Mor Kitaptan Meseller–4 (Aşk Deryası) – Suzan ÇATALOLUK

kirmizilar.com

Suzan ÇATALOLUK


Gecenin ilerleyen saatinde, harabe binanın tepesindeki kehribar gözlü baykuş tiz bir çığlık attı. Ardından koca kanatlarını açıp yaprağın kıpırdamadığı dar sokaktaki sıvaları çoktan dökülmüş, kiremitleri paramparça olmuş, tahta merdivenleri rüzgârda inim inleyen, kepenkleri yalnızlığın şamarı gibi pervazlara durmadan vuran, duvarları soğukta kalan insanların çeneleri gibi titreyen, eski mi eski, üç katlı viranenin bir zamanlar mutlu nefeslerin alınıp verildiği verandasının korkuluklarına sessizce kondu.

Hepsi yıkılacakmış gibi duran ama bir zamanlar pek güzel olduğu ilk bakışta anlaşılan binaların bulunduğu daracık sokağı yoğun bir sis basmıştı. Öyle ki neredeyse göz gözü görmüyor, kıpkırmızı, ufacık alevle yanan sokak kandilleri ve birkaç yerde duvara takılı ateş rengi meşaleler bu siste birer puslu, kocaman, sönük göz gibi kalıyordu.

Pencerelerin kirli perdelerinden sızan kımızı ışıklar, içeriden dışarıya taşan şen ve şuh kahkahalar sokağa yansıyor, gelip geçenlerin, kesik taşları arşınlayan sarhoşların ve sergerdelerin hince gülmelerine, harcıâlem sözler söylemesine sebep oluyordu.

Gökte gümüşî çizgilerle yol alan bulutlar mehtaba ara sıra izin veriyorlardı.

Sokağın sağ tarafındaki üçüncü viranenin verandasının tırabzanına tüneyen baykuş iki katlı, sıvaları çok yıllar evvel dökülüp yana kaymış olan komşu evin bahçesinin yarısı kurumuş dikenli armutlarının dibinde eşinen sıçanı gözüne kestirmişken salisenin bine biri hızla yanıp sönen şiddetli mavi ışıktan çok korkup yıldırım hızıyla havalandı.

Yoldan geçen serkeşin biri hayretle irkildi, ne olduğunu anlamak için o tarafa baktı. Birinin ayaklarının üstünde durmaya çalıştığını gördü, kendi kendine söylendiğini duydu. Hızlı adımlarla hemen oradan uzaklaştı.

Verandada ayakta durmak için uğraşan yere düşmemek için zorlandı, ileri geri sallandı, dengesini sağlamakta büyük gayret sarf edip şaşkınlıkla söylendi:

“-Yine neredeyim ben?”

Etrafa tekrar tekrar bakındı. Verandaya açılan, bir zamanlar çok güzel olan, artık parlaklığı gitmiş, yer yer kırılıp parçalanmış kündekârî kapı dikkatini çekti. Acaba bu harabede ne vardı? 

Yavaşça kapıya yöneldi. Açıktı. İçeri girmek için usulca iteledi. Kapı derinden derine inler gibi boğuk bir gıcırtıyla açılıp hızla duvara çarptı. 

Bir an girip girmemekte tereddüt geçirdi. Ya bu yıkık evin sahibi varsa ya kanlı katilse ya kendini tanırsa, hakikatini bilip onu öldürmeye kalkarsa…

“Ama… Ama ben insanoğlundan çok daha hızlı hareket ederim nasıl olsa. Saklanacak bir delik bulurum elbet,” dedi kendi kendine.

İçeri bir adım attı. Yoğun bir rutubet ve küf kokusu insan burnuna çarptı. Nefes almakta zorlandı. Elinde olmadan pıskırdı.

Harabenin içi zifiri karanlıktı. Farkında olmadan elini cebine attı. İnsansı bir içgüdüyle kibrit kutusunu buldu. Bir kibrit yaktı. Kapının arkasındaki kandili gördü. İlk defa gülümsedi. “Ah,” diye düşündü,  “insan oğlunun kandil dedikleri galiba budur.”

Yakmak için biraz uğraştı. Ortalık aydınlanınca uzun bir koridorda olduğunu gördü. Yerde bir karış toz, onun altında da bir zamanlar çok güzel olduğu anlaşılan halı yolluk vardı. Duvarlarda boynu bükük, artık kurşuni renge bürünmüş, çok güzel yazılarla yazılmış, tezhipli levhalar asılıydı. Etrafı tül perdeler gibi sarmış olan örümcek ağlarına hiç şaşırmadı. Bir sürü böcek ağlara takılmıştı. Kimileri canlıydı, çırpınıp duruyorlardı. 

Yavaş yavaş son kapıya kadar ilerledi. Ürkerek durdu. Açmalı mıydı, yoksa geri dönüp gitse miydi? İçeride ne vardı acaba? Onun için tehlikeli bir şey olabilir miydi?

Düşündü bir müddet. Sonra merakı üste çıktı. Yavaşça kapının koluna uzandı. Ama sanki ondan evvel görünmez bir el uzandı, kapıyı gıcırdatarak sonuna kadar açtı.

Korkuyla geriye sıçradı. Hızla arkaya, sağa, sola baktı. Kimse yoktu. Endişe ile birkaç dakika bekledi. Ardından ürkek bir cesaretle zifiri karanlık odaya yavaşça girdi. Kapının hemen yanındaki kandili buldu, titreyen parmaklarıyla, yine zorlanarak yaktı.

Burası çok geniş bir odaydı. Yine bütün eşyalar bir karış tozla kaplıydı. Koltukların, kanepelerin üstündeki örtülerin rengi artık belli değildi.

İleride duvara dayalı kocaman, tozdan karalar bağlamış bir boy aynası, yanında oymalı, kakmalı olduğu anlaşılan çok güzel küçük bir konsol boynunu bükmüş, öylece duruyordu.

Merakla o tarafa yöneldi. Konsolun üzerindeki şey dikkatini çekti. Dikdörtgen şeklindeydi. Neredeyse tozdan kaybolacak hale gelmişti. Ama o fark etti. Uzandı, yavaşça parmağıyla değdi. Ürküntüyle bekledi. Hiçbir kıpırdanma olmadığını görünce tozu eliyle sildi. Ortaya çıkanı görünce şaşkınlıkla düşündü: “Ah! Bu insan oğlunun defter dediği nesne. Ne de güzel görünüyor.”

Gerçekten de defter pek güzeldi. Çok hoş bezemelerle süslenmişti. Miklâbını ve cildini silince saf altından nakışlar ortaya çıktı. Birinci ve ikinci sayfalarda sadece nefis desenler vardı. Yine düşündü: “Bu güzelim defter boynu bükük olarak acaba kaç yıl bekledi, kimi? Kim tarafından yapıldı, kimin için?”

Sonra üçüncü sayfaya göz atınca tam ortada sadece beş satır gördü. Büyük bir şaşkınlıkla yazıyı okuduğunu fark etti. Bu satırlar şiirdi. Önce kalakaldı, ardından birkaç kez daha okudu şiiri. Satırlar şöyle diyordu:

“Sen, ey aşk… 

Ah!.. Dilim biçaredir karşında, kelimeler yıldız kaçkınıdır, 

Düşlerimdir seninle ebru girdabında saf ışın demetleri…

Ebed ufkunda, göz bebeğimdesin… 

Öz cevherim, sebebimsin…”

Yine şaşkınlıkla düşündü: “Aşk… Ne güzel bir kelime… Ama aşk nedir, nasıl bir duygudur ki trendeki o kadın her şeyini terk edip aşkın peşinden koştu. Sonunda canından vaz geçip ötelerde mutluluğu buldu. Bana sadece insan gibi ağlamak kaldı. Sen, ey aşk… Nesin? Neredesin?”

Yavaşça bütün sayfaları tek tek çevirdi. Hepsi boştu. Son sayfada dört satır vardı sadece. Okuyunca şaşkınlık denizinde kulaç attı:

“Ey Okuyucu, 

Bu satırları okuduğuna göre aşkı arıyorsun. Ara, bulana kadar. Dikkat et, sahtelerinin tuzağına düşmeyesin. Gerçek aşkı ve onun hakikatini bul. Yoksa bu yalan dünyayı boşuna adımlamış olursun. Al yanına, bu defter senin olsun. Gerçek aşkı bulduğunda sayfalar onu yazacaktır, haberin olsun. Var git, yolun açık olsun. Bu defter de yoldaşın olsun.”

Hayretle satırları birkaç kez daha okudu. Son defa göz atarken zeminin sallandığını hissetti. İrkilip defteri elinden düşürdü. Açılan defterin cildinden küçük bir kâğıt parçası savrularak ayaklarının dibine düştü. Uzanıp aldı. Sadece bir satır vardı üzerinde:

“Kaç! Mekân değişiyor, sevgili evimin ömrü bitiyor, kaç!”

Zemin tekrar şiddetle sallanmaya başladığında defteri kaptı, koşarak verandaya çıktı. Bahçeyi geçip sokağı buldu. Durup arkaya baktığında hayretten neredeyse küçük dilini yutacaktı. Bina yavaş yavaş buhar olup havaya uçuyordu.

O kıpkırmızı kandillerin yandığı sisli sokakta yorgunluktan ölene kadar koştu. Ama sokak bir türlü bitemiyordu.

Dinlenmek için bir adım ötedeki evin duvarına sırtını dayadı. Kalbi deli gibi çarpıyor, ciğerleri yanıyordu. Derin derin nefesler alıyor ama kendine gelmekte zorlanıyordu.

Bir müddet gözlerini yumup öylece kaldı. Düşündü: Bu da neydi böyle? Sanki o ev yok olmak için kendini bekliyordu. Böyle bir tesadüf nasıl olabilirdi ki?

Bir müddet sonra göz kapaklarını araladığında o dükkânı gördü. Zeminden aşağıdaydı. Duvarları moloz taştandı. Birkaç basamakla inilen, çok eski, pek süslü bir kapısı, Kapının üstünde de albenili bir tabela vardı. Üzerinde de “Her şeyin, her duygunun satıcısı” yazıyordu.

Camekânında kırmızı rengin ağır bastığı, içinde bir sürü kuru çiçek ve yaprakların bulunduğu, rengârenk kilim desenli, küçük heybeler, toprak çömlekler, bakır kaplar vardı. Hepsi de çok hoş ve albenili olarak yerleştirilmişti. Kapının iki tarafında, tavana yakın yerde, iki eski lamba kıpkırmızı ışıkla yoğun sisi delmeye çalışıyordu.

Garip bir merak yüreğini sarıverdi. Bütün korkularını unutup yavaşça sokağın karşısına geçti.  Basamakları inip kapıya geldi. Zerzeyi kaldırıp içeri girmek istedi. Ama kapının hemen arkasında rengârenk, ışıl ışıl parlayan billurlardan yapılma perde yüzüne çarptı. Yavaşça geçti onu. 

Ve… Yine şaşırdı. Uzaktan küçücük görünen dükkânın içi çok genişti. Tam karşıda billur taşlı perdesi olan bir kapı daha vardı, hemen üstünde de kıpkırmızı aleviyle yanan büyük bir lamba.

Bembeyaz duvarlara asılı, cevizden yapılma ahşap raflarda aynı boyda koca cam kavanozlar diziliydi, içleri yine çeşit çeşit, rengârenk kuru bitki ve çiçeklerle doluydu: Deve Dikeni, Bodur Mahmut, Civan perçemi, Kurt Pençesi, Mürver Çiçeği, Yoğurt Otu, Çoban Çökerten, Günlük Sakızı, Üzerlik Tohumu, Kına, Kırkkilit Otu, Yosun, daha neler, neler… 

Tavandan aşağı sarkan, uçuk mavi ışıklı kandillerle dolu koca avizenin etrafında hezanlara zincirlerle bağlanmış küçük sepetlerde denizatından denizyıldızına kadar kurutulmuş küçük mahlûklar öylece duruyordu.

Duvarın birinde içinde uzun kılıçlar olan iki halı heybe asılıydı. Öteki duvarın tam ortasında kurutulmuş ve birbirine dolanmış iki yılan pırıl pırıl gözleriyle sanki sonsuza bakıyordu.

İç kapının açıldığı duvarın önünde koca ceviz tezgâh, üstünde has ipekten bezeli pamuklu örtü, arkasında da iri parlak taşlarla şehzade koltuğu vardı.

Zemin koca koca, çeşit be çeşit renkte granit taşlarla döşenmişti.

Şaşkın şakın etrafı incelerken hiç beklemediği çıngırağı, ardından da o şen, ahenkli sesi duydu:

“- Kimdir gelen?”

Ardından iç kapı açıldı. İçeriye uzun boylu zayıf bir kadın girdi. Gençliğinin sonunda görünüyordu. Simsiyah dalga dalga saçları belini bir karış aşmıştı. Değirmi çehreli, esmer tenli, yay kaşlı, iri, masmavi gözlü, küçük, kemerli burunlu, gül dudaklıydı. Zemini siyah, üzerinde iri, kırmızı gül desenleri olan bol, boğazına kadar kapalı, uzun kollu bir elbise giymiş, başına da alnını kaşlarına kadar kapatan, leylak rengi düz bandana bağlamıştı. Çok güzel olan karanfil tırnaklı parmaklarında bir sürü yüzük, bileklerinde bilezikler, boynunda çeşitli kolyeler, gösterişli bir gerdanlık vardı.

Kadın onu görünce gülümsedi. İnci gibi parladı güzel dişleri.

“-Hoş geldin şehzadem, dedi. Seni hangi rüzgâr attı buraya?”

Hızla sese dönünce göz göze geldiler. Kadının neşesi bir anda yok oldu. Dudaklarındaki gülümseme hemen kayboldu. Endişeyle baktı yüzüne. Kederli bir sesle sordu:

“-Şehzadem, bu sokakta işin ne? Her ne arıyorsan o aradığın buralarda yok.”

Hiç sesini çıkarmadan defteri uzattı ona. Kadın üçüncü sayfadaki şiiri buldu, yavaşça okudu. Defteri hemen kapattı. Hüzünle kasıldı yüzü. Başını yere eğdi bir müddet. Sonra çaresizce ona baktı:

“-Sen, dedi.  Sen neyi arıyorsun burada? De hele, konuş!”

Fısıldadı kadına:

“-Ben o satırlarda yazılan aşkı arıyorum.  Aşk için yaşayanların aşkını bulmak istiyorum. Aşk sat bana.”

Kadın başını iki yana salladı. Kırılgan bir sesle konuştu:

“-O kadar kolay mı? Bakışlarından anlıyorum ki sen aşkı hiç bilmemişsin. Hiç yanmamışsın. Aşk denizinin sahilini bile çok uzaktan da olsa görmemişsin. İn sahile, değdir yüreğini o kıyıdaki bir damlaya da gör halini delikanlı. Var git işine. Aşk senin neyine.”

Kızdı kadına. Güya dükkân açmıştı. Üstelik her şeyi, her duyguyu sattığını yazan tabelası da vardı. O halde aşk denilen duyguyu niye satmıyordu? Dik dik baktı ona. 

“-Sen her duyguyu satan satıcı değil misin, diye çıkıştı. O halde bana aşkı neden satmıyorsun?”

Kadın hiç alttan almadı:

“-Bak a delikanlı, dedi. Sen elindeki hazineyi iyi okuyamamışsın. Git buradan, çık bu sokaktan. Bahar şafağı sökerken bu defteri bir kere, bir kere, bir kere daha oku.”

Kadının küçümseyen haline hiç aldırmadı. Gözlerini onun iri mavi gözlerine dikti ve kendince en can alıcı soruyu sordu:

“-Ey her şeyin, her duygunun satıcısı hatun! Hani öyle yazıyor ya kapında, insanoğlunun en çok istediği duyguyu satamıyorsun öyle mi? O halde sen yalanlar mı satıyorsun?”

Kadın bakışlarını hiç kaçırmadı. Üstelik başını ona iyice yanaştırdı. Ama sesinde hiddet yoktu. Tersine, hüzünlerde gezinen bir ifade vardı:

“-A delikanlı! Kendini cesur sanıyorsun değil mi? Dinle o zaman. Ben satıcıyım. Evet, her şeyi, her duyguyu satarım. Ama önce nabız satın alırım. Aldığım o nabza göre satış yaparım. Söylenen harfe, heceye, kelimeye, cümleye bakmak, hele akçeye bakmak benim hiç işim değil. Ben satarken de alırken de göze bakarım, sese bakarım. Sesteki gerçeğe, gözdeki hakikate bakarım. Gerisi lâf ü güzaftır benim yakışıklı delikanlım. Anlayabildin mi beni?”

 Bu cevap karşısında hayrete düştü bir an. Ama sonra yine sinirlendi:

“-Orada dur ey hatun, diye söylendi. Benim sesimde ne vardı da bu sözleri edersin bana? Anlat hele, senden küçük bir sır duyayım.”

Kadının gözleri daha da irileşti, sesi daha da yükseldi:

“- Kibirli insanlar gibisin behey delikanlı!  Önce kibrini geç, kendinle yüzleş, sonra yolunu seç. Sana küçük bir nasihat. Bu sokaktan hemen git. Yoksa uçurumlar seni bekliyor. Zira kibrini okşayan, seni senden çalan çok olur. Ruhuna ve bedenine ihanet ettirirler. Yazık olur sana. İçinde saf bir çocuk var gibi. Nasıl desem, insandan farklı, insanlaşmamış tarafın var da o daha ağır basıyor sanki.”

Bu sözler onu şaşkına çevirdi. Şu garip kadın onun aslının ne olduğunu anlamış olabilir miydi? Kendini birkaç saniye süren dehşetli korkudan hemen kurtardı. Korkusu büyük bir meraka dönüverdi. Bütün meydan okumaları bir kenara bıraktı hemen. Kelimelerini seçe seçe sordu:

“-Affına sığınırım ey hatun. Bilgeliğinin kapısını çalmaktayım şimdi. Kibirli olduğumu da senden duydum, bilmiyordum. Beni irşat et. Bu satış hesabını bir kere daha dillendirelim, lütfet…”

Kadın yavaşça şehzade koltuğuna oturdu. Başını pencereden yana çevirdi, bir müddet dışarıya baktı. Sonsuzları seyrediyor gibiydi. Konuştuğunda sesindeki hiddet gitmiş, neredeyse fısıltı haline dönüşmüştü.

“-Bakasın a delikanlı! Yüce Rabbim bana bu işi kısmet eyledi. Satıcıyım ben. Ama önce alırım. Alacağım bir şey varsa alır, onun karşılığını satarım. Ama bu sokakta senin aradığın o aşk yok! Buraya gelenlerden hiçbirinde o aşkı bulamadım. O yüzden satın alamadım. Elimde olmayanı ben sana nasıl satabilirim ki?”

İçi sıkıldı, yüreğini bir el tuttu da daracık bir yere sokuşturdu sanki. Ümitsizce sordu:

“-Ey hatun, o aşktan bana azıcık da olsa bahseder misin?”

Başını iki yana sallayan kadının çan küpeleri şıngırdadı. Uzun kirpiklerinin gölgeleri yanaklarına düştü. Yanaklarına düşen başka şeyler de vardı: Pişmanlık gözyaşları.

“-Ah, diye inledi kadın. Ben onu aramayı bırakalı çok zaman oldu. Bu sokağa girip bu dükkânı görünce zenginlik hırsına kapılıp kaldım. Nefsime uyup aşkı unuttum. Sahtelerine kandım. Gerçek aşk da bana öyle gücendi ki artık onu hatırlayamıyorum ne yolunu ne kendisini… Gönül aynam tozlandı, içim karardı. Ama benliğimde yanan küllerimin dibinde sanki hâlâ noktanın sonsuzda biri kadar küçük bir kıvılcım var. Ümit kırıntım o. Ömrüm bitmeden o kıvılcım belki beni yakar da ben fena olurken ruhum bekaya kavuşur. Bütün dileğim, Allah’tan en çok istediğim bu.”

Hüzünle baktı kadına. İç çekerken titreyen saçlarına, kasılan ellerine. Aklına gelen ilk soruyu soracaktı ki kadın elini uzatıp susturdu onu:

“-Git bu sokaktan. Soru sorup vakit kaybetme! Durma, kaç. Henüz kaybolmamış saflığına zarar gelmeden git! Beni de dualarında unutma. Çık dedim, çık git bu dükkândan!”

Kadını dinledi. Aceleyle çıktı o sırlı mekândan. Koltuğundaki küçük defteri alelacele paltosunun iç cebine sokuşturdu. Sokağa ulaştı. Hızlı adımlarla yürümeye başladı.

Biraz sonra o sesleri duymaya başladı. “Tık, tık, tık…” Neydi bu? Merakla etrafa bakındı. Önce ökçeleri, sonra o küçücük ayakları, altın renkli, süslü pabuçları, adeta raks ederek yürüyen o narin bedeni gördü. Uzun, kan kırmızı, şal desenli feracesi, başına bağladığı, beline kadar inen kıpkırmızı, ipek şalı ne güzel yakışmıştı.  Hayranlıkla baktı.

Şaşkınlıkla düşündü. “Acaba, acaba bu hatun bana aşkı anlatır mı?” Tuhaf bir sevinç yüreğine değdi geçti, rüzgârlar estirdi. Güneşlendiği günler geldi aklına. İçi ısındı.

Kadına hızlı adımlarla yetişti. Ama içini de tuhaf bir sıkıntı bastı. Kadınla nasıl konuşacak, ne diyecekti? İlk kelimesi, ilk cümlesi ne olacaktı? Endişeyle fark etti ki bu konuda hiçbir şey bilmiyordu.

Birkaç dakika kadının peşi sıra yürüdü. Ama kadının ona birden dönüvermesiyle bütün sıkıntısı bir anda hayrete dönüştü. 

Bal renkli, bol kirpikli, iri, çok güzel gözleri vardı kadının. Pembe beyaz yüzüne kırmızı gül renkli kalın dudakları çok yakışmıştı. Kızıl saçları şalının kenarından görünüyor, kâkülleri alnını ve güzel kaşlarının bir kısmını kapatıyordu.

Gülümsedi ona. Işıl ışıl inci dişleri ortaya çıkınca ne yapacağını şaşırdı. “Bu ne güzellik böyle,” diye düşündü. Öylece kalakaldı.

Kadın konuşunca zaman durdu sanki. Ne güzel bir sesi vardı:

“-Hayrola Beyzadem? Ne istersin benden?”

İşte tam da o anda arzın umarsız çöllerinin en yeşilinde saniyenin binde birinde mavi ışık yandı, söndü. 

Yüzüstü yere düşünce önce ne olduğunu anlayamadı. Kafasını kaldırıp etrafa bakmak istedi. Ama dehşet içinde kendini geriye attı. Kocaman bir çift bal renkli göz ona merakla bakıyordu. Korkudan donmuş halde düşündü:

“-Aman Allah’ım bu da ne? Ne iri bir kedi! Ecel şimdi kapımı çaldı.”

Koca kedi ona merakla yanaştı. Ne yapacaktı şimdi? Avazı çıktığı kadar bağırmak istedi. Ama sadece tısladı:

“-Çekil başımdan! Ben senin yakalayacağın avlardan değilim. Haydi yoluna.”

Korkuyla geriye çekilip boy boy yükselen kuru otların arasına girmek istedi. Ama kedinin patisi çoktan kafasına inmişti. Sersemledi. Yılan bedeninin iç güdüleri harekete geçti. İkinci patiden kurtulup korkutmak için ona doğru hamle yapınca kedi havalara fırlayıp bağırdı:

“-Anne! Yetiş! Bu yılan bana saldırıyor!”

Şaşkınlıktan dona kaldı. Kedi konuşuyordu! Sonra niye şaşırdığına şaşırdı. Elbette böyle olacaktı, o şimdi başka bir âlemdeydi.

Kedinin arkasında bitivereni görünce şaşkınlığı ölüm korkusuyla gelen dehşete dönüştü. Koca bir dişi aslan ona doğru geliyordu. O koca kedi sandığı da bu canavarın yavrusuydu!

Dişi aslan çok tedbirli bir şekilde ona yaklaştı. Hırıltılı, yüksek, tüyleri diken diken eden sesiyle konuştu:

“-A akılsız yılan! Bu ne cesaret! Benim yavruma saldırmak senin haddin mi? Belli ki canına susamışsın!”

Kendini korumak için büklüm büklüm büküldü de söz istedi:

“- Ey dünyanın en sevgi dolu annesi, ey kalbi şefkat dolu dost. Kıyma şu kuşçuk canıma. Benim de iki evladım var!”

Aslan bir an şaşırdı. Ardından iri dişlerini gösterip yüzünü buruşturdu:

“-Demek iki evladın var, öyle mi? İlk defa bir yılanın yalan söylediğini duyuyorum. Neredeyse inanacaktım. Behey şaşkın! Yılanlar yavrularına ne zamandan beri şefkat gösterir oldular? Sizin yılan tabiatınıza ters bir hal bu. “

“-Allah şahidimdir ki yalan söylemiyorum, diye sızlandı. İki yavrum şimdi yolumu bekliyorlar.”

Çok sinirlendi aslan:

“-Sus bre densiz! Yalnız bulsan sarılıp boğmaz mısın yavrumu?  Sıkarsın nefessiz bırakana, kemiklerini kırana kadar. Mizacın bu. Sen de biliyorsun bunu, ben de. Hâlâ yalan söylüyorsun! De hele, insanlar gibi yalan söylemeyi nereden öğrendin?”

“Ama ben de insanım,“ dese karşısındaki ona asla inanmaz, şu kocaman pençe hırsla beynine inebilir, onu bir anda öldürebilirdi. Üstelik yalan söylediğini de kabul etmiş olurdu. Düşündü, bu defa iyice alttan alıp gerçekten yalana başvurmak istedi:

“-Ah asaletine hayran olduğum yüce aslan, diyecek yok, gücüne, kudretine de. Ben zavallı bir yılanım. Yerlerde sürünmek ömür defterimde yazılı… Hikmet-i Hûda böyle. O güçlü pençelerinin altında ezilmekse kaderim, ben de evlatlarımı sana emanet ederim. Ötelere kederle giderim. Onlar daha çok küçük. Baba sevgisine ihtiyaçları var. Anneleri senin gibi. Gözünden ayırmaz onları. Yüreciği evlat sevgisiyle…”

Ama sözünü bitiremedi. Aslan bütün haşmeti ve dehşetiyle hırladı:

“-Kes! Kes dedim arsız, yüzsüz yılan! Sana ne oldu da böyle cehul bir insan gibi saçmalıyor, analık sevgimi sınıyorsun densiz?”

Cevap veremedi, dondu kaldı bir an.  Ama hemen yılan vücudu içgüdüsüyle ileri atıldı. Aslanı korkutmak istedi. Lakin aslan bunu bekliyordu. Koca pençesini tam havaya kaldırdığı sırada nereden geldiği bilinmeyen bir deli rüzgâr ortalığı birbirine katarak dönüp bükülmeye başlayınca kum tanelerinden küçük bir hortum oluşuverdi.

Hemen yavrusuna siper olan aslan onu korumak için rüzgâra ve hortuma karşı durdu, bekledi. 

Aslanın pençeden kurtulduğuna inanamadı. Dev gibi hayvan bütün dikkatini yavrusuna verince birkaç dakika süren, ona asırlar gibi gelen o zamanda sararmış otların arasına dehşet içinde dalıverdi. Deli gibi kaçmaya başladı.

Ama o çılgın rüzgâr başladığı gibi birden durdu. 

Aslan etrafına bakıp yılanın otların arasında hızla uzaklaştığını görünce yeri göğü inleterek hırladı. Uzaklarda otların arasında karnını doyuran ceylan sürüsü bu sesi duyunca çok korktu, havalara zıplayarak hızla kaçmaya başladı.  

Beş on fersah ileride, vahanın küçücük su birikintisinde yıkanıp su içen rengârenk papağanları açlıkla yalanarak seyreden çöl tilkisi kulaklarını dikip sesi dinledi. Kuşlar da başlarını kaldırdılar. Tilkiyi görünce korkuyla havalandılar.

Develer huysuzlaşıp şu içmeyi bırakınca çoban kabahati tilkiye yükleyip ona doğru değneğini fırlattı. Süslü değnek av bekleyen çöl yılanının yanına düştü. Yılan avdan vazgeçti, altın renkli kumun içinde iyice kaybolup saklanıverdi.

Aslan yılanın tekrar dönebileceğine, sürüdeki yavrulara zarar verebileceğine kanaat getirdi. Göz bebeği olan tek yavrusuna dedi ki:

“-Koş, teyzelerinin yanına git. Bu zalim yılanı sana hediye edeceğim. Haydi, çabuk.”

Sonra büyük bir hızla yılanın peşine düştü. O koca çölün sonunu buldular. Taştan taşa atladı, dereleri geçti peşinden koşan aslan. Karşılarına çıkan masmavi kocaman gölü, yemyeşil ormanları, durgun akan nehirleri geçtiler.

Ardından büyük dalgalarla döne döne akan bir nehirde çılgınca yüzerken bir ara arkasına baktı. Aslan inatla peşinden geliyordu. Zorlukla kıyıya attı kendini. Kıvrıla büküle ilerlemeye başladı. Kıyı boyu giderken bir daha geriye baktı. Yüreğini büyük bir sevinç kapladı. Aslan yoktu.

Nehrin büyük bir şelale halinde koca bir göle döküldüğü kıyıya geldi.  Bir daha baktı arkasına. Aslan görünmüyordu. Sevinçle tısladı:

“-Allah’ım sana şükür, kurtuldum. Artık kıyıdan uzaklaşıp şu büyük ormana girebilirim.”

Ama duyduğu ses onu dehşetle havalara fırlattı:

“-Nereye gidebileceğini sanıyordun a akılsız yılan? Haydi kaç bakalım.”

Ormanla kendi arasına dikilmiş olan aslanın yüzü iyice kasılmış, kocaman dişleri ortaya çıkmıştı. Yıldırımlar saçan gözlerini ona dikmiş hırsla bakıyordu.

Bir ormana baktı, bir nehre. Tam şelalenin başında duruyorlardı.  Ormana gitmesi mümkün değildi. Öylece durması da imkânsızdı. Binde bir kurtuluş ümidi vardı. Onu yapıp birden kendini çağlayana doğru fırlatıverdi.

Aslan bir an şaşkınlıktan donakaldı. Ama saniye sonra sesi duyuldu:

“-Ben yavruma, canıma söz verdim. Seni yakalayacağım ey yalancı yılan.”

O da kendini şelaleye fırlatıverdi. Suya düşme sesi çağıl çağıl çağlayan suyun teranesi arasında kaybolup gitti.

Tam da o salisede o güzel ses nazlı pınarların nağmeli akışı gibi beyninde dalgalandı. “Ne güzel bir ses” diye düşündü. “Böylesini hiç duymamıştım.”

Kadın ahenkli birkaç adım atıp ona iyice yanaştı. Şalını lâle elleriyle hafifçe kaydırınca burnuna baharlarda açan mavi zambak kokusu geldi. İlk defa bu kadar güzel bir kokuyu kokluyordu. Şaşırdı, gönlü esridi, aklı karıştı. Hayranlıkla baktı ona. Şimdiye kadar çok az kadın görmüştü.  İlk kez böyle güzelini görüyordu.

Kadın uzun kirpiklerini kaldırıp bal renkli gözlerini onun gözlerine çevirdi. İşveli sesiyle sordu:

“- Lûtfedip Söyle Şehzadem, ne istedin benden, neyi sormak dilersin?”

Göz göze gelmek onu sarhoş eyledi de ne dediğini bilmez hale gelip dili tutuldu, kekeledi:

“-Ben… Ben aşkı ararım. Onun…. Onun sırrını… Hakikatini öğrenmek isterim.”

Yay kaşları oynadı kadının. O nazlı pınarlar gibi sesi gidip yerine işvebaz bir hatunun kahkahası yükseldi.  Gözlerini süzüp konuştu:

“-Ah hah hah ha! Aradığını buldun, sevin şimdi şehzadem. Aşk benim.  Gerçeği de sırrı da bende.”

Bu cevaba çok şaşırdı. Bu kadar kolay mıydı aşkı bulmak. Ama içinden bir ses o soruyu geçiştirdi. Neden kolay olmasındı ki. Şu yaşadıklarından sonra aşkı bulmak çok zor olmasa gerekirdi. Heyecanlandı. Hemen sordu:

“-Bana aşkı anlatır mısın? Ama gerçek aşkı. Nasıl bir duygu ki insan kendini feda edebiliyor?”

Kadın omuzlarını nazla salladı:

“-Kendini feda etmek mi? A şehzadem, niye kendimizi feda edelim? Aşk yaşanır, anlatmaya gerek yok ki!  Hayat dediğin kısacık. Zevk-u sefa içinde yaşayacağımız çok az zaman var. Onu niye ziyan edelim, öyle değil mi ya?”

Bu sözlerden hiçbir şey anlamadı. Belki de şu dünya güzelinin söyledikleri insanın başka bir tarafıydı. Trendeki kadın kendini feda ederken asıl sırrı yakaladığını anlatmıştı. Şu şaheser hatun ise bunlara gerek yok demeye getiriyordu. 

Tekrar sordu:

“-Ya aşkın sahteleri? Sahte aşkın tuzakları? Ya bu sokak?”

Kadın sinsice gülümsedi:

“-Ah benim yakışıklı beyzadem, senin aklını karıştırmışlar. Kim ne dediyse unut. Geç o sevda masallarını. Aşkı bulmak istiyorsan tam yerindesin.  Bu sokak aşk sokağı. Aşk da aşktır. Sahtesi gerçeği olmaz.”

Kadın yavaşça uzandı, onun kolundan tutuverdi.  İşvesiyle, cilvesiyle kandırıp sürüklemek istedi. O güzel elleriyle karşıdaki yıkık binayı gösterdi:

“- Haydi gel, dedi bin nazla. Şurada aşk şarabı içip meynuş olalım da sana aşkın ne olduğunu göstereyim. Az olan vaktimizi sadece aşkla geçirelim.”

Ama tam o anda garip bir şey oldu. Birden satıcı kadının sesi kulaklarında çınladı sanki:

“-Git bu sokaktan. Durma kaç. Henüz kaybolmamış saflığına zarar gelmeden git!”

Ardından gözünün önünde sanki bir perde açıldı da kendisini uçurumlardan aşağı düşerken seyretti. Kolunu çekip kurtarmak istedi. Ama kadın öne geçip onu çekiştirdi. Hırsla konuştu:

“-Yürü şehzadem, yürü dedim! Haydi. Ömürden ömür gidiyor, yürü.”

Bu aceleye şaşırıp kadının yüzüne bakınca dehşete kapıldı. O güzel bal renkli gözlerin yerinde kıpkırmızı, iyice irileşmiş gözler vardı. Yüzü kararmış, dudaklar iyice büyümüş, koyu kan rengine dönüşmüştü. Kınalı saçlar kurşuniydi ve yoluk yoluk olmuştu.

Kolunu şiddetle çekip kurtardı. Deli bir korkuyla koşmaya başladı. Kadın arkasından bağırıyor, sanki binlerce karga ötüyordu:

“- Aptal! Kaç bakalım! Nereye kadar kaçacaksın? Bu dünyada yaşıyorsan benden çok zor kurtulursun artık!”

Yıldırım gibi geçti bitmeyecekmiş gibi görünen o sokağı. Tam son adımını atıyordu ki ayağı taşa takıldı. Yere düşerken kafası kocaman bir taşa çarptı. Sersemledi. Kendinden geçmenin sınırlarında dolaşırken bir inişten yuvarlanarak aşağılara doğru hızla gittiğini hissetti. Yavaşça gözleri kapandı, etrafını zifiri karanlık sardı.

İşte o sırada arzın başka yerinde o şelalenin sonu göründü. Çok güzel düşüşle o engin ve derin ırmağa önce başı sonra ince upuzun bedeni dalıp hemen dibi buldu.  Ama zarif bir çalımla hızla yükseldi. Suyu dalgalandırarak yüzeye çıktı. Başını çıkarıp etrafına baktı.  Aslan birkaç fersah ileride suyun üstünde hareketsiz bir şekilde duruyordu. “Oh, çok şükür bu beladan da kurtuldum, diye düşündü. 

Çok güzel bir ormanın içinden akan nehir giderek yavaşlamaya, durgunlaşmaya başladı. 

Bıraktı kendini suya. Kısa bir müddet de olsa dinlendi. Biraz kendine gelince yavaş yavaş, kıvrıla kıvrıla kıyıya doğru çıktı. İyice yorulan bedenini çakıl taşlarının üzerine bıraktı.

Tepede ışıldayan güneşin ışınları ile ısındı bir zaman. Ardından yukarı doğru tırmanmaya, nehri aşağılarda bırakmaya başladı. Uzunca bir çabanın ardından dik yamacı aşıp yemyeşil ormana ulaştı. 

Korku ve merakla tekrar tekrar geriye döndü, her seferinde tehlikeli düşmanı aslanı görmeyince rahatladı. Yavaşça başını kaldırdı, yamaçtan baktı. Nehir iyice aşağıda kalmıştı.

Sevindi.  Tam da “Şimdilik hiçbir tehlike yok” diye düşünürken arkasında bir hareket hissetti. Bir şey bedenine değiyor gibiydi. Telaşla döndü, yine korkudan dondu kaldı. Çığlık atmak istedi ama ancak tıslayabildi:

“-Aman Allah’ım! Bu da ne? “

Gerçekten de karşısında devasa, rengârenk bir kertenkele duruyor, aç, mosmor gözleriyle ona bakıyordu. Çatallı dilini uzatıp iştahla konuştu:

“-Ey garip yaratık! Hangi cesaretle buralarda dolaşırsın? Bilmez misin ki bu orman bana aittir?”

Korkudan tir tir titreyerek cevap verdi:

“-Bilmiyordum! Aman Allah’ım! Koru beni Ya Rabbim.”

Yemyeşil otların arasından havaya iyice yükselen dev kertenkele hiddetle cevap verdi:

“- Ey gafil! Şimdi öğrendin işte. Ama lüzumsuz bilginin kime ne faydası var. Demek ki seninle karnımı doyurmam bugüne nasipmiş.”

Tir tir titreyerek kanlılar gibi yalvarmaya başladı:

“-Bilmiyordum! Kulun kurbanın olayım yeme beni. Allah rızası için izin ver yaşayayım!” 

“-Bu söylediklerinin hiçbiri bizim dünyamıza ait değil ey şaşkın, diye cevap verdi dev kertenkele. Sen bilmez misin ki kulluk sadece yaratıcıya olur ve sadece ona yalvarılır. Yoluma çıktığına göre kaderini tayin eden sensin.”

“-Ama ben isteyerek yoluna çıkmadım ki, diye sızlandı. Başka bir düşmandan kaçarken seninle yollarımız kesişti. Bu kaderi ben nasıl tayin edebilirim ki?”

Koca başını iki yana sallayıp çatallı dilini tekrar çıkardı dev sürüngen:

“- Yok, yok! İlk iradeni düşün. İlk hatanı düşün. Hayat bir yoldur. Dağları, tepeleri, uçurumları, düzlükleri, inişleri, çıkışları olan bir yol. İyi tercihler yaparsan bütün bu zorlukları aşar, düzlükte yürürsün.”

Kapkara, kırmızı çizgili göz bebekleri hırsla oynadı, boynundaki halkaları şişti kertenkelenin. Çatallı, uzun dili havayı kokladı. Gövdesi on karış daha havaya kalktı. Korkunç görüntüsü daha da heybetli, dehşet verici hale geldi.

Koca sürüngenin bu halini görünce yüreği titredi, insan içgüdüsü öne geçti. Hemen kaçmak için uzun vücudunu sağa savurdu. Bir yandan da yalvarıyordu.

“- Ama kader… Ama bu kaderi ben nasıl isteyebilirim ki? Kaçmak zorundaydım. Başka hiçbir imkânım yoktu. Bu yol kaderim oldu da beni buraya getirdi. Yaşadığım şu hadiseler yumağının hiç birisinde benim iradem yok. Kader kurbanıyım sadece.”

“- Ama kader, diye taklit etti onu kertenkele. Öyle mi? Senin hiç mi hatan yok bu sonu hüzünlü yolculukta? Herkes hatalı, her sebepte yanlışlık var, bir tek sende yok. Ne kadar da kolay bir kabulleniş! Hakikatten ne de acınası bir kaçış. Sana göre Ah bu Âdem baba! Şeytana uyup, o ağacın meyvesini yemeseydi ne güzel olacaktı. Dünya da olmayacaktı belki. Belki biz sürüngenler yerlerde sürünmeyecek ve de birbirimizi yutmayacaktık!  Belki, belki, belki! Her neyse, senin için bütün sebepler burada ve bu zamanda bitiyor ey yılancık…” 

İyice kabarıp boynunu şişirdi. Güneşin ışıkları pullarında parlayıp onları rengârenk yapıverdi. Bin bir çeşit renkle ışıl ışıl ışıldayan sürüngen uzun, çatallı dilini uzatıp fısıldadı:

“-Açım! Çok aç!  Seni benden kim kurtarabilir ki?”

İşte tam o sırada hiç beklenmedik bir şey oldu. Yeri göğü inleten o hırıltılı ses duyuldu:

“-Bu ne cesaret ey gafil! Yaratana isyan ile bu kadar büyük konuşmaya nasıl cüret edersin?”

Birden ortaya çıkan koca bir pençe yıldırım hızıyla havada yay çizdi, kertenkelenin belinin tam ortasına olanca gücüyle vurdu. Acıyla kıvrılarak havalanan dev hayvan adeta kanat takıp uçtu, büyük bir şapırtıyla durgun akan nehre düştü.

Koca sürüngenin ardından şaşkınlıkla bakarken dehşetten bütün hücrelerine zelzele yaşatan o hırıltıyı ikinci defa duydu:

“-Kaderinden kaçabileceğini mi sandın, seni hain?”

Arslan tam karşısındaydı. Öfke yıldırımları saçan bal renkli gözlerini ona dikti. Yüzünü hırsla buruşturup ağzını açtı. İri, kama gibi sivri dişleri ortaya çıktı. Yavaş yavaş yanına yaklaştı. Tekrar hırladı:

“-Dağ, tepe demeden, aklın sıra nasibinden kaçtın, yağmura hasret çölleri, derin ırmakları, engin gölleri geçtin, neredeyse görkemli çıtalar gibi koştun… Ama… Ama çaren yok, elime düştün ey beyinsiz gariban. Hata yapan bedelini öder! Mutlaka ama mutlaka her yapılanın karşılığı verilir. Anladın mı hayatın ne olduğunu?”

Dili tutuldu da aslana cevap veremedi. Korku oku yüreğine saplandı da onu oracığa upuzun seriverdi. Artık kıpırdamaya dahi gücü yoktu.  Sadece Allah’a için için niyaza başladı.

İhtiyatla yanaşan aslan pençesiyle onu birkaç sefer itti.  Bir tehlike sezmeyince koca ağzını açtı. Tam başından ısıracaktı ki üstüne uzun bir gölge düştü. Ardından bir ses duyup durdu:

“-Dur ey aslan. O senin avın değil. Tez gel yanıma.”

Hemen hayret ve ümit coşkun dalgalar gibi gelip bütün bedenini sardı. Yavaşça başını kaldırdı. Aslanın arkasını dönüp gittiğini sevinçle gördü.

İleride, ulu bir sedir ağacına sırtını dayamış, ayakta duran yaşlı bir koca vardı. Adamı görünce yine korku deryasında boğulmaya başladı. Aslana engel olan bu ihtiyar onu yılan zannedip kendisi öldürmek isterse ne yapacaktı?

Kaçmak için tam harekete geçeceği sırada o yaşlının sesini tekrar duydu:

“-Ey Âdem oğlu! Sen de gel! Korkma, bizim kimseye zararımız dokunmaz.”

O anda, o harabe sokağın sonunda birden her yer aydınlandı ya da ona öyle geldi. Yavaşça gözlerini araladı. Güneş ışıklarını görünce önce şaşırdı. Ardından o sokaktan nasıl kaçtığını, sonunda nasıl düştüğünü hatırladı. Sevinçle doğruldu. “Nasıl bir yerdi orası,” dedi kendi kendine. “O kadın nasıl da değişiverdi. Gözleri bal rengiydi, birden kıpkırmızı, korkunç oluverdi. Neydi acaba? Neyse ney! Kurtuldum. Şükürler olsun Allah’ım.”

Yavaşça ayağa kalktı. Etrafına bakındı. Dümdüz, yeşil mi yeşil bir ovadaydı. Ufka doğru uzanan bir sürü ağaç çok güzel çiçekler açmıştı. Her taraf rengârenk, öbek öbek çiçeklerle doluydu, çok güzel kokuyorlardı.  Ilık bir rüzgâr esiyor, içine ferahlık veriyordu.

Ağaçların dizilişini takip edip ufka doğru yürümeye karar verdi. Ellerini arkasına bağlayıp ilk adımı attı.

Yürüdü, yürüdü, yürüdü… Ama sanki o yürümüyordu da ayağının altındaki toprak tersine dönüyordu. Manzara aynıydı, hiç değişmiyordu. Şu ilerideki pembe yaban gülü öbeği, yandaki bembeyaz papatyalar, önündeki kıpkırmızı gelincikler ve gökte aynı yerde kanat çırpan telli turnalar, ayaklarından biraz ileride koşuşturan karıncalar, çiçekten çiçeğe uçan arılar ve kelebekler, güneş ışıklarıyla altın gibi parlayan sinek kuşları, aynı ağaçta durmadan koşuşturan sincaplar hiç değişmiyorlardı.

Küçük şaşkınlıklarla başlayan hayreti kalbini sıkıştıran korkulara dönmeye başladığı sırada içten içe bir hıçkırık sesi duydu.

Ürkerek etrafa bakındı. Tam önünde, birkaç adım ötede onu gördü, uzun saçlarını rüzgârın nazlı nazlı dalgalandırdığı o kadını.

Şaşırmaktan yorularak şaşırdı, neredeyse bir kol uzunluğu uzakta olan bu kadını nasıl görmemişti? Neler oluyordu?

Ama kadının içli hıçkırıkları onu düşüncelerinden ayırdı. Yavaş adımlarla, ürke korka ona yanaştı. Beş on saniye ona baktı. Gençti, ama dinç değildi. Çok zayıftı. Beli bükülmüş, rengi iyice solmuştu. Başını titreyen ellerinin arasına almış, sarsılan omuzları kederden çökmüştü. Üzerinde yırtık pırtık bir elbise vardı ve artık rengi belli değildi.

Tam ağzını açıp ne olduğunu soracaktı ki kadın onu fark edip başını kaldırmadan hüzünlü sesle mırıldandı:

“-İşte bir belâ daha! Ne istiyorsun?”

Önce ne söyleyeceğini bilemedi kadına. Yutkundu. Sonra zayıf bir sesle:

“-Merak ettim, dedi. Neden ağlıyorsun?”

Ona bakmadan cevap verdi kadın:

“-Ben ağlamayayım da kimler ağlasın? Bak şu halime! İnsan oğlu bana neler neler etti.”

İçi sızladı, yüreği daraldı. Yoksa yine çok çileler çekmiş bir kadınla mı karşılaşıyordu? Yoksa… Yoksa bu kadın da mı aşkın hakikatini bulmuştu, yoksa bu kadın da mı çok yakında ölecekti?

“-Anlat bana, dedi üzüntüyle. Dertlerini, çektiğin çileleri dinlerim. Korkma benden. Ben öteki insanlara benzemem.”

Yavaşça başını kaldırdı kadın. Onun yüzünü görünce hüzünle gülümsedi ve dedi ki:

“-Zaten insan değilsin ah zavallı yılancık! Demek insanlaşmaya karar verdin, çilelerimi de dinleyeceksin öyle mi?”

O saniye beyninde şimşekler çaktı, hayretten dondu kaldı. Karşısındaki kendisini tanıyordu. Ama bu nasıl olabilirdi ki?

“-Se… Sen, diye kekeledi. Beni nasıl tanıdın, nasıl, nasıl???”

Kadın hüzünlü gülümsemesine devam etti:

“- Nasıl tanımam ki? Bütün maceran bende geçiyor. İnsana ders vereyim derken şimdi sen de insanlaşmaya heves ediyorsun. Senin neyine aşk? Vaz geç bu sevdadan. O defteri de yırt at! Dön kendi masum dünyana.”

İlk şaşkınlığı sonuncusunun yanında devede kulaktı. Beş on saniye kadının yüzüne bakakaldı. Sonra hayretler içinde sordu:

“-Niye? Benim maceram sende nasıl geçiyor? Kimsin sen?”

Kadın kısa bir müddet başını yere eğip düşündü. Ardından fısıltıyla konuştu:

“-Behey yılancık, üstünde yaşadığın dünyayım ben.”

Kadına inanmaz gözlerle baktı. Bu kadarı da artık çok fazlaydı. İnsanların dediği delilik buydu herhalde. ”Bu kadın delirmiş olmalı” diye düşündü. “Evet, deli bu.”  Kocaman dünya küçülüp perişan bir kadın haline nasıl gelecekti ki?

Başını yavaş yavaş kaldıran kadın kederden donmuş bir yüz ifadesiyle tekrar konuştu:

“-İnanmadın değil mi? Gel o zaman bak gözlerime. Ama tek tek. Önce sol gözüme.”

Başını uzattı, kadının sol gözüne baktı ve o güne kadar görmediği bir karanlık görüp içi titredi. Gözbebeği dipsiz, zifiri karanlık bir kuyu gibiydi de onu içine çekiverdi. Dehşetle gözlerini kapattı. Şimdi sanki sonsuz bir derinliğe doğru düşüyor, düşüyordu. Ama birden sanki ayakları yere değdi. Farkında olmadan gözlerini açınca kendini sipsivri bir yalçın kayanın tam ucunda, uçurumların tepesinde buldu. 

Karşısında ufku kapatan bir perde vardı. Hayret ve korkuyla perdeye baktı. Bir adamın yüzü o sonsuz büyüklükteki perdeyi doldurdu. Kin dolu bakışlarla uzaktaki bir şehri seyrediyordu. Dişleri sıkılmış, sık, uzun sakallı çenesi kasılmıştı. Başında tolgası, sırtında zırhı, elinde kalın, kısa, kanlı kılıcı vardı. Arkasındaki binlerce askeriyle bekliyordu.

Az sonra önüne kucağında çocuğu ile bir kadını attılar. Getirenlerin başı dedi ki:

“-Bu hatun şehrin beyinin hanımıdır. Ne yapalım?”

Adamın yüzünde hain bir gülümseme belirdi:

“-İkisini de aç aslanlara atıp öldürün!”

Sonra döndü ordusuna, kalın, gür sesiyle emir verdi:

“-Yıkın, yakın bu şehri! Taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmayın, öldürün!”

Kadının çığlıkları ufuktaki perdeyi dalgalandırınca hızla görüntü değişti. Başka bir sahne canlandı. Karanlık bir sokakta genç bir kadın deliler gibi koşuyor, dehşet içinde ağlıyordu. Peşinde adamlar vardı. Gülüyorlardı.

Kadın bir duvarın dibine sinip onlardan kurtulmak istedi. Ama adamlar onu yaka paça yakaladılar ve bir harabeye soktular.  Genç kadın çığlık çığlığa bağırıyordu:

“-Hayır! Yapmayın! Dayanamam! Beni öldürün!”

Sanki perde de o acıya dayanamadı da görüntü tekrar değişti. Bu defa ufukta geniş bir oda göründü. Üstünde çeşit çeşit, çok güzel yemekler olan bir masa vardı. Bir kadın yemeklere bakıp dudaklarını kıpırdatıyor, belli ki dua ediyordu. 

Odanın bir köşesinde iki kız çocuğu birbirlerine sokulmuş annelerini endişeyle seyrediyorlardı.

Birazdan kapı açıldı. İçeriye asık suratlı bir adam girdi. Hiddetle bir tekme atıp kapıyı duvara çarptı. Kızlar titreyip birbirlerine sarıldı. Kadın birkaç adım geriye gidip duvara yaslandı.

Adam sallana sallana sandalyeyi çekti, masaya oturdu. Yemeklere şöyle bir baktı, yüzünü buruşturdu. Köfte tabağına uzanıp bir tanesini ağzına attı, koca bir kaşık salatayı da. Ama ikisini de hemen yere tükürdü. Avazı çıktığı kadar bağırıp küfürleri ardı ardına dizdi. Kadına tuzluğu sordu.

Kadın dehşet içinde masaya baktı. Masada tuzluk yoktu. Koymayı unutmuştu.

Adam deli gibi bağırarak ayağa kalktı. Masa örtüsünü olanca gücüyle çekti. Bütün yemekler, tabak, çanak etrafa yayılırken kızlar ağlamaya başladılar.

Ekmek sepetindeki bıçağı kapan adam kadına saldırırken görüntü dalgalandı. Hızla başka bir görüntü birden peyda oldu. Üç kişi ormanda ulu çamların dibine bidonlarla bir şeyler döküyorlardı. Sonunda biri kibriti çakıp attı.  

Koca ağaçlar tutuşup yanmaya başlayınca dehşet dolu yardım çığlıkları duyuldu. Ormandaki bütün canlılar acıyla bağrışırken sahne değişti. Dükkânları yağmalayan insanlar aceleyle ne bulurlarsa alıp gidiyorlardı.

Ufukta, perdedeki görüntüler giderek hızlanmaya başladı. Bir ameliyat masasında küçük çocuğun böbrekleri çalınıyordu. Birileri soygun yaparken insanları kurşuna diziyordu. Bir yerlerde bebekler açlıktan ölürken anneleri çığlık çığlığa ağlıyordu. Başka bir yerde arsız insanlar yavrulu dağ ceylanlarını avlıyordu. Kurşunlanan telli turna can çekişerek hayata veda ediyor, yarı çıplak bir kadın bir sürü insanın ortasında masaya çıkmış raks ediyor, gerdan kırıp göz süzüyordu. Karanlık bir sokakta iki katil boş cüzdan için yaşlı adamı bıçaklıyordu. Bir kadın bebeğini, yeni doğurduğu yavrusunu çöp torbasına koyup sokağa bırakıyor, diğeri azgın akan nehre fırlatıyor, ötekisi yüzüne bakmadan satıyordu. Istırap çığlıkları, keder hıçkırıkları, hüzün gözyaşları durmadan akıyor, bütün canlılar acı çekiyor, ölüyor, öldürülüyordu.

Artık dayanacak gücü kalmayınca gözlerini sımsıkı kapatıp ağlayarak yalvardı:

“-Allah’ım! Artık görmek istemiyorum. Kurtar beni bu işkenceden!”

O an kadının sesini duydu:

“-Daha ne gördün ki? Aç gözlerini!”

Korkarak açtı gözlerini. Hayretle gözüne baktığı kadının karşısında durduğunu gördü. Hüzünlü gülümsemelerle kadın ona dedi ki:

“-Ey yılancık! Dayanamadın değil mi? Oysa sen yaşananların milyarda birini bile görmedin! Ama ben onları her an yaşıyorum. Ah bu insan oğlu! Harap ediyor beni. Yıkıyor, yakıyor, kesiyor, ölüm adına, işkence, zulüm, acı namına ne varsa hepsini yapıyor.”

Kadının sözlerine inanamadı ya da inanmak istemedi.  Kederle inleyerek sordu:

“-Hiç mi güzel şey yok dünyada? Aradığım, hakikatini öğrenmek, gerçeğini yaşamak istediğim aşk yok mu?”

“-Aşk senin neyine a garip yılan, dedi kadın. Kaldıramayacağın şeylere merak salmışsın. Derdin yok, bela arıyorsun.

“-Belki de kaderim budur, diye başını salladı. Çektiğin o büyük acıyı gördüm. Bulmayı istediğim de bundan geçiyor belki. Ben sorumun cevabını öğrenmek istiyorum.”

Kederden yüzü kasılan kadın:

“- Gel o zaman, bak sağ gözüme, bak da gör halini.”

Uzandı kadına, sağ gözüne bakınca sonsuz berraklıkta, yemyeşil bir gözbebeği gördü. O gözbebeği yavaş yavaş büyümeye başladı. Onu yine içine aldı. Şimdi önünde yine bütün ufku kaplayan bir perde vardı. Masmavi bir gökyüzünün altında yemyeşil bir ovadaydı. İki güzel, bembeyaz at gördü. Ufka doğru dörtnala koşuyorlardı. Yeleleri savruluyor, yere uçar gibi değiyorlardı. Kapkara gözlü ceylan sürüsü gördü. Yavrular kuyruklarını sallayarak meme emiyor, anneleri onları kokluyordu.

Yavaşça değişen sahnede ulu ağaçlarla dolu orman belirdi. Bir tümseğin arkasında dişi kurt iki yavrusuyla oynuyor, dağ aslanı yavrusunu ağzıyla taşıyor, masmavi akan derede su samuru sırtüstü yüzerken göğsüne yatırdığı yavrunu seviyordu.

Sonra deryayı gördü. Yunus yavrusuyla yüzüyor, ona sevgi dolu şarkılar söylüyordu. Ardından iki turnanın sevda raksını gördü. Nasıl da güzeldiler.

Sonra bir küçücük güzel evde, beşiğini başında durup uyuyan yavrusunu seyreden anneyi gördü. Yaz sıcağında güneşte ısındı sanki. O güne kadar hiç tatmadığı bir duygu yüreğinde filizleniverdi. Tuhaf bir sevinç içini titretti.

Sonra bir dağ yamacında, uçurumun kenarında oturan iki sevdalı gördü. Yan yanaydılar. Ama omuzları birbirine değmiyor, yan yana duran ellerinin arasında bir el genişliği hep duruyordu.

Delikanlı dedi ki:

“Gitmem şart oldu.”

Kızın kalbindeki sevda gözlerine yansıdı, acısı da:

“-Beni de götür, diye fısıldadı. Bensiz nasıl gidebilirsin ki? Eğer bensiz gidersen sensiz ben artık “ben” olamam. Buralar bana yabancı gelir.”

“-Ah, diye hıçkırdı delikanlı. Eğer gitmezsem ben ben olmaktan çıkar, ölürüm. Benimle gelirsen sevdamız yaşayamaz. O zaman ikimiz de yok oluruz…”

Birbirlerine baktılar. İşte o an ufuktaki sahnede sadece iki sevdalının bakışları vardı. Kızın gözlerinde o güne kadar hiç yaşamadığı bir kendinden geçiş, kendini feda etme, o fedada vücut bulma vardı, delikanlının kalbinde ayrılık acısı, hasretin en yoğunu ve kavuşamamanın en derin ümitsizliği…

O bakışlara baktı, büyük bir hayranlık geldi yüreğini, aklını, bütün benliğini sardı. Ayakta kalamadı, düzlerinin üstüne çöktü.

Gönlü coşkuyu ve hiç tanımadığı ama yeni yeni filiz veren sevgiyi damla damla akan sular misali tanımakta karar kılınca müthiş bir savrulma yaşamaya başladı. Aynı anda bir sürü güzel ses duydu, hepsi sevdayı anlatıyor, kimi ayrılıktan, kimi hasretten, kimi kavuşmaktan bahsediyordu. 

Başı dönmeye, içi geçmeye başlayıp gözleri kapanırken tekrar kadının sesini duydu:

“-Aç gözlerini esrük yılan!”

Ama gözlerini açamadı. Çok parlak bir rüzgâr esti sanki, onu çekip bir yerlere götürmeye başladı. Kendinden geçerken kadının sesini duyar gibi oldu:

“-Ben sana kaldıramazsın demedim mi ey fukara yılancık? Aşkın daha ilk basamağında aklın gideyazdı. Ya son hakikatini anlayınca ne yapacaksın, nasıl yaşayacaksın?” 

İşte tam da o sırada kara arzın başka bir yerinde, o derin, durgun akan geniş nehrin yukarısında, yemyeşil ormanın kıyısında, ulu sedire sırtını dayayan yaşlı koca tekrar seslendi:

“-Ey insan oğlu! Sen de gel, dedim. Yaklaş!”

Büyülenmiş gibi söz dinledi. Yere bağdaş kurup sırtını ağaca veren ihtiyarın yanına gitti. Ayaklarının dibinde çöreklendi. 

Koca aslanın ihtiyarın sağ yanına çöküşünü, başını dizine koyuşunu korku dolu hayretle seyretti.

Yaşlı Koca uzandı, onun gözlerinin içine, ta derinlere baktı. Meraksız bir yüz ifadesiyle sordu:

“-Ey insanoğlu! Aradığını buldun mu?”

Ardından hüzünle başını sağa sola salladı, sorusunun cevabını kendi verdi:

“-Aramasan buralarda olmazdın. Bu çileli yola düşmezdin. Garip olan şu ki henüz neyi yaşadığının farkında değilsin. Söyle bana, yılandan neden korktun sen? Senin için o ölümü temsil ediyordu değil mi?”

Düşündü bir an. Yılanla tartışmaları, çiçekle konuşmaları geldi aklına, sonra da ölüm… Evet, yılanı görmek onun için ölümün kapısını çalmak demekti. 

Yavaşça başını yere eğdi, fısıldayarak sordu:

“-Ey yaşlı koca! Evet, benim için öyleydi. Ben öleceğime o ölsün diye düşündüm.”

Derin bir nefes aldı ihtiyar. Bir müddet sustu. Sonra dedi ki:

“-Yani… Sahiden yılan senin için ölüm müydü?”

“-Evet, başka ne olabilirdi ki?”

“-Ya! Demek öyle! Ölüm ölsün diye murat ettin. Böylece sen ölümden kurtulacaktın aklın sıra.”

“-Sokacaktı beni. Ben hayata, canlılığa, dünyaya veda edecektim. Oysa ben yaşamayı seçtim.”

Yüzünden belli belirsiz bir gülümseme geçti ihtiyarın:

“-Demek yaşamayı seçtin, diye konuştu. Yaşamak… Sence bu kadar kolay mı yaşamak? Öldürmek ve yaşamak, senin yaşamanı kolaylaştırmayan, yolu senin nefsani, karanlık yoluna uygun olmayanı yok sayarak hatta katlederek yaşamak… Bu kadar kolay mı? Yaşamanın hakikatine varmadan, varamadan, öylesine yaşamak… Gerçek bu mu acaba?”

Neler söylüyordu bu yaşlı koca? Şimdiye kadar hiç düşünmediği, hatta farkına bile varmadığı hangi kapıları açıyordu? Açılmak için inleyen bu kapılar ne kadar da eskiydi. Seslerini duyuyor, bu sesler beynini uyuşturuyordu. Sanki hiç görmediği, bilmediği, anlayamadığı bir âleme parmak ucuyla değiyor ve o âlemin esrarından da çok ürküyordu.

Adam ufka baktı bir müddet. Sonra tane tane konuştu:

“-Yaşamak ve ölüm… Ölümü yılanla eş tutan insanoğlu!  Ama şimdi sen yılan kılığındasın. Sen şimdi ölüm müsün? Kaç can aldın?”

İşte o an iliklerine kadar titrediğini hissetti. Birini öldürmek yok etmek aklından bile geçtiğinde ürperdiği bir şeydi. İrkildi. Avazı çıktığı kadar bağırmak istedi. Ama sadece fısıldayabildi:

“-Hayır, hayır! Ben… Ben hiç can almadım. Kimseyi öldürmedim. Hatta…”

Cümlesini tamamlayamadı. Utançla başını yere eğdi. Bedeninde bulunduğu yılanın peşinden ne için koşmuştu da bu hallere düşmüştü?

İhtiyar hüzünle baktı ona:

“-A şaşkın insan oğlu, dedi. Nasıl da unutkansın. Yapıp unuttukların, yapmayıp aklından çıkardıkların bir gün o büyük terazide karşına çıkacak elbet. Elbet şu üstüne basıp bağrında gezindiğin kara toprak seni koynunda uyutacak. O gün gelecek! Korkunun ecele faydası yok. Ama ölüme hazırlıklıysan ondan da korku yok. Bir geldin, bir gittin. Hepsi bu! Geriye kalan…”

Derin bir nefes alıp yine sustu adam. Düşüncelere daldı gitti.

Onun konuşmasını az bekledi. Sonra “eyvah,” diye düşündü. “Artık konuşmayacak galiba.”  Aceleyle sordu:

“- Geriye kalan ne?”

Yavaşça gözlerini ona çevirdi yaşlı koca. Yüzünden güzel bir gülümseme yel gibi geçiverdi:

“-Geriye kalan sevgidir, diye konuştu. Her kötülüğe, her çirkinliğe, her acıya, her ayrılığa, her gidişe rağmen geride bıraktığın da giderken götürdüğün de sadece aşktır. Onun içinde saf olan, günahsız bulunan her şey vardır. Bir kapıdan girdin, bir kapıdan çıkıyorsun. Gelirken saflık, duruluk, iyilik ve güzelliklerle dopdolu geldin. Giderken götüreceğin sana bağlı. İster aşkla, iyilikle, güzellikle gidersin, istersen de nefreti, hırsı, kini, aç gözlülüğü dünya heybesine doldurur, ömür defterini karalarsın…”

Heyecanlandı. Farkında olmadan ihtiyarın sözünü kesti:

“-Ama… Ama ben sevgiyi biliyorum. O aşk dediğin duyguyu da yaşadım. Hem de kaç kere.”

“Ey insanoğlu, diye cevap verdi yaşlı adam. Söyle bana. Sevgin için, aşkın için bir kere bile canından geçer miydin?”

Şaşkınlıkla sordu:

“-Niye canımdan geçeyim ki?”

Yaşlı adam dura dura, tane tane cevap verdi:

“-Çünkü aşk kendini feda etmek, canından vaz geçmek, hayatı hediye etmektir.”

Şaşkınlıkla düşündü. İki evladı vardı ve böyle bir tercih yapması için herhangi bir sebebi olmamıştı. Üç sefer çok güzel üç kadına âşık olmuş, üçünü de kendisi terk etmişti.  Çocuklarının anası da iyi bir kadıncağızdı. Onun için kendini feda eder miydi? Kendi verdiği cevaba kendisi şaşırdı. Etmezdi, edemezdi. “Her insan kendi mezarını dolduruyor, niye başkası için mezara gireyim ki.” diye düşündü. Sonra bütün bu düşüncelerden sıkıldı, utandı, sustu, öylece kaldı.

O zamana kadar sessizce hatta neredeyse kıpırdamadan duran aslana döndü ihtiyar. Yavaşça elini uzattı, onun kocaman başını okşadı ve dedi ki:

“-Sen ne dersin ey anne?”

Bal renkli gözlerini ona dikti aslan:

“-Ben, dedi. Bunun insan olduğunu bilseydim, yavrumu alır kaçardım. Onların ne kadar cahil ve zalim, ne kadaröldürmeye meyyal olduğunu çok iyi bilirim. İnsanla çok az karşılaştım. Hepsi de canıma kast ettiler. Böylesi canlıların kalbinde sevgi nasıl yeşerir ki?”

Aslanın söyledikleri çok ağırına gitti. Hemen isyan etti:

“-Sen de benim canıma kast ettin. Kovalayıp dünyayı dolaştırdın neredeyse. Bu mu senin sevmeyi bilen kalbin?”

“-Ey garip yaratık, diye cevap verdi aslan. Ben yavruma saldıran yılanı kovaladım. Dönüp gelir de canım yavrumu avlarsın diye peşine düştüm. Yavruma canım feda. Yeter ki o yaşasın, hayatım ona hediye olsun.”

Aceleyle itiraz etti:

“- Ya benim yavrularım?”

“-Senin geçmişini nereden bileyim ey zalim insan, diye sözünü kesti aslan. Hiç düşündün mü ki neden bu beden içindesin? Hâlâ ders almadın mı? Unutma, nefis sende var, imtihan da senin. İmtihana sen talip oldun. Yavruları için dahi nefsini aşamayan sırtı kambur insanoğlu, senin gerçek sevgiyi, saf aşkın hakikatini anlaman ve yaşaman için nefsinle olan çetin savaşı kazanman ne kadar da zor.”

Derin, çok gürültülü bir nefes aldı aslan ve yine başını ihtiyarın dizine koyup sustu.

Büyük bir hayretle aslana baktı. Şu bedende yaşadığı büyük serüvenin neredeyse her anı büyük bir hızla aklından geçti. Her rast geldiği canlı onu suçlayıp her seferinde kendine ait olan hayat defterinin eksik olan bir sayfasını ilave ediyordu. Sanki fakir olan gönül kitabı zenginleşip tamamlanıyordu. Şimdi artık sıra gerçek aşkı öğrenmeye gelmişti. 

“Hayır, hayır,” dedi kendi kendine. “Hayır, öğrenmek yeterli değil! Yaşamak gerek.”

Ortalığa sakin, huzurlu bir sessizlik çöktü. Kutlu bir pırıltılı sis sanki geldi, her tarafı kapladı. Ardından ihtiyarın sesi duyuldu:

“-Ey insanoğlu! Söyleyeceğin bir şey yok mu?”

“-Var, dedi hüzünle. Var. Ey yaşlı koca, hayatımdaki en büyük eksiği anlat bana. Gerçek aşk nedir? Hakikati nedir?”

“-Söylersem senin için olmazlar olur, dedi adam. Buna razı mısın?”

“-Hayatımı ortaya koyarak söylüyorum, diye sızlandı. Her şeye razıyım!”

Verdiği söze kendisi de şaşırarak anladı ki, hayatının en önemli dönemecini bir daha geri dönmemecesine geçiyordu. 

O an içinde tarif edemediği garip bir heyecan, ruhunda biraz sonra başlayacak esrar dolu fırtınalara karşı derin bir hazırlığın başladığını hissetti.

 Ve… Sanki kendi gönül defterinin hiç açılmamış sayfalarını açmaya ve hiç okumadıklarını seslendirmeye başladı ihtiyar:

“-Gerçek aşk önce tutuşup alev alev yanıp köze dönmektir. O köz için için yanarken sen gerçek sandığın rüyalarından uyanmaya başlarsın. Köz de yavaş yavaş küle dönüp yok olmaya başladıkça, aşk deryası seni içine alır. Sen seni terk ederken gönül aynanda aşkın hakikatini keşfetmeye başlarsın. Ama yanmak pek yamandır, hele köz olup rüyadan gerçeğe gitmek… Ama sen daha tütmedin bile. Yine de var mısın?”

“-Varım, diye fısıldadı. Varım, her ne var ise ona varım.”

Yaşlı adam uzattı elini, onun buz gibi soğuk başını okşadı. O an zaman durdu sanki. Müthiş bir sıcaklık hemen vücudunu sardı. Bütün hücrelerine ılık, sakin, huzur verici, olağanüstü bir mutluluk yayıldı. Şaşırdı, çok şaşırdı. Gözlerini yummak istedi. Ama ihtiyarın sesi yine duyuldu:

“-Ey insanoğlu! Ufka bak!”

Yavaşça başını kaldırıp çok ileride, sıra sıra dağların belli belirsiz gök ile buluştuğu yere bakınca ilkin yoğun toz bulutundan başla bir şey göremedi.  Ardından yavaş yavaş bir yere toplanan toz hızla dönmeye, yuvarlaklaşmaya, arkasında kapkara bir boşluk belirmeye başladı. Az sonra o toz bulutu o kara boşlukta giderek mavileşip kendi etrafında dönen bir küre oldu.

Birden ışıldadı o kapkara boşluk, sonsuz sayıda kandil karanlığı doldurdu. 

Hayranlıkla, kendinden geçerek seyrettiği bu şölen karşısında farkında olmadan fısıldadı:

“-Aman Allah’ım, aman Allah’ım… Dünya bu, bu, bu kâinat!”

Karanlıkta kandillerin bittiği yerde birden muhteşem, rengârenk bir ışık patlaması oldu, yeniden yeni yeni kandiller göründü. Sanki görünmezden iç içe bir sürü kapı açıldı. Her açılışta kandiller çoğaldıkça çoğaldı.

O mavi küre büyüdü, büyüdü, bütün ufku kapladı. Sonra ondaki okyanusları gördü. Bir balina yavrusuyla yüzüyor, ona sevgi ezgileri söylüyordu. Sonra yemyeşil, ulu ağaçlarla dolu ormanları gördü. Bir bülbül sabaha karşı sevda demindeydi.

Ve… Hüthütleri, sinek kuşlarını gördü. Civcivlerini kanatlarının altında uyutuyordu. Kızıl tilki ağzında yavrusu dağdan dağa atlıyordu. Anneler gördü, sevdalılar gördü, tavus kuşu dişisine sevda raksı yapıyordu. Ağaçlar gördü, büyük bir sevgi ile çiçek açıyor, meyve veriyor, tohumlarını toprağa aşkla gönderiyordu.

Sonra birden mavi küre küçüldü. Işıltılı karanlıkta nazlı nazlı dönmeye başladı.

Sonra o fısıltıyı duydu. Çoğaldı o fısıltı, fısıltılar oldu, yükseldi. Her yerden duyduğu, kâinatın söylediği bir ilahi, bir zikir oldu, aşk oldu. Tek ve bir olan Sevgilinin adının söylendiğini şaşkınlık deryasında boğularak fark etti. Büyük bir hayranlık yüreğini alev alev yakmaya başladı. Deli bir sevda geldi, gönül aynasının tozunu siliverdi. Aşkla yanarak inledi:

“-Aman Allah’ım, beni daha fazla, daha fazla âşık et, aşkımı kabul et!”

O sırada derinden derine ihtiyarın sesi duyuldu:

“- Ey insan oğlu! Aşkın için sen senden vaz geçer misin?”

Cayır cayır yanarak tekrar inledi:

“-Canımdan da vaz geçerim.”

 O sırada, arzın çok başka bir yerinde bir sesleniş duyuldu:

“-Uyan! Burada yatılır mı? Kalk! Tekin bir yer değil burası.”

Sızlanarak göz kapaklarını araladı. Başucunda duran uzun karaltıyı, onun arkasında da gecenin karanlığında semada gümüş tepsi gibi ışıldayan mehtabı görünce şaşırdı.

Yavaşça doğruldu, inleyerek ayağa kalktı. Etrafına şaşkın şaşkın baktı. Deli gibi koşarak kurtulmak istediği sokaktan eser yoktu. Dümdüz bir ovadaydı sanki. Karaltıya yanaştı.  Beyazlar giyinmiş ihtiyardı karşısındaki. Beyaz kısa sakalı, bembeyaz kaşları vardı. Hayretle sordu:

“- Demin arkamda bir sokak vardı. Kırmızı ışıklı kandilleri, harabeye dönmüş evleri, her şeyi alıp satan bir dükkân vardı, bir satıcı-alıcı kadın vardı. Kırmızılar giyinmiş bir kadın da…”

Kendisine endişeyle bakan yaşlı bir adam onun sözünü kesti:

“-Bir de dünya olduğunu söyleyen kadın… Aynı rüyayı gören biri daha.”

Şaşırmaya şaşırır hale gelmişti artık. Sordu:

“-Ne?  Ey yaşlı kişi! Sen ne diyorsun? Rüya mı? Ne rüyası? Ben hepsini yaşadım.”

Ayın esrarlı ışığında sırlı dünyalardan gelmiş gibiydi ihtiyar. Yüzüne bilinmezlerden gelen bir gülümseme ile baktı:

“-Öyle mi? O zaman o kırmızı kandilli sokağı göster bana!”

Sağa sola tekrar tekrar baktı. Ama o sokaktan eser yoktu.

İhtiyar sözlerine devam etti:

“-Sadece sen mi gerçek aşkı, onun hakikatini öğrenmek istiyorsun? Öyle mi sanıyorsun Ey yılan? Derdin ne ki senin insanoğlunun nefsine talip olur da o gözü doymaz nefsi nasıl aşacağını düşünmeden gerçek aşkın peşinden koşarsın? Çok geç olmadan var git kendi saf dünyana. Arzın, göklerin almadığı sorumluluğu sen yüklenme.”

Dondu kaldı yine. Rüya olduğunu söylediği o çetin macerayı bilen ihtiyar üstüne üstlük kendini de tanıyor, neyin peşinde olduğunu biliyordu. Hayret ufuklarında gezinerek kekeledi:

“-Ama…  Ama o… Evde bulduğum defterdeki şiir…”

İhtiyar onun sözünün bitmesini beklemedi:

“-Sahi, nerede o defter?”

Üstünü, başını aradı, ceplerini karıştırdı. Defter yoktu. Birden aklına her şeyin, her duygunun satıcısı kadının sözleri aklına geldi:

“-Bak a delikanlı. Sen elindeki hazineyi iyi okuyamamışsın. Git buradan, çık bu sokaktan. Bahar şafağı sökerken bu defteri bir kere, bir kere, bir kere daha oku.”

Neyi okuyacaktı. Defter yoktu ki! Aklına gelenle çok heyecanlandı, hemen sordu:

“-Mevsimlerden hangisindeyiz?”

“-Bahar, dedi ihtiyar adam. Şafak da sökmek üzere.”

Büyük bir şaşkınlıkla söylendi.

“-Demek bahar! Şafak da sökmek üzere. Okumam lazım, okumam lazım!”

İhtiyar sevgiyle baktı yüzüne. Gülümseyerek dedi ki:

“-Oku o zaman!”

Sızlandı o zaman:

“-Defterim yok ki! Neyi okuyacağım?”

“-Neyi istiyordun, diye fısıldadı yaşlı koca. Gerçek aşkı değil mi? İşte onu oku o zaman.”

İnleyerek yalvardı:

“- Ey yaşlı kişi. Sen boşuna karşıma çıkmadın. Sen asıl aşkı ve onun hakikatini biliyorsun mutlaka. Söyle bana, nereden okuyayım?”

Usulcacık, kelime kelime konuştu yaşlı adam:

“- Gönlünden oku. Ben yılanım, gönlüm de yok, gönül aynam da deme. Artık var.”

Uzandı, elini onun başına koydu ve sözlerine devam etti:

“-Çök dizlerinin üstüne, yum gözlerini, gönlünü oku. Sonra seyret gönül aynanı. Gör devran nasıl döner! Bak bakalım aşk nasılmış… Yan bakalım alev alev, köz ol, kül ol, yok ol! Ölmeden önce öl de seyret âlemleri. Aşk neymiş anla. Anla gerçek âşıkların halini. Fenayı bul, bekaya var!”

Farkında olmadan dizlerinin üstüne çöktü, başını göğsüne eğdi, gözlerini yumdu. Sanki ılık bir yel geldi, yüzünü okşayıverdi.  Elinde olmadan gözlerini açınca çok başka bir yerde olduğunu gördü. 

Artık şaşırmaya da mecali kalmamıştı. Derin bir iç çekip etrafına baktı. Uçsuz bucaksız, yemyeşil bir ovadaydı. 

Uzaktaki atları gördü. Beyaz, doru, siyah, renk renk atlar daire çizerek aynı yerde koşuyor, yeleleri rüzgârda dalgalanıyordu. Nasıl da güzeldiler.

Merakla o tarafa doğru yürüdü, yürüdü. Atlara iyice yaklaşınca o ana kadar fark edilemeyen çok güzel ahşap, üç katlı bir konağın etrafında döndüklerini gördü. 

Atlar açılıp ona yol verdiler. Konağın muhteşem el oymalarıyla süslenmiş kanatlı kapısından içeri girdi. Kocaman, sade bir oda karşıladı onu. Beyaz duvarlarında yazılarla dolu levhalar asılıydı. İçerideki beş on kişi ona saygıyla, hayranlık dolu tebessümle baş selamı verdi.

O anda birden büyük bir sessizlik ve huzur bütün benliğini kapladı. İçi anlayamadığı hüzünlü bir mutlulukla doldu. Sanki tarif edemediği bir hasret hep onunla arkadaştı. Ama kavuşma ümidi de hep yanı başındaydı.

 Yavaş adımlarla en yakın levhaya uzanıp okumak isteyince biri yanına yanaşıp saygıyla ana kapının tam karşısındaki daracık merdiveni eliyle gösterdi ve dedi ki:

“-Efendim, Siz zaten onları biliyorsunuz. Vakit kaybetmeyiniz. Üst kata çıkınız.”

Merakla sordu:

“-Ne yazıyor bu levhalarda?”

“-Aşkı arayanların halini, dedi o biri. Onların çektiklerini.”

Gülümsedi kendi kendine. Evet, doğruydu. Söylenen kaç vakittir yaşadıklarını anlatılıyorsa okumaya ne gerek vardı.

Daracık merdivene yöneldi.  İlk basamağa adım atınca merdiven genişleyiverdi. Yavaş yavaş çıktı üst kata. Orada sadece üç kişi vardı. Beyaz, dümdüz, ne olduğu anlaşılamayan kıyafetler giyinmişlerdi. Yine baş selamı verdiler. Biri yanaştı. Çok hafif bir sesle:

“-Efendim, dedi. Üst kata buyurunuz. Ama önce yüklerinizi bırakmalısınız.”

Şaşırdı:

“-Ne yükü? Bir şey taşımıyorum ki!”

O birisi sırtındaki düğmesiz elbiseyi işaret edince hemen çıkardı uzattı ona ve hayretle elbisenin üstündeki yazıyı okudu: “Hayret elbisesi.”

Ama bir giysi daha vardı üstünde. Onu da derhal çıkarıp uzattı. Üstünde “korku elbisesi” yazıyordu. Ardından sırtına neredeyse yapışan merak, hüzün, ümitsizlik elbiselerini de peş peşe attı üstünden.

Uzattı işaret parmağını o birisi, tam karşıdaki merdiveni gösterdi.

Daracık merdivenden üçüncü kata çıkınca yine sadece çok büyük bir oda gördü, hiç eşyası yoktu. Bütün duvarları ve zemini şeffaftı. Sanki tavan da yoktu. 

Tam ortada, bembeyaz bir seccadenin üstünde çok yaşlı bir piri fani bağdaş kurmuş oturuyordu. Gözleri kapalıydı. Onun geldiğini hissedip açtı gözlerini. Sessiz bir baş selamı verip yanına oturmasını işaret etti ve neredeyse fısıltıyla konuştu:

“-Ey garip yılan! İşte geldin. Geldin ama hangi kaderi çağırdın da yolların seni buraya mecbur kıldı, acep inceden inceye, her anını fehmedebildin mi? İstediğinin ne kadar zor hatta imkânsız olduğunun farkına varıp onu düşünüp fikredebildin mi?”

Cevap veremedi, sustu, yere baktı. Konuşmaya devam etti piri fani:

“-Edep elbisesini de giymişsin erdemli insan misali. Eyvallah! Ama sen insan olabildin mi? De bana, insan mısın, yoksa insan kılığında gezinenlerden misin?”

Birden dünya olduğunu söyleyen kadının gözleri aklına geldi. O gözlerde insanı da insan kılığında gezenleri de görmüştü. Sonra sevdayı, sevgiyi de seyretmişti. Ama eksik olan bir şey vardı. Evet, vardı ama neydi? Düşündü. Ardından irkildi birden. Sanki sırlar âleminden altın kanatlı bir sır uçtu da aklının en uç köşesine konuverdi.

Yavaşça başını kaldırdı. İhtiyara çocuk saflığında bir gülümseme ile baktı, işaret parmağıyla kalbini işaret etti:

“-Ya bu kara toprağı bırakırsam o imkânsız için, o zaman da illâ insan olmam gerekiyor mu o aşk için, onun hakikati için?”

İhtiyar da gülümsedi:

“-Yani dünya elbisesini de çıkaracaksın aşkı ve hakikatini bulmak için, öyle mi?”

Başını iki yana salladı:

“-Hayır, diye fısıldadı. Bulmak için değil, gerçek aşkı ve hakikatini yaşamak için dünya libasını terk ediyorum.”

Elini havaya kaldırdı piri fani ve o sırlarla dolu tavanı gösterdi, fısıldadı:

“-Bak o zaman…”

Başını kaldırıp tavana baktığında kendini gördü. Göğe yükseliyordu. İki yanında iki parlak, beyaz sis vardı. Masmavi gökyüzündeydiler.

Aşağı baktı, konağı ve yine kendini gördü. Piri faninin yanında uzanmış yatıyordu. Ama hızla küçüldü konak, atlar, ova, dağlar, ormanlar, denizler ve masmavi gezegen ışıl ışıl yanan sislerin arasında kayboldu.

Yükseldikçe artan sonsuz mutluluk, müthiş coşkulu heyecan, ezelden gelip ebede giden ümit yağmurları ve olağanüstü genişlikte bir hürriyet denizindeydi.

Yükseldiler, güneşleri geçtiler, gök adalarını bir lahzada. Yükseldiler, karadeliklerin içinden bir anda nazlı nazlı geçtiler. Anın sonsuzda birinde madde âlemini geride bıraktılar.

Birden beyninde bir nur patlaması oldu sanki. Müthiş bir keşif onu sevinçlere gark etti. Hayranlığın şahikasında mırıldandı:

“-Bunların hepsi ne güzel! Hepsi senin izin Ey Sevgili, Sevgili!”

Düşünüyor ve düşündükçe daha da mutlu oluyordu. Dilinde sadece birkaç kelime vardı durmadan tekrarladığı:

“-Tek ve bir olan Sevgiliye gidiyorum. Sevgili, Ey Sevgili…”

Sonra yükselişin yavaşladığını, etrafını giderek, hoş, naif bir o kadar da beklenmedik bir sıcaklığın sardığını fark etti. Ardından her şey kayboldu. Sıcaklık hızla artarken tutuşuverdi de bin bir renkle yanmaya başladı. Ama o halinden hiç şikayetçi değildi.

İlk defa sağında, solunda olan iki parlak sisin sesini de duydu:

“-Aşk Deryasına hoş geldin!”

Deryada yüzmek gerekirken kendini yavaşça, öylesine, serapa, bıraktı,  terk etmek istedi. Batıyor muydu yoksa yükseliyor muydu farkında bile değildi. Birden bir sürü ses duydu. Sadece üç kelime söylüyorlardı:

“-Sevgili, Ey Sevgili!”

Sonra sırlar âleminin sayfaları açılmaya başladı, her şey ve her zerre sadece o üç kelimeyi zikrediyordu:

“- Sevgili, Ey Sevgili!”

Ama birden o iki parlak sisin sesini duydu:

“-Ey dost! Gitme vaktidir.”

Heyecanla sordu:

“-Sevgiliye kavuşma vakti geldi değil mi?”

“-Hayır, dediler. Daha hasret ovasını geçmedin!”

Kederle ağlamaya başladı:

“-Hayır, gidemem. Ben ayrılıkları değil, kavuşmayı isterim. Hasret benim neyime!”

Ama bir anda kendini o tuhaf tavanlı güzel konağın üstünde buldu. Piri fani yanı başında aynı zikirle duadaydı.

Bir bulut gibi bedenine dönerken büyük bir zindana, dar bir kafesin içine girdi sanki. Gözyaşları içinde inledi.

İhtiyar adam ona uzunca bir süre baktıktan sonra:

“-Ey garip âşık, dedi. İsyan da senin neyine! Hasret aşkın süsü, aşığın minnet bahçesidir ki orada açan hasret gülleri O Bir Tek Sevgiliyi anlatır. Şeyda bülbüller O’nu terennüm eder. Şükret, hamt et, zikret. Artık yum gözlerini haydi.”

Gözlerini yumdu. Ama o ses gönlünde çınlayınca şaşırarak açtı. Yine o dümdüz bir ovadaydı. Alacakaranlıkta, uzakta, sislerin arasında tan yeri ağarıyordu. Yine karşısında beyazlar giyinmiş çok ama çok yaşlı biri vardı.  Hayretle sordu:

“-Ben neredeyim? Allah’ım, ben neredeyim?”

Adam ona harabe evde bulduğu defterini uzattı. Hüzünle gülümsedi:

“-Hasret ovasındasın. Baharın şafak vaktindesin. Buyurasın hazineni.”

Ardından o can alıcı soruyu sordu:

“-Hasret ovasında yürümek için âşık gönül gerek. Onun için de feda gerek. Beka için fenaya hazır mısın?”

Tekrar diz çöktü, başını eğip bütün kalbiyle cevap verdi:

“-Canım O Sevgiliye fedadır.”

İşte tam o sırada saniyenin sonsuzda birinde o mavi ışık parlayıp söndü.

İhtiyar olana ve gidene gülümseyip mırıldandı:

“-Ey Rabbim, hikmetinden sual olunmaz…”

O anda, arzın diğer yanında, sakin, sessiz bir ilahi güzelliğinde akan ırmağın yukarısındaki ormanın kıyısında, derinden derine gelen ihtiyarın sesi tekrar tekrar yankılandı:

“- Ey insan oğlu! Aşkın için sen senden vaz geçer misin?”

Aşk ateşiyle yanarken sevdasının avazı hasret dağlarına vurup sedası geri dönü:

“-Canımdan da vaz geçerim.”

“-Aç gözünü de bak o zaman.”

Tam gözünü açıyordu ki mavi ışık sonsuz bir hızla yandı, onu içine alıp kayboldu. 

Aslan onun kaybolmasına hiç şaşırmadı nedense. İhtiyarın uzanıp başını okşamasından da çok mutlu oldu. Hal diliyle dedi ki:

“- Ah şu garibin gönül aynası! Sevgilinin hakikat perdesi azıcık aralanınca kendinden geçip ölümü unuttu. Ya tamamı açılınca ne yapacak?”

Ve…

Serüven son dönemece vasıl oldu…

Suzan ÇATALOLUK

Nilüfer

13.03.2021

Yazar
Suzan ÇATALOLUK

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen