İstanbul’a gelin gitmiş… Üç evlat sahibi olmuş. Ama kocası en küçük oğlu beş yaşındayken vefat edince çocuklarını okutmuş. Sonra bayrağı onlara teslim edip geri memlekete dönmüş… Kocadan kalma eski evde tek başına yaşamaya karar vermiş… Hem Osmanlıca hem de yeni harflerle okuryazardı. Eski kitapları okuduğunu ninemden bilirdim.

Ninem de Rukiye teyze de artık sekseni çoktan aşmışlardı. Ama kendi işlerini kendileri yapar, kimselere muhtaç olmadan yaşarlardı.

Bir gün, akşam vakti nineme geldi Rukiye teyze. Osmanlı’dan kalma üç katlı evimizin yıkıma uğramamış son bölümünde sokağa bakan cumbalı odaya geçtik.

Rukiye teyze her zamanki haliyle neredeyse fısıldayarak hâl hatır sordu. Bir müddet ninemin nefis çayını içip elmalı kurabiyelerini yavaş yavaş yiyerek eski günleri yâd ettiler.

Sonra masanın üzerindeki gazeteye takıldı Rukiye teyzenin mahzun gözleri. Uzanıp gazeteyi aldı. Farkında olmadan sesli okudu:

“-Ünlü filanca fiş mekânca hanım bilmem kaçıncı sevgilisi ile büyük aşk yaşıyor!”

Gazeteyi yavaşça geri bıraktı. Güzel yüzünü buruşturup mırıldandı:

“- Aşkı da sevdayı da yozlaştırıp kirletiyorlar!”

O an çok şaşırdığımı hatırlıyorum. Çocukluğumdan bu tarafa hep çok ciddi bulduğum ve pek çekindiğim Rukiye teyze ve sevda…

Rukiye teyze bir an boş bulunup hayatının gizli bir sahifesini bana gösteriyordu sanki. Bir saniye daha geçerse o sahifeyi kapatabilirdi! Hemen telaşla sordum:

“-Nasıl, nasıl? Nasıl yozlaştırıyorlar?”

Yüzüme öyle bir baktı ki yüz sahife söz söylense öyle bir hülasa olamazdı. Ama o cümlesi beni gizli sevinç denizine attı:

“-Bunlar ne bilirler ki aşktan, sevdadan. Aşk ilahi bir yoldur ki sevgiliyi uzak menzilde görürsün. Oraya yettiğinde sevgili bir sonraki uzak menzildedir…”

Sustu, yere bakıp öylece durdu. Fırsat kaçıyor muydu ne! Hemen doğrudan sorsam mı acep, diye düşündüm. Ama sabrettim, bekledim. Başını kaldırıp yüzüme baktı:

“-Sevda… Sevda insanın imtihanı… Yakıp kavuruyor insanın gönlünü…  Ama edepli, terbiyeli…  Aşk… Eğer ilk basamağını aşamazsan esfel-i safiline yuvarlandın demektir. Eğer aşma talihini yakalamışsan yolun açık ola!”

Merakımı artık yenemedim:

“-Rukiye teyze, sen hiç sevdalandın mı? Veya… Âşık oldun mu?”

Korkuyla yüzüne baktım, serde azarlanmak da vardı. Ama o gün Rukiye Teyzenin gizli dünyasını bana açma günüydü galiba. Esrarlı, has billur kâse dolmuştu, içindeki sır akmaya çok niyetliydi.

Kısa bir tereddütten sonra kararlı bir sesle sordu:

“-Çok mu merak ettin?”

Heyecanla bağırdım:

“-Evet!  Sizin zamanınızda aşk, sevda… İnanamıyorum!”

Bu defa o şaşırmış görünüyordu:

“-Allah Allah! Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Leyla ile Mecnun bizden çok evvel arzda misafir oldular. Sevdanın en güzelini yaşayıp dillerde ebedileştiler. Neyse… Eğer hiç kimseciklere söylemezsen sana hayatımı anlatırım.”

Ve… Anlatmaya başladı:

“- Yıllar evveldi, köye gittim. Şöyle bir eski çeşme başına gideyim, eski günleri yâd edeyim, dedim. Her şey ne kadar da değişmiş. Çeşmeden su içtim, yüzüme birkaç avuç su vurdum. O sırada bir ses duydum:

“- Rukiye? Sen misin?”

Döndüm, çeşmenin yanındaki taştan yapılma oturma yerinde onu gördüm! Nasıl da ihtiyarlamıştı. Elinde bastonu ile öylece bana bakıyordu. Şaşkınlıktan bir an sesim çıkmadı:

“-Mustafa?”

“-He ya benim,” dedi titrek sesiyle.

Çocukluktan başlayarak evlenene kadar her sabah uyandığımda adını sayıkladığım, hüzünlü sevdamın başkahramanı karşımdaydı. Ne çok sevdalanmıştım ne çok… Onu görmek için önceleri bin bir bahane yaratırken sonraları o ümitsiz sevdamı kalbime gömüp ondan kaçar olmuştum…

Elini oturduğu yere vurdu:

“-Rukiye! Gel otur azıcık… Kaç yıl oldu… Gel biraz dertleşelim!”

Önce tereddüt ettim. Ama yaşım altmışı çoktan geçmişti o zaman. Artık ne fark ederdi ki! Yavaşça yanına oturdum. Bir müddet havadan sudan sohbet ettik. Benden sonra o da evlenmiş. Çocukları ve gelinleri onlara çok iyi bakıyormuş. Torunları çok seviyormuş, torun başkaymış. Çok ağır bir kalp ameliyatı geçirmiş, hekimler çok dikkatli olmasını tembihlemişler. Bütün bunları zaten biliyordum ama ondan dinlemek kederli bir beste gibi geldi bana, sözünü kesemedim.

Sonra sustu. Bir şey söylemek istiyor da söyleyemiyordu sanki. Başını kaldırıp göğün maviliğine dalıp gitti bir müddet. Ardından yere bakarak mırıldandı:

“-Ah Rukiye!  Ah! Ah! …”

Elini uzattı, kolumun üstüne koydu. Dikkatle yüzüme bakıp sordu:

“-Rukiye. Söyle bana. Geçirdiğin bunca yıldan sonra de bana. Bahtiyar oldun mu, hayatını iyi yaşadın mı?”

Bir an dahi düşünmeden cevap verdim:

“- He Mustafa. Rahmetli çok iyi bir adamdı. Bir gün kalbimi kırmadı. Beni el üstünde tuttu. Allah izin verdi, ondan üç erkek evlat sahibi oldum. Sayesinde gün gördüm. Daha ne isteyebilirim ki!”

Yavaşça elini çekti, yine başını eğdi. Fısıltıyla konuştu:

“-Çok memnun oldum, Rukiye, çok!”

O sırada çok gürbüz bir çocuk bağırarak yanımıza geldi. Son torunuymuş. Evden merak etmişler, bekliyorlarmış.

Bastonuna dayanarak ayağa kalktı. Yüzüme baktı. Gözlerinde ne çok hüzün vardı. Dedi ki:

“- Rukiye… Sağlığım hiç iyi değil. Bir daha karşılaşmamız ötelere kalıyor zahir. Hakkını helal et!”

Beni dinlemeden arkasını döndü, boynunu büküp yavaş yavaş uzaklaştı. Ardından bakakaldım.

Garip bir hüzün gelip boğazıma dolandı sanki. Ben ona nasıl da sevdalanmıştım. Yüreğimde ne çok yer etmişti.”

Devam edemedi sözlerine, bir müddet sustu Rukiye teyze. “Eyvah! Gerisini anlatmayacak artık” diye hayıflandım. Dayanamayıp telaşla sordum:

“- Nasıl anladın sevdalandığını. Oraları anlat! Ne olur, ne olur Rukiye teyze. Hiç mi bir araya gelmediniz? Hiç mi belli etmedin? “

Yüzünde hafif bir kızgınlık belirdi önce:

“-Ne diyorsun sen! Arsızlık edip ona sevdalandığımı mı belli edecektim? Sonra onun gözünde yerim ne olurdu? Sevdayı saklamak gerek. Güzelliğini, masumiyetini korumak için onu yedi renge sarıp gönlün gizli bahçesinde büyüterek saklamak lazım. Arsız dikenler ortadadır. Niye dersin? Çünkü eğer güzellikleri varsa da onlar tuzaktır. Oysa hakikaten sevdalanmışsan hep seninledir o zor yük.  Yüreğinde açan da kâinatın en güzel çiçeğidir. Sevdiceğin yanındadır sanki hep!”

Derin bir nefes alıp söze devam etti:

“-Neyse… Birer gece arayla doğmuşuz. Önce ben. Sonra o. Komşumuzun oğlu. Annelerimiz çocukluk arkadaşıymış. İtişe kakışa geçirdiğimiz çocukluk… Genç kızlığa geçişte başladı sevdam. Bilirsin, bizde kaçgöç yoktur. Ara ara yan yana oturur uzun uzun konuşurduk. O beni, ben onu görmeden edemezdik. Tuhaf bir bağ vardı aramızda hep. Bir bahane bulur, birbirimize söyleyecek şeyler icat ederdik. Çok maharetli idi. Tahtadan çok süslü kutular, sandıklar yapar, en güzellerini bana verirdi. Annelerimiz, babalarımız bizi iki kardeş gibi görürdü. Bir müddet sonra yaşım yirmilere gelince onun da bana kardeş gözüyle baktığına dair şüpheler içimi kötü kurtlar gibi kemirmeye başladı. Talipler gelip kapımızı aşındırır olunca çok direndim. Ne yalan söyleyeyim, çok güzel, çok maharetli bir genç kız olmuştum. Güzelliğim dillere destandı artık. Ama Mustafa ile her gün konuşmamıza, gülüşmemize, şakalaşmamıza rağmen ondan sevdaya dair, evliliğe dair tek bir cümle duymuyordum. Bazı geceler hüzünle gökyüzüne bakıp ağladığım, durumumu anlayamayıp çok sızlandığım da oldu. Ama kimselere demedim, diyemedim.”

Yine sustu Rukiye teyze. Öylesine etkilenmiştim ki ben de konuşamadım. Nasıl bir duygusuzdu bu sevgili ki böylesi bir güzelliğin ve masumiyetin sevdasını anlayamıyor veya yok sayıyordu…

O zamana kadar bizi sessizce dinleyen ninem hafifçe iç çekti:

“-Ama biz gençler onları birbirine ne kadar çok yakıştırırdık! Mustafa pek yakışıklı bir delikanlı idi. Bir de çok güzel bembeyaz atı vardı. Bütün kızlar bir araya gelince ondan hayranlıkla bahsederlerdi. Delikanlılar da Rukiye’den. Ama inatla ikisi de evlenmiyordu.”

“-Evet, dedi Rukiye teyze. Bunu ben de duyardım. Ama Mustafa’dan tek bir cümle bekledim hep. Ama söylemedi. Bir dünür daha gelmişti. Ben de sıkılıp kapının önüne çıkmıştım. Mustafa ile karşılaştık. Gelenleri merak etmiş. Ben de söyledim. Sebebini anlayamadığım bir sertlikle sordu:

“-Çok sevinçlisin herhalde! Bu ne acelecilik! Nasıl olsa evleneceksin bir gün!”

Öylece kalakaldım. Ağzımdan tek bir söz çıkamadı. Artık emindim ki Mustafa beni eş olarak hiç düşünmemişti. Ağlayarak içeri girdim. Onunla karşılaşmamaya, sevdamı yüreğime gömmeye karar verdim. İçimde yeşermeye murat eden o ümit filizini kökünden sökmeye çalıştım. Aradan yıllar geçti. Artık yirmili yaşların sonuna gelmiştik. Sonunda evlilik kararını babama bıraktım. Onun kararıyla evlenip İstanbul’a gelin gittim. Gelinliğimi giyerken bu sevda defterini kapatacağıma dair büyük yeminler ettim. Yıllarca çeşitli bahaneler bulup baba ocağına gitmedim. Onları hep İstanbul’da ağırladım. Neyse… Kocama iyi bir eş, çocuklarıma iyi anne olduğumu sanıyorum.”

Ninem içmeyi unutup bardaklarda soğuttuğumuz çayları tazeledi. Hiç sesini çıkarmadan yavaşça önümüze koydu. Rukiye teyze hüzünle konuşmaya devam etti:

“- Böyle idi eski sevdalar, bizim zamanımızda…”

Hikâye bu kadar mıydı? Ya Mustafa’nın gönlünde ne vardı? … Bu hikâye böyle bitmemeli idi. Sordum:

“-Çeşme başı sohbetinden sonra karşılaştınız mı hiç?”

“-Hayır, dedi Rukiye teyze. Ama şehre döndükten sonra köyden öteki komşumuzun kızı ahretliğim Emine geldi evime. İki gün kaldı. Giderken bana çantasından çıkardığı bir kutuyu uzattı. Tahta, el yapması idi. Hemen tanıdım. Mustafa’nındı. Aldım o harika kutuyu. Yavaşça açtım. İçinden çok güzel bir yemeni ve bir gümüş bilezikle yüzük çıktı. Yüzüğün üzerinde eski yazı ile “Sivas hatırası” yazılı idi. İçinde de Mustafa yazısını okudum. Şaşırmıştım. Emine çekine çekine konuştu:

“-Mustafa verdi bunları. Ağırlaştı. Yatakta. Biliyor musun sana çok sevdalıydı. Sen evlendikten sonra kendini dağlara vurdu. Bir derviş ile dost olana kadar divane divane gezindi. O derviş bir gün çok kızmış Mustafa’ya. “Mecnun oldum, diye sızlanıyorsun, o kadar kolay mı, demiş. Sana bu sevdayı yaşatan Allah’a aşkın ne kadar?” O günden sonra Mustafa derviş ölünceye kadar dizinin dibinden ayrılmadı. Onun tavsiyesiyle, bulduğu kızla evlendi. Ama yan yana geldiğimizde hep seni anlatır, gizlice haberlerini öğrenmek isterdi.”

Şaşkınlığımı anlatmam mümkün değil. Farkında olmadan sordum:

“-Ne diye bana söylememiş ki!”

“-Hep söylemek istemiş. Gelir gelir bana anlatırdı. Beni de engellerdi. Kendim söyleyeceğim derdi. Sonunda söylemeye karar verip Sivas’a gitmiş, bu hediyeleri almış. Ama o gün sana dünür geldiğini görünce sana sormuş. Sen pek neşeliymişsin. Bütün cesaretini kaybetmiş. Bu kız beni aklının ucundan bile geçirmiyor, demiş. Bu kutu o günden beri bende. Sana vermemi istedi hasta yatağında.”

Yüzüğü kutuya geri koydum. Kapağı kederle kapattım. Emine’ye uzattım:

“-Emine! Bunu alamam. Sende kalsın. Bu gizli sevdasını da kimse duymasın. Yazık, hanımı ve çocukları var! Üzülürler sonra”

Emine kutuyu alıp çantasına koydu. Ardından merakla yüzüme baktı:

“-Rukiye dedi. Böyle büyük bir sevdaya insan kayıtsız kalabilir mi? Sen de onu… Onu birazcık olsun sevmedin mi?”

“-Emine, dedim. Ben Mustafa’ya hiç o gözle bakmadım!”

Hayretle baktım Rukiye teyzenin yüzüne.

“-Rukiye teyze! Niye? Emine senin ahretliğin, kadim dostun değil mi?”

Hüzünle gülümsedi bana:

“-Elbette kadim dostum, dedi. Ama ya gider Mustafa’ya söylerse diye düşündüm.”

Hayretim daha da arttı:

“-Adamcağız yatağında bahtiyar olur, huzurla öteye geçerdi. Kötü mü olurdu Rukiye teyze?”

Başını iki yana salladı. Cevabı çok ibret verici idi:

“- Ama… Ben kendime evlenirken ne yeminler ettim kocama yürekten bağlı kalacağım, rüyalarımda bile ona sadık olacağım, en küçük bir düşüncemde bile vefasızlık etmeyeceğim diye. Kendim kendime verdiğim sözümü tutamazsam ben nasıl edepli insan olurum ki! Sonra kocam, Allah rahmet eylesin, her türlü hürmete, sevgiye layık bir adamdı. Ona büyük haksızlık olurdu. Ama galiba en çok da o deli çağlayanlar gibi beni sürükleyen sevdamın kirlenebileceğinden korktum. Biliyorsun, bunun için tek bir söz yeterlidir, Allah insanı el diline düşürmesin!”

Yerimde öylece kalakalmışım! Biz, biraz mürekkep yalamışlar her şeyi çok iyi biliriz ya! Şu zamanda böyle bir sevda ve onu kirletmeden koruyabilmek ne büyük bir zenginlik, diye düşündüm. Böylesi bir sevdaya ancak diz çökülür, deyip sadece onun gözlerine hayranlıkla baktım. Nasıl da huzurluydular, nasıl da dingin ve sevgi doluydular.

Sonrası mı? Sonrası Mustafa birkaç gün sonra ahrete uçuvermiş. Anlatılan o ki selamlar vererek gülümseyerek.

Rukiye teyze ile ninem birkaç ay ara ile ebediyete yolcu oldular, Allah rahmet eylesin.

Kadın deyince aklıma o güzeller güzeli Rukiye teyze gelir. Edepli, erdemli, hayatı hikmetlerle dolu olan o nur yüzlü! Sevdası da yüreği de aşkın en safıyla dopdolu, masumca yaşayıp bu arz menzilinden tertemiz ayrılan o insan gelir.

Ne güzel misallerdir onlar ne hoş insanlardı Rukiye teyzem ve onun gibi insanlar. Hatırladıkça içimi hüzün dolu bir hasret kaplıyor.

Bugün Rukiye teyzelerimize ne çok ihtiyacımız var! Başımızı o güngörmüş dizlere koysak ve onlar sabah yelleri gibi fısıltılı sesleriyle asıl sevdanın ve gerçek aşkın ne olduğunu bize anlatsalar ne güzel olurdu…

Yazar
Suzan ÇATALOLUK

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen