İsimsiz Neferler – Funda Nur SÖNMEZ

Türk Ocakları “Karacaahmet’te ilk buluşma” konulu hikâye yarışmasında ikincilik ödülü alan hikâye

Funda Nur SÖNMEZ[i]

Babasının askerliğine ait saman kâğıdına basılmış bu fotoğrafa hayranlıkla bakıyordu. Omzunda asılı tüfekle esas duruşta olan bu adamın gururu gözlerinden okunuyordu. Saat başı öten duvar saatinin alışıldık sesiyle düşüncelerinden sıyrıldı. Son zamanlarda bu fotoğrafa bakarken sonu gelmeyen düşüncelere dalıyor ve saat adeta hatırlatıcısı oluyordu. Paltosunu giyip çantasını aldıktan sonra basıldıkça gıcırdayan tahta merdivenlerden hızlıca inip evden mektebe doğru yola çıktı. Mehmet, AskerîTıbbiye Mektebi’nde okuyan, benliği milliyetçilik ateşiyle yanan 18 yaşında bir gençti. Babası gümrük müfettişi Fethi Bey oğluyla her zaman gurur duyardı. Düşman kanlı ayaklarını güzel vatanına bastığında onun canı pahasına savaşacağına kuşkusu yoktu. Mayıs ayıyla birlikte havalar ısınması gerekirken kış gitmemekte inat ediyor; güneş, kalbi umutla dolduran bereketini zaten bahtsız olan bu insanlardan esirgiyordu. Yağan yağmur, kendine yurt edinmeye çalışırcasına taşların arasındaki boşluklara sızıp eski İstanbul’un sokaklarını çamura bulamıştı. Sık sık parlattığı ayakkabılarının tekrar kirlenecek olmasından sıkıntı duyarken her gün uğrayıp gazete okuduğu dükkânın önünde buldu kendini. İnsanlar gazeteleri, dergileri hele Genç Kalemler’i burada okuma fırsatı bulur ve okudukları yazılar hakkında fikir alışverişinde bulunurlardı. Dükkânın cam kapısını gıcırtıyla açtı ve ahbaplığı bulunan kişilere toplu bir “Hayırlı Sabahlar.” dedi. Bu selama kimisi sözlerle Feride ise göz temasıyla yanıt verdi. Dükkân sahibinin kızı olan Feride okuma yazma bilen kibar bir genç kızdı. Birkaç adım ilerleyip eline aldığı gazeteye göz gezdirirken hesap kitapla uğraşan Feride söze girdi:

Geçen ay Arnavutluk’ta çıkan ayaklanmayı hatırlarsın ya?

Pek tabii hatırlıyorum. Yıllardır Osmanlı’nın yönetiminde refah içinde yaşayan bu milletlerin zor zamanlarda parçalamaya çalışması unutulur gibi bir hadise değil.

Ayaklanan Arnavutları Karadağ desteklemişti. İşin içinde İtalya’nın parmağı olduğu ortaya çıkmış.

Siyasi iktidarı sağlayamayan bir hükumet, milli kimliğinden habersiz bir millet var oldukça, ayrılıkçı fikirlerin önüne geçilemedikçe tüm bunlar olağandır. Etnik grupların devleti parçalamaya yönelik faaliyetleri, akbaba gibi üzerimize üşüşmek isteyen düşmanın ekmeğine yağ sürüyor.

Feride acı bir tebessümle “Haklısın, şüphesiz ki kurtuluş milli bilincin uyanışından geçiyor.” dedi. Mehmet, gülümseyen Feride’nin gözlerine bakarken bir an ne kadar güzel olduğunu düşündü. Bir gün ona hislerini açıklayacağını umarak dükkândan ayrıldı. 

Mektebe vardığında arkadaşlarını hararetli hararetli konuşurken buldu. Düzenli olarak gazetedeki haberleri takip eden arkadaşları kuşkusuz bu havadisi öğrenmişlerdi. Ne var ki Mehmet konuşulanlara sessiz kalıyordu, düşünme girdabında kaybolmuştu. En yakın arkadaşlarından biri olan Şeref bu duruma kayıtsız kalmadı:

Bugün hiç sesini duymadık Mehmet, iyi misin?

İsminden öncesini duymamış olan Mehmet bu soruyu düşünmeden “İyiyim.” diyerek cevapladı. Aralarındaki bağ idadiye kadar uzandığından Mehmet’i çok iyi tanıyan Şeref bu cevabın üzerine bir şey demedi. Kokusu yakında çıkardı nasıl olsa.

Hava kararıp yıldızlar bütün görkemiyle gökyüzünü aydınlattığında kendini eve zor attı. Saatlerce düşünmekten yorgun düşmüş kafası fena şekilde ağrıyor fakat o ne düşündüğünü bilmiyordu. Gaz lambasını yakmak için tahta masasına doğru ilerledi. Pencereden sızan ay ışığı odayı aydınlatıyordu. Camdan dışarı bakınca yeni doğmuş bir bebek gibi güzel olan dolunayı gördü. “Ne güzel bir gece!” diye düşünürken beyninde bir cümle şimşek gibi yankılandı: “Şüphesiz ki kurtuluş millîbilincin uyanışından geçiyor.” Mehmet ve arkadaşları, AskerîTıbbiye’nin bu milliyetçi gençleri, her gün eriyip giden imparatorluğun kurtuluşu üzerine kafa yorar, çözüm yolları arardı ama sonunda her biri yine kendi işlerine, ebedi hayat savaşında var olma mücadelelerine geri dönerlerdi. Meseleleri sadece kendi aralarında konuşmak, kendilerine karşı oynanan satranç oyununda piyonluk etmekten farksızdı. Türklüğün makûs talihini yenmek için harekete geçmenin tam vaktiydi.

Ertesi gün gece boyu kafa yorduğu bu meseleyi arkadaşlarıyla paylaşmak için sabırsızlanarak mektebin bahçe kapısından girdi. Arkadaşları bu görkemli binanın yeşillikle kaplı bahçesinde oturuyorlardı. Yanlarına varıp direkt söze girdi: “Gördüğünüz herkesi çağırın.” ve ekledi: “Söyleyeceklerim var.” Birkaç dakika sonra bahçede kim varsa bu genç adamın söyleyeceklerine kulak kesilmiş bekliyordu. Fazla uzatmadan söze girdi:

Günlerdir hatta aylardır atalarımızın kanlarıyla sulanan bu toprakları, vatanımızı içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtarmak için kafa yoruyoruz. Aramızdan bu mesele canını sıkmayan çok az kişi vardır. Vatanımızın kurtuluşu milletimizin körelmiş hislerinin yeniden filizlenmesinden, milli bilincin uyandırılmasından geçiyor. 

Arkadaşını her daim destekleyecek olan Şeref burada söze girdi: 

Haklısın, hepimizin gayesi budur. Fakat bunu nasıl başaracağız?

Mehmet yanıtladı:

Milletimize kimliğini ve benliğini tanıtacak, millî duygularını canlandırıp harekete geçirecek çalışmalar yapacağız. Bu da ancak millî bilinci güçlü, vatanperver münevverlerin çabaları ve yardımları ile mümkün olabilir. Bizim gibi Türk milliyetçisi olan aydınlara hitap eden bir mektup yazacağız. Bir bakıma onları, bize ve milletimize önderlik etme görevine çağıracağız.

Şaşkınlık içerisinde onlarca çehre sağına ve soluna dönüp memnuniyetini dile getirircesine başını sallıyordu. Bu fikir sanki aylardır aradıkları fakat bir türlü bulamadıkları o çözümdü. Hepsi gönüllülüğünü belirtip mektubun kimlere gönderilmesi gerektiğini kendi aralarında tartışmaya başlamışlardı. Sevinçten birbirine sarılanlar bile vardı. Bu manzara karşısında derin bir mutluluk duyan Mehmet’in Feride’ye olan hisleri bir kez daha kamçılanmıştı. 

Bu sırada Mehmet, Şeref ve birkaç kişi toplantının hangi tarihte ve nerede yapılacağını kararlaştırıyordu. Kısa bir istişareden sonra kalabalık dağılmadan Şeref sonucu duyurdu:

24 Mayıs günü seher vaktinde Karacaahmet Mezarlığı’nda toplanacağız. O güne kadar yazacaklarımızı düşünürsünüz.

Belki de bir milletin kaderini belirleyecek olan bu birkaç yüz genç kalpleri umutla dolu hâlde birer birer dağıldılar.

Bulutlar yavrusunu yitirmiş bir anne misali ağlıyordu. Hızla yağan yağmur ve seher yeli insanın içine işliyordu fakat Karacaahmet Mezarlığı’nda toplanmış bu 190 gençten hiçbiri üşümüyordu. Vatan sevgisi bütün benliklerini kaplamış ve onları bir güneş misali ısıtıyordu. Şanlı bir mazi yaratmış kahraman ırkının kanı damarlarında dolanan hangi genç böyle bir günde üşüyebilirdi ki?

Mehmet içlerinden en erken geleniydi. Vakit ilerledikçe sayılarının çoğaldığını, tam 190 Askeri Tıbbiye öğrencisinin yüce Türklüğü gönüllerde yüceltmek gayesiyle toplandığını gördükçe kıvanç duyuyordu. Kalabalığın ortasına geçip konuşmaya başladı:

Kardeşlerim! Vaziyetimiz ortadadır. Azınlıklar ve düşmanlar Türk’ün vatanını parçalamaya uğraşmakta ve Türk evladı etkisiz kalmaktadır. Bu duruma bir son vermenin vakti geldi.

Mektepten diğer bir arkadaşı olan Tahir söze girdi:

Atalarımızın yüzünü kara çıkarmamak için ne gerekirse yaparız! Atalarımızdan miras kalan güzel vatanımızı ölümüzü çiğnemeden alamazlar.

Bu düşmana meydan okurcasına edilen sözler bir uğultu dalgası yarattı. Hiddetlenen kalabalık bu sözlerin devamını getiriyordu. Gök gürültüsü eşliğinde çakan şimşekler karanlık gökyüzünü aydınlatıyordu. Sanki gökyüzü de hiddetlenmişti. Mehmet tekrar söze girdi:

Arkadaşlar, kininizi işgal edilinceye saklayın zira bu gidişle o günler çok yakın. Cesarete o zaman daha çok ihtiyacınız olacak. Bugün burada bir mektup kaleme alacağız. Önce vaziyetimizi ve gayemizi açıklayalım.

Fikirler kâğıda ince ince işleniyor, herkes birer birer gönlünden geçeni aktarıyordu. Sıra kimlere gönderileceğini belirlemeye gelmişti. Mehmet:

Fikrimce Mehmed Emin, Fuat Sabit, Emin Bülend gibi samimi Türkçüler başta olmak üzere vatanperver şair, bilim ve düşünce adamlarına göndermeliyiz.

Topluluk sessiz kalarak bu isimleri onayladı. Şimdi mektupları hazırdı. Son hâlini Mehmet okudu:

“Efendimiz,

Türk ırkının maarif mekteplerine hizmet ederek, içtimai geleceğini temin emeliyle toplanmış 190 Askeri Tıbbiyeli namına zat-ı âlilerinize müracaat eyliyoruz.

Maksadımız, arz edeceğimiz şeylere dair hâkimane ve edibane fikirlerinizi öğrenmektir.

Türk kavmi, hayat-ı inkıraz yaşamaktadır. Buna seleflerimiz gibi lâkayt kalamayız. Hayat ebedî bir mücadeledir ve bu mücadelede muvaffakiyetin en büyük şartı, maarif ve mekteplerin galebesidir.

Bizler; tekâmül kanununa riayet fikrinde ısrarlı, ziraat, ticaret ve sanayi ile kazanılmış bir içtimaî hâkimiyeti, kuru bir siyasî hâkimiyete tercih etmekteyiz.

Nesl-i müstakbel temiz olsun; miskinliği günah, faaliyeti ibadet bilsin. Müteşebbis, kuvvetli ve servet sahibi olsun.

Böyle bir cemiyetin temel taşlarını yüksek mekteplere devam eden Türk gencinin maddî-manevî fedakârlıklarıyla atacağız.

Bu babdaki hâkimane ve edibane görüşlerinizi öğrenmek istediğimizi bildirir; ilmî ve fiilî iş birliğinde bulunmalarını ısrarla temenni eyleriz;

Efendimiz.”

Topluluk mektubu sevinç içinde ve gözleri parlayarak dinliyordu. Gece çıkan fırtına ve soğuk havadan eser kalmamıştı. Doğan güneşi selamlayan AskerîTıbbiyenin bu gençleri tatlı bir rüyadan uyanmış gibi yeni bir güne başladılar.

Mehmet gülümseyerek arkadaşlarının yanına geldiğinde aradan beş hafta geçmişti. Onun bu halini gören arkadaşları meraklanıp “Hayırdır, bir havadis mi var?” diye sordular. Mehmet saadet içinde olanları anlattı:

Yazdığımız mektubun muhatabı olan milliyetçi aydınlar yaptıkları değerlendirmelerin sonucunda bana dönüş yaptılar. Fuat Sabit’in başkanlığında 21 kişilik bir heyet oluşturulmuş. Bu heyetin Fuat Sabit başkanlığındaki üyeleri ile Türkçülük idealine gönül bağlayan Mehmed Emin, Akçuraoğlu Yusuf, Emin Bülend ve Ağaoğlu Ahmed Beğlerin katıldığı bir toplantı yapılacak. Hepimizi davet ediyorlar.

Mehmet’in önemli isimleri birer birer sıralamasıyla dinleyenlerin şaşkınlığı ve sevinci katlanıyordu. Bu topluluğun oluşturulmasını teşvik ettikleri ve ilk üyelerinden olacakları için gurur duyuyorlardı. Mehmet toplantı yerini ve zamanını duyurduktan sonra eve doğru yola çıktı. Sanki geç gelen yaz intikam alıyordu. Güneş İstanbul’u adeta kavuruyordu. Yokuşu kan ter içinde çıktıktan sonra yine o dükkânın önünde buldu kendini. Biraz soluklanmak ve olanları Feride’ye anlatmak için iyi bir vesileydi. İstekli adımlarla dükkânın içine girdi ve konuşmayı başlattı:

—Müjdemi isterim. Çabalarımız sonuç verdi, vatanperver bir dernek kuruluyor. İlk toplantısı önümüzdeki hafta.

Mehmet’i dikkatle dinleyen Feride memnuniyeti gözlerinden okunarak:

—Sizin adınıza bahtiyarım. Faydalı işler yapacağınıza kuşkum yok.

Birden aklına bir fikir gelen Mehmet:

—Sizi de davet etsem… Davetime icap eder misiniz?

Feride kızaran yüzünü yere eğerek “Düşüneceğim.” dedi. Bunun üzerine Mehmet hayırlı günler dileyip evine döndü. 

Mehmet ve arkadaşlarının günlerdir heyecanla beklediği toplantının günü gelmişti. Dalga dalga sıcak havanın tene işlediği bir Temmuz sabahı Mehmet hazırlanmış evden çıkmıştı. Katılamayacağını önceden bildirmiş olan Feride’nin eksikliğini hissediyordu fakat yarım saat sonra, toplantı yerine varınca, bu hislerden eser kalmadı. Böyle büyük aydınlarla bir arada bulunmak onur vericiydi. Topluluğun başkanlarından Mehmed Emin konuşmasına başladı:

—Kalbi milliyetçilik ateşiyle kavrulan vatanperver kardeşlerim! Bugün buradaTürkçülük düşüncesini yayacak ve yaşatacak bir dernek kuracağız. Fikir arkadaşlarımla birlikte bu derneğe kararlaştırdığımız isim “Türk Ocağı” olmuştur. Ocağın amacı, “Akvam-ı İslamiyenin bir rükn-i mühimmi olan Türklerin milli terbiye ve ilmi, içtimai, iktisadi seviyelerinin terakki ve i’lasıyla Türk ırk ve dilinin kemaline çalışmak” tır. Amacımızı gerçekleştirmek için Türk Ocağı adı ile kulüpler açarak dersler, konferanslar, müsamereler tertip, kitaplar ve risaleler neşir edecek, mektepler açmaya çalışacağız.

Bu konuşmayı beğenen topluluk Mehmed Emin’i ayakta alkışladı. Mehmet’in kalbi yerinden çıkacakmış gibi atıyordu. 3 Temmuz 1911’de yapılan bu toplantıdan itibaren 190 AskerîTıbbiyeli genç Türk Ocaklı birer vatan neferiydiler.

Günler, haftalar, aylar geçiyordu. Mehmet ve arkadaşları derslere, konferanslara katılıp yüce milletinin Türklük şuuruna ermesi için çabalıyordu. Türk Ocağı bir yandan İstanbul’daki merkezinde faaliyet gösterirken bir yandan da, başta İzmir’de olmak üzere, belli başlı şehirlerde şubeler açarak çalışmalarını yaymağa girişmişti.

1914 yılının sonuna doğru Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı’na dâhil olmuştu. Her gün gelişmeleri takip eden Türk Ocaklılardan bazıları orduda görevlendirilmişti. Mehmet ve Şeref de orduya katılmak istiyordu. 1915 yılının ilk aylarında başlayan Çanakkale deniz harekâtında İtilaf Devletleri donanması bir bir suya gömülüp başarısız olunca Çanakkale’den çekildiler. Başarısızlığını telafi etmek isteyen düşman karadan boğazların arkasına asker yığarak Türk savunmasını kırabileceklerinin hesabını yaptı, Seddülbahir ve Arı Burnuna asker çıkardı. Anadolu’nun dört bir yanından Çanakkale cephesi için asker toplanıyordu. Mehmet ve Şeref de vaktinin geldiğinin farkındaydı. Orduda yer almayan bütün arkadaşlarıyla orduya yazılıp Çanakkale’ye, kanlı ayaklarıyla güzel toprağını çiğneyen düşmana, “Biz daha ölmedik!” demeye gideceklerdi. 

Askerlik şubesinin önünde toplandıklarında birbirlerine son bir söz verdiler: “Güzel vatanımızı düşmana geçit vermemek için gerekirse gözümüzü kırpmadan öleceğiz.”

İstanbul’dan götürülecek askerlerin gitme vakti gelmişti. Şeref diğer askerlere Mehmet ile birlikte katılacağı için Mehmet’in evinin önünde bekliyordu. Tanıdıklar ve akrabalar evin önünde toplanmıştı. Evin kapısından önce Mehmet’in gözü yaşlı anası ve gururu duruşundan anlaşılan babası çıktı. Mehmet muhtemelen bir daha göremeyeceği yuvasıyla son kez vedalaşıp adımını kapının tahta eşiğinden dışarı attı. Kalabalığa göz atınca ilk önce gözü yaşlı Feride’yi fark etti. Feride… En çok onunla vedalaşmak zorlayacaktı Mehmet’i. Tanıdık ve akrabalara “Allaha ısmarladık.” dedikten sonra anne ve babasının elini öptü. Sona Feride kalmıştı. İlk ve son kez sarıldıktan sonra gözlerine bakarak “Kendine iyi bak.” dedi. Feride “Sen de…” dedikten sonra eline bavulunu alıp son kez arkasına baktı ve Şeref ile yola çıktılar. 

Diğer askerlerin içinde kendileri gibi genç adamlar da vardı fakat kendilerinden 10-20 yaş büyüklerin sayısı azımsanacak gibi değildi. Vatan söz konusu olunca genç yaşlı herkes kendini düşmana siper edecekti.

Çanakkale’ye yürüyerek yolculukta Mehmet’in aklını Feride meselesi meşgul etti. Bağımsız vatanında onunla bir aile kurmayı çok isterdi ve bunun bedelini ödemeye gidiyordu. Aynı zamanda en yakın dostu Şeref ile birlikte düşman tarafından atılan mermilere göğsünü siper edeceği için gurur duyuyordu. Cepheye yaklaştıkça bomba sesleri iyice işitilir olmuştu fakat vatan sevgisi ona daima cesaret veriyordu.

Mehmet ve Şeref 27. Alayda Arıburnu cephesinde yan yana savaşıyorlardı. İdadide başlayan bu derin dostluğun burada da sürmesi çok güzeldi. Siperde her gün yüzlerce yoldaşları yanlarında şehit düşüyordu. Türk Ocaklılardan bazı gençlerin şehadet haberini alınca ölümün ani olduğunu hatırlayan Mehmet ateşkes anında cebinden bir kâğıtparçası çıkardı. Üstüne aceleyle bir şeyler yazıp Şeref’e uzattı:

—Eğer bana bir şey olursa… Bunu İstanbul’a, anama ve Feride’ye ulaştırırsın.

Bu sözleri duymaktan hoşnut olmayan Şeref istemeyerek de olsa kâğıdı aldı ve ekledi:

—Böyle konuşma. Burada düşmana karşı sırt sırta savaşıyoruz. Öleceksek beraber ölelim.

Bu konuşma siperin önünde yatan yaralı askerin inlemesiyle bölündü. Geçici ateşkese güvenen Şeref derhal siperden fırlayıp yaralı askeri siperin gerisine çekmeye başladı. Bu sırada vızıltıyla ok gibi fırlayan mermi Şeref’in göğsüne isabet etti. Şeref bir “ah!” çekip askeri çekmeye devam etti. Ama ateşkesi bozan merminin ardı kesilmemişti. Karşı siperden üzerlerine mermi yağıyordu adeta. Şeref’in yaralandığını anlayan Mehmet gözünü kırpmadan yanına koştu. “Dayan, ikinizi de kurtaracağım kardeşim.” dedi. Yanlarına yatıp silahını düşmana doğrulttu. Gözü dönmüştü. Ateşkesi böyle haince sonlandırdıkları için hepsine lanet okuyor, düşmanı görmeden siperlerine ateş ediyordu. Düşman, siperin dışında uzanan bu açık hedefi vurmakta gecikmedi. Omzundan vurulan Mehmet’in silahı elinden fırlamıştı ve savunmasız kalmıştı. Şeref’e bakınca göğsünden sızan kanın kamuflajını boyadığını görünce kendi omzuna baktı ve acı içinde seslendi:

—Şeref, Şeref! Beni işitiyor musun?

Vaziyeti gittikçe kötüleşen Şeref bu sözlere iniltilerle cevap verdi. Duyuyordu ancak konuşamıyordu. Mehmet sesli olarak bildiği bütün duaları okumaya başladı.

Önce Şeref, hemen ardından Mehmet ailesi ve Feride gözlerinin önünden geçerken son nefesini verdi. Dostlukları milliyetçi düşüncelerle iyice perçinleşmiş iki arkadaş, vatanları için diğer Türk Ocaklılar gibi gözlerini kırpmadan ölüme koşmuşlardı. Yıllar sonra Türk Ocakları’nın kuruluşunu sağlayan milliyetçi gençler olarak bilinecek bu isimsiz kahramanların destanları böyle şanlı bir ölümle noktalanmıştı.

 

[i]Eskişehir Fatih Fen Lisesi 11. Sınıf öğrencisi.

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen