Mavili Kızın Güz Defteri – İkinci Hikaye: Can Kuşu

suzan cataloluk 2021.12.20 mavili kiz 1

Suzan ÇATALOLUK

Serin serin esen yel, hayâller gibi gökyüzüne doğru uzanan ağaçların yapraklarını hafifçe oynatırken, çok uzaklarda, belli belirsiz görünen dağların ardından yükselen hâleli mehtap sayısı sonsuz yıldızların ışıltılarıyla şavkıyan lacivert ummanda sırlarla yüklü gemi misali bilinmezlere nazla, niyazla gidiyordu.

Sırtını dağlara veren, mehtapta rengi gece karanlığından yeşile dönen vadiyi, ormana yaslanmış ışıkları görünce kendi kendine söylendi:

“-Hoş geldin hayata ey garip ben… Ey Sevgili! Beni yalnız bırakma…”

Ve…

Yağız at yavaşça şelâlenin yanından geçip dik yokuşa tırmanmaya başladı. Büyük bir dikkatle, yavaş yavaş süren bu tırmanış tepede bitince hisli hayvan derin bir nefes alıp durdu.

İleriye bakınca ufuk çizgisinin altında, koyu yeşil vadide, dağların eteklerinde camları ateş böcekleri misâli ışıldayan binaları hayal meyal fark etti.

“O tarafa gitmeliyim,” diye düşündü. “Heybelerindekileri satmalıyım. Lâzım olanları alıp evime dönerim.”

Onun düşüncelerini anlamışçasına sakin sakin yürümeye başladı at. Adımlarını büyük bir dikkatle atıyor, Gecenin serinliğinde nemlenmiş taşlardan kaymamak için büyük özen gösteriyordu.

Bir müddet sonra etraf yavaş yavaş aydınlanmaya, serin hava ısınmaya, kuş cıvıltılarıyla birlikte tabiat uyanmaya başladı.

Güneş ufukta belirirken, yemyeşil vadiyi aşıp ormanın kıyısındaki binalara ulaştılar.

Çevresine dikkatle bakıyor, geri dönerken şaşırmaması için kendince önemli bulduğu odak noktalarını ezberlemeye çalışıyordu.

Büyük, pek güzel çiçek öbeklerinin, çok değişik, bol yapraklı, biçim verilerek budanmış ağaçların, bakımlı yolların, içinde renkli balıkların yüzdüğü küçücük göletlerin bulunduğu kocaman bahçenin içindeki üçer katlı sekiz binanın ortasında, ormana en yakın yerde bulunan gayet süslü tek katlı yapı hemen dikkatini çekti.

“-Haydi Yağız, dedi. Şu ortadaki binaya doğru gidelim. Sonra sana korunaklı bir yer bulalım.”

O büyük bahçenin kenarından dolaşıp ortadaki binanın arkasına sürdü atını. Arka tarafta kocaman bir granit kaya gördü. Ardındaki yaşlı üç çam, iki ceviz ağacı yemyeşil çayırda nefis bir tablo gibi duruyordu.

Yağızın siyah yelelerini okşadı. Sevinçle konuştu:

“-Sevgili dostum! Tam senlik bir yer. İşimi bitirene kadar beni burada bekle. Sonra sana ıslık çalacağım. Gelirsin değil mi?”

Ardından heybelerdeki dört bohçayı aldı, sırtına yükledi. Hızlı adımlarla yürüyüp boyuna yakın olan süslü bahçe kapısını geçti. Ortadaki tek binanın ön tarafına doğru yürümeye başladı.  Bakımlı yolun kenarlarında tomurcuklu gül fidanlarıyla bakımlı ağaçlar nedense ona tanıdık geldi. Hafızasını yokladı. Ama yine hüzünle hiçbir şey hatırlamadığını fark etti. Sonra kendi kendine “aman ne kadar önemi var, hiç,” diye konuştu. “Ben zaten yolumu bulmuşum.”

Binanın önüne geldiğinde şaşırdı. Burayı da tanıyor gibiydi. Ama yine hiçbir şey hatırlamadı.

Ana kapısı iki kanatlı ve vitraylı cam olan binaya merdivenle çıkılıyordu. Önünde boydan boya sundurma vardı. Hem cam kapı hem de sundurma altın rengi rumilerle süslenmişti. Pencerelerin pervazları koyu cevizdendi. Duvarlar beyaza yakın tereyağ rengi ile boyanmıştı. Kapı girişlerinde çok büyük pirinç vazolardaki leylak rengi güller kocaman kocaman açmıştı. Zemin ve merdivenler bal köpüğü taştandı. Sundurmanın her iki tarafında devam eden ahşaptan yapılma, oymalı tırabzanlar ve korkuluklar girişi çok hoş bir sahanlık haline çevirmişti. Bu sahanlığın sağ tarafında duvara dayalı fes rengi büyük bir kanepe, yanında aynı renk iki koltuk, önlerinde de küçük masa takımı vardı.

Binanın önünde bir zaman durdu, birkaç dakika bakıp sağı solu inceleyip iyice düşündü, sonunda kararını verdi. Burası tam aradığı yerdi.

Basamakları yavaş yavaş çıktı. Sağ tarafa yöneldi. Bohçalarını en büyük masanın üstüne koydu. Koltuklardan birine ilişip biraz daha düşünüp hüzünle gülümsedi. “Ah nenem,” dedi kendi kendine. “Ne güzel işler öğrettin bana. Şimdi o güzelliklerinle burayı süsleyeceğim. Kim bilir ne hoş duracaklar.”

Ama masaların üstünde biriken tozlar dikkatini çekti. Bu tozlu yerlere ninesiyle yaptıkları o güzel işleri sermeye gönlü razı gelmedi. Sağa sola bakındı. Yakınlarda temizlik malzemelerinin olma ihtimalini düşünüp etrafı gezindi. Binanın yan duvarının kuytu köşesine, bahçe musluğunun yanına konmuş malzemeleri görünce sevinçle aldı.

Bir saate yakın uğraştı. Masalardan, koltuklardan başladı temizliğe, camlarla, tırabzanlarla devam etti. Pirinç vazoları silip parlattı, yerleri de basamakları da yıkadı.

Ama… Ama yan binanın ikinci katında onu dikkatle seyreden adamı fark etmedi.

İşi bitirdiğine kanaat edince binanın önüne gidip baktı, yaptığı işi beğendi. Yine hüzünle düşündü: “Dedemle nenem bunları görseydi ne çok beğenirdi. Her taraf ışıl ışıl oldu.”

Sonra bohçalarını açtı. Kilimleri korkuluklara serdi. Lacivert zeminli, pembe çiçekli bahar dalları olan üç küçük kilimi de kanepe ile koltuklara yaydı. Yazmaları büyük masanın üstüne sıra sıra dizdi. Sepetleri büyükten küçüğe iç içe geçirip koltukların yanına, yere koydu.

Pencereden onu seyreden adam yavaşça odasından çıktı, üç kat merdiven indi, bahçeyi geçip ortadaki binanın basamaklarını çıkarken, o ‘havluları nereye koyacağını’ düşünüyordu.  Arkasında adamın ayak seslerini duydu, ardından da sesini:

“- Günaydın. Kolay gelsin.”

Ne yapacağını şaşırdı, eli ayağı birbirine karıştı. Dede ve ninesinden, son günde gelen misafirlerden başka hiç kimsenin yüzünü hatırlamıyordu. Ona doğru dönüp dönmemeyi düşünürken adam daha atik davrandı. Hızlı adımlarla yürüyüp onun tam önündeki koltuğun arkasına geçiverdi. Tekrar konuştu:

“-Hayırlı sabahlar, kolaylar gelsin.”

Başını kaldırmadan cevap vermek istedi. Ama kekeledi:

“-Gü.. naydın. Teşekkür e.. derim.”

Serdiği kilimlere, yazmalara, yere dizdiği sepetlere, el örgüsü bütün işlere, düzenlemeye bakıp hayranlıkla düşündü adam: “Günlerdir düşündüğüm ama bulamadığım düzenlemeyi bu kızcağız yapıverdi işte. İşte tam da istediğim şey buymuş!”

Yavaşça koltuğa yanaşıp üzerindeki güzel kilime elini değdirdi, gülümsedi adam.

“-Ellerine sağlık, dedi. Tertemiz olmuş burası. Ama ne yaptığını sorabilir miyim?”

Ardından merakla onun kalın, masmavi, yün hırkasına, siyah bol pantolonuna, dizlerine kadar uzanan çizmelerine, yazmayla arkaya toplanmış siyah, gür saçlarına bakıp şaşırdı. Buralarda böyle giyinen pek kimse yoktu. Susup onun cevap vermesini bekledi.

Ninesinin tavsiyesi aklına geldi. O yüzden adamın yüzüne bakmadan, hafif bir sesle cevap verdi:

“- Ninem bunları satmamı istedi. Ben de burayı çok uygun buldum.”

Adam bu samimi, saf cevaba şaşırdı. Hayretle sordu:

“- Buranın bir sahibi olduğunu, ondan izin alman gerektiğini bilmiyor musun?”

O an neredeyse dehşete kapıldı. Böyle bir şey hiç aklına gelmemişti, daha doğrusu bu konuda hiçbir şey hatırlamıyordu. Utandı, çok utandı.

“-Aman Allah’ım! Haklısınız, diye söylendi. Ama nereden bulacağım sahibini? Siz tanıyor musunuz?”

“-Evet, tanıyorum, dedi adam gülümseyerek. Sahibi benim.”

“- Özür dilerim. Bilemedim. Affedersiniz, dedi telaşla, Hemen toplanıp gidiyorum. Kusura bakmayınız.”

 Hemen kilimleri toplamaya başladı. Ama adam kilimin ucunu tutarak onu engelledi.

“-Dur, dedi. Dur, toplama. Bu yaptıklarını, düzenlemeni çok beğendim.  Satacaksın değil mi? Otur, konuşalım.”

Yavaşça adamın işaret ettiği koltuğa ilişti.

“-Ninenle yaptığınız her şey çok güzel olmuş, diye konuştu adam. Hepsini almak isterim. Şimdi… Söyle bana bütün bu güzelliklere ne kadar para istersin?”

Yine şaşırdı. Ne fiyatı ne parayı, hiçbir şeyi hatırlamıyordu. Yine kekeledi:

“-Ben… Ben, diyorum ki…Şey, siz bir fiyat verin. “

“- Ama böyle pazarlık olmaz, bakar mısın bana. Ya seni kandırırsam?”

Bu sözlerle beyninde bir kıvılcım çaktı sanki. Bir hayal belirdi gözlerinin önünde. Genç bir adam kahkahalarla gülerek ona aynı sözleri söylüyordu. Büyük bir üzüntü gelip yüreğine hançer sapladı sanki. Ağır bir keder beynini yalayıp geçti, hatırladığı sahneyi tekrarladı. Yavaşça başını kaldırdı, hayretle adama baktı. Garip bir rahatlama duydu. Karşısındaki o kahkaha atan adam değildi. Kırk yaşlarında kibar görünüşlü biri kendisine gülümsüyordu.

SUZAN ÇATALOLUK MAVİLİ KIZ 2 KAPAK2

Ama… Ama adam onun yüzünü hele de gözlerini görünce gönlü bir güvercin olup hayranlık dağlarının en yüce tepesinde kanat çırptı da aşk vadisine uçuverdi. Kendi kendine dedi ki:

“-Aman Allah’ım! Bu ne güzellik böyle! Bu nasıl gözler, masmavi, tertemiz, ucu bucağı görünmeyen ummanlar gibi…”

Adamın şaşkın bakışları ona hemen ninesini hatırlatınca başını yere eğdi. Derin bir nefes alıp konuşmaya gayret etti:

“-Siz iyi bir adama benziyorsunuz. Beni kandırmazsınız. Pazarlık da etmeyelim.  Hepsine bir şey söyleyin. Bu gördüklerinizin hepsini ninemle dokuduk, ördük, nakış nakış işledik. Beğendiğinize göre kıymet bilen birisiniz. Kıymet bilenler kandırmayı sevmezler.”

Adam büyük bir hayranlıkla onu dinledi. Dedi ki:

“-Anlaştık. Bir şey daha soracağım. Parayı alınca ne yapacaksın?”

Gülümsedi, yanaklarında gamzeler oluştu:

“-Gidip yeni yapacağım işlerim için malzemeler alacağım. Belki biraz da yiyecek.”

Bunları söyleyince utandı, yanakları pembeleşti, mavi gözleri laciverte dönüp hârelendi.

Onun bu halini görünce adamın gönlü aşk vadisinde en nazlı sevda gülünün dalına konup şeyda bülbüle dönüverdi. Ama “gitmek” sözü adama ayrılığı ve hasreti fısıldayınca kalbi isyan etti de hemen bir çare bulmaya çalıştı:

“-Bak, ne diyeceğim. Sen buraların yabancısısın galiba. İstersen burada otur, sana bir kahvaltı tepsisi göndereyim az sonra. Sonra da ne istiyorsan söyle. Hepsini sana ben aldırayım. Artan paranı da vereyim. Olur mu?”

Düşündü, adam haklıydı. Dedesiyle bir kere gelmişti. Buraları iyi bilmiyordu. ‘Olur’ manasında başını salladı. Sonra aklına hayretle gelen soruyu sordu:

“-Bu yer neresi? Binaları hiçbir şeye benzetemedim. Kasabaya da benzemiyor.”

Adam ona hayranlıkla baktı. Gülümseyerek cevapladı:

“-Burası memleketin en ünlü kaplıcalarının olduğu yer. Şu sekiz binanın hepsinin altında büyük yüzme havuzları var. Kaplıca suları çok şifalı, her derde deva olduğu söylenir. Bu bina da benim. Lokantam. Gelenler yemeklerimizin çok lezzetli, çok güzel olduğunu söyler. Ama senin kilimlerin kadar güzel olduğunu sanmam.”

Ardından saatine baktı. Hayretle söylendi:

“-Vakit ne çabuk geçiyor. Birazdan müşteriler kahvaltıya gelir. Bakalım bizimkiler ne yapmışlar. Kapıları açmak gerek. Ana kapıları daima ben dualarla açarım, kimseye bırakmam.”

Güzel kilimleri yavaşça okşadı, sözlerine devam etti:

“-Ayrıca… Zahmet edip yordun kendini. Vazolar altın gibi parlıyor. Maharetli ellerine sağlık.”

Hiç gitmek istemese de yavaşça oturduğu yerden kalktı. Gün ışığında parlayan altın renkli rumilerle bezenmiş, iki kanatlı, vitraylı ana kapıyı açtı. Sessizce gözden kayboldu.

Güneş yavaş yavaş yükselirken kaplıcanın bütün binalarında heyecanlı bir hareket başladı. Çocuklar koşuşturmaya, aileler güzel kıyafetleriyle kahvaltı için lokantaya gelmeye başladılar.

Süslü hanımlar kilimleri, sepetleri ve diğer elişlerini görünce yanına doluştular, çok beğendiklerini söyleyip satın almak istediler. Ama hepsinin satıldığını duyunca yenilerinin ne zaman geleceğini sordular.

Bir ara yanına kibar, yaşlı bir amca geldi. Lokanta sahibinin gönderdiğini söyleyip onun çarşıdan ne alacağını sordu. Söylediklerini kâğıda yazıp gitti.

Ardından bakımlı güzel arabalar da geldi. Kimileri çoluk çocuk doluydu, kimilerinde de sadece çiftler vardı. Önünden geçip lokantaya girdiler. Kimi kalın güzel mantolarla, kimi sanki yazmış gibi açık kıyafetlerle arzı endam ettiler.

Bütün bunlar ona hoş bir seyirlik gibi geldi. Sanki bir güzel rüyayı seyrediyor gibiydi. Sonunda lacivert, tertemiz, yeni, küçük bir araba geldi. Lokantanın merdivenine beş-metre kala durdu.

Bu arabayı da sanki bir yerlerden hatırlıyordu. Yerinden kalktı, korkuluklara dayanıp elinde olmadan gelen arabayı seyretmeye başladı.

Arabadan inen uzun boylu, orta yaşlı, kır saçlı, bakımlı, güzel giyimli adam hızla gidip diğer kapıyı açtı. Uzanıp genç bir kadının elinden tuttu, yavaşça dışarı çekti.

Kadın çok zarif bir şekilde indi. Balerin edasıyla birkaç adım attı. Orta boyluydu. Porselen gibi pürüzsüz teni esmer beyazı idi. Uzun kaşları, iri kara gözleri, küçücük burnu, kıpkırmızı boyalı gül dudakları vardı. Simsiyah saçları çenesinin hizasında kesilmiş, kuğu gibi güzel boynu incilerle süslenmişti. Göğsü açık, koyu kırmızı, dar bir elbise giymiş, omuzlarına beyaz bir ceket almıştı. Keklik gibi, çok hoş kuşlar gibi adeta sekiyordu. Adam da ona sevdalı gözlerle bakıyor, bu bakışlardaki derin aşk açıkça belli oluyordu. Sanki şeyda bülbüldü de dünyanın en güzel gülünü sonsuz bir aşkla seyrediyordu.

İkisine bakarken içinde garip bir sıkıntı hissetti. Kız hoş bir kuş gibiydi ama sanki az da yaramazdı. Her an uçacak gibiydi. Adam da çok candandı, pek can ü gönülden bakıyordu. Ama sanki canı yanacak birine benziyordu. İçinden dua etti elinde olmadan: “Hey Allah’ım! Bu can ile bu kuşa hayırlar ver.”

O sırada genç kadın baygın bakışlarla adama baktı, gülümsedi. İnci gibi parlak dişleri ortaya çıktı. Adam büyük bir hayranlıkla onun kolundan tuttu. Birlikte basamakları çıkmaya başladılar.

Onları bir yandan şaşırarak seyrediyor, bir yandan da düşünüyordu: “Acaba baba kız mı? Hayır, hayır, babayla gezmeye çıkan bir kız böyle mi olur? Sanmam!”

Adam kadının kulağına bir şeyler söyledi. Genç kadın çok işveli bir kahkaha ile cevap verdi.

Tam basamakları bitirmişlerdi ki nerden çıktığı belli olmayan deli rüzgâr masada serili yazmalardan ninesinin çok emek verdiği, su yeşili renginde olanı birden havalandırdı.

Uzanıp yakalamak istedi ama yetişemedi. O güzel yazmanın genç kadının yüzüne çarpıp sarıldığını hayretle gördü.

Genç kadın büyük şaşkınlıkla elini hemen yüzüne götürdü. Kırmızı, uzun tırnaklarını yazmaya geçirip çekiştirdi ve “eyvah, makyajım bozulacak,” diye sinir içinde düşündü ve çığlık attı:

“-Aman Tanrım! Bu da ne böyle?”

Su yeşili yazma tırnakların haşin saldırısına dayanamadı, bir köşesinden yırtıldı. Ninesinin yüzü tırmalanmış gibi büyük bir acı duydu ve elinde olmadan bağırdı:

“-Ah! Can kuşu! Ne yaptın sen?”

Lokantanın girişinde ilk masada yemek yemekte olan genç adam bu çığlığı duyunca başını kaldırdı. Genç kadını görünce irileşen gözleri büyük bir şaşkınlıkla ona takıldı kaldı. Hayretle dudakları aralandı.

İşte o an oradaki dört insan için zaman yavaşladı.

Mavi hırkası rüzgârda uçuşarak üç adımda genç kadına ulaştı, onun tırnaklarına takılıp süslü yüzünden inmekte olan ninesinin su yeşili yazmasını kaptı. Söylendi:

“-Ah can kuşu kız, neyi yırttın sen?”

Genç kadın yavaşça elini yüzüne götürdü, saçlarını düzeltti, farkında olmadan başını çok yavaş bir şekilde sağa çevirdi ve genç adamı gördü. Büyük bir şaşkınlık yaşadı. Hiç istemedi göz göze gelmeyi. Ama kaçamadı. Şaşkın ve çarpık bir gülümseme yavaş yavaş dudaklarına yayıldı.

Orta yaşlı adam “can kuşu “sözünü duyunca bir an dondu kaldı. Bu nasıl olabilirdi, bu hiç tanımadığı mavi hırkalı kız bu gizli itiraf sözünü nasıl bilebilirdi ki? Aşkla bağlandığı bu genç kadın her pahalı hediyeler verişte, yardım olsun diye zarif zarflar içinde uzattığı paraları alırken kendisine çok imalı bir şekilde hep “siz benim can kuşumsunuz, bana nefes aldırıyorsunuz, hayatımı hediye ediyorsunuz” derdi. Mavili kız bu gizli sözü nereden, nasıl duymuş olabilirdi?

Ama kalbinde bir fısıltı duydu sanki aşkından yana: “Nereden duyacak ki? Buralarda da söylenen bir söz olamaz mı? Elbette olur. Niye şaşırdın ki?”

Utandı şüphelerinden. Yavaşça uzanıp onu kolundan tutup yürütmek istedi. Ama yüzündeki o tuhaf gülümsemeyi fark edince sevdiğinin baktığı yöne çevirdi başını yavaşça ve genç adamın irileşmiş gözlerini genç kadından ayıramadığını gördü.

İşte o an bu defa zaman hızla akmaya başladı:

Yıldırım hızıyla üşüşen düşünceleriyle adam belki saniyenin binde birinde şaşkına döndü: Bir kadın tanımadığı birine neden gülümsesindi ki? Ardından aklından geçen ilk fikirle bir an beyni uyuştu sanki. Kıpkırmızı olup kederden taş kesildi. Ama hemen derin bir nefes alıp genç kadının kolunu tuttu.

Genç adam yavaşça başını eğdi. Büyük bir şaşkınlık ve deli bir acıyla düşündü: “Bana her buluşmamızda hep “sen benim can kuşumsun, nefesimsin” diyen gencecik, masum kız bu mu? Ah Allah’ım! Üstündekilere bak. Bir aylık maaşımla alamam.”

Genç kadın “Allah kahretsin,” diye düşündü. “Sırası mıydı şimdi. Neyse, toparlamaya çalışırım. Sorarsa akrabam derim. Arkadaşımın kardeşi ya da kocası derim. İkna ederim. Nasıl olsa yorgun âşık. Üstüme düşmez herhalde.”

Yavaşça orta yaşlı adamın koluna girdi. Yüzünü ona yanaştırıp en güzel gülümsemesiyle ona bakarken genç adamın masasının önünden geçtiler.

Tam o sırada lokanta sahibi gülümseyerek onun yanına geldi ve dedi ki:

“-İstediklerini aldırdım. İki görevli buraya getirecek. Ama hemen gitme istersen. Biraz daha bekle. İçeride küçük bir işim var.  Halledip geleceğim. Para işini de konuşuruz. Yüklerin ağır.  Bir de vasıta bulalım sana.”

Lokanta sahibi karşısındakinin “evet” manasında başını sallayışını, elinde olmadan hafifçe gülümsemesini, gözlerinin hep yerde oluşunu seyretti. Nasıl da zarif, nasıl da güzeldi.

Bu güzellik nerede yetişmişti, adı neydi, ailesi kimdi, kimin nesiydi? Ceylan gibi ürkekti. Neden ürkekti acaba?

Ama o, lokanta sahibini hiç merak etmedi. Ninesinin sözleri hep aklındaydı. Hep dikkatli olmalıydı, hep. Yine yere bakarak yavaşça konuştu:

“-Vasıtaya gerek yok. Ben Yağız ile gideceğim.”

Lokanta sahibinin kalbine bir bıçak saplandı sanki. İçine kurt değil, kurtlar düştü. Demek ki hayatında biri vardı. Ardından hemen ümitlendi. Belki yakın akrabası, kardeşiydi.

O sırada lokantanın beyaz işi, harika perdelerin gölgelediği penceresinin kenarında bulunan, itina ile süslenmiş, içine taze kırmızı, kokulu güller konmuş çini vazolu, beyaz atlas örtülü masaya genç kadını oturtan orta yaşlı adam içinde kopan tayfunları hiç belli etmedi. İfadesiz bir yüzle konuştu:

“-Bana birkaç dakika izin ver. Hemen geliyorum.”

Kapıya doğru yürüyüp genç adamın masasına yanaştı. Onun başını yere eğmiş bir şekilde kara kara düşündüğünü gördü. Elindeki çatalı tabağın kenarına vurup duruyordu.

Uzanıp elini delikanlının omuzuna koydu. Sakin bir sesle:

“-Afiyet olsun delikanlı,” dedi.

Bu temasla sıçrayarak düşüncelerinden ayrılan genç karşısında orta yaşlı adamı görünce hızla ayağa kalktı. Bir adım geriye çekildi. Şaşkın şaşkın onun yüzüne baktı.

“-Gel, bizimle yemek ye, dedi orta yaşlı. İnan bana, pişman olmayacaksın.”

Büyük bir şaşkınlık yaşadı genç olan. “Neden hiç tanımadığı birini davet ediyor ki? Anladı mı acaba,” diye düşündü. “Ya saldırırsa, vurmaya kalkarsa? Yok, yok öyle bir adama benzemiyor. Reddetmek en hayırlısı,” diye düşündü.

“-Ah… Hayır, rahatsızlık vermek istemem.  “

Adam çok sakin bir sesle cevap verdi:

“-Israr ediyorum, diye cevap verdi. İnan bana, kazançlı çıkacaksın.”

Ardından uzandı, elini tekrar omzuna koydu. Diğer eliyle “buyur” işareti yaptı.

Çaresiz kalktı delikanlı. Başı önde adamı takip etti. O beş-on adımlık yolda ne yapacağını düşündü. Bir türlü ne yapacağına karar veremedi. Kalbi acı doluydu. Sanki bir el uzanmış, hayatında çok önemli bir mutluluk anahtarını kapıvermişti.

Masaya geldiklerinde genç kadının şaşkın bakışları arasında orta yaşlı adamın kibar el işareti ile sandalyenin kenarına ilişti. Başını yere eğdi. Garip bir şekilde vücudu karıncalanıyor, elleri, bacakları titriyordu. Dizlerini birbirine yapıştırdı. Titremeyi önlemeye çalıştı.

Genç kadın hemen toparladı kendini ve yapmacık bir eda ile somurttu, kinayeyle konuştu:

“-Misafirinizin olduğunu bilmiyordum.”

Orta yaşlı adam derin bir nefes alıp parmaklarıyla masayı tıkırdattı ve beş on saniye yere baktı. Ardından tane tane konuştu:

“-Benim değil, senin misafirin.”

Çok şaşırmış gibi göründü kadın:

“-Benim mi? Ne diyorsunuz siz Allah aşkına? Bu beyi tanımıyorum ki.”

Başını havaya kaldırıp gözlerini yumdu orta yaşlı olan. Sonra tavana bakıp elini ağzına götürdü, çenesini sıvazladı. “Rabbim, sabır, sabır Allah’ım” diye düşündü. Kendini çok aşağılanmış ve çaresiz hissediyordu. Sağ elini ceketinin cebine götürüp küçük, güzel kutunun içindeki pahalı pırlanta yüzüğü düşündü. “Ne safmışım,” dedi kendi kendine. “Bu yemekte bu küçük oyunbaza, bu ahlâk yoksununa evlenme teklif edecektim aklım sıra.”

Gözlerini genç kadının gözlerine dikti. Yüzünde derin bir nefret ifadesi vardı. Neredeyse fısıltıyla konuştu:

“-Söyle bana, hemen, şimdi! Bu hikâye ne zaman başladı.”

Ağlamaya başlayan kadını hemen susturdu:

“-Yapma! Sakın yapma. Bari şimdi dürüst ol.”

Ardından genç adam söndü:

“-Sen de konuşmayacaksın değil mi? Ama şu rengin, vücut dilin her şeyi anlatıyor. İnkâr edecek misin?”

Genç adamın sesi çıkmadı, eğik başını hiç kaldırmadı. Ama sağ ayağının titremesi çok belli bir şekilde arttı. Kadın da sözde ağlamasını sürdürdü. Mendiliyle göz altlarını silmeye başladı.

Masada uzun süren bir sessizlikten sonra adam pahalı ceketinin iç cebinden uzun, süslü bir zarf çıkarıp kadının önüne koydu:

“-Al bu zarfı, dedi. Annenle kirada oturduğun küçük dairenin tapusu. Ev artık o garip, zavallı annenin.”

Kadın “galiba ucuz kurtuluyorum, benden vaz geçemeyecek,” diye ümitle düşündü. Ağlaması hemen durdu. Hızla uzandı, zarfı alıp çantasına koydu. Sonra yapmacık bir hüzünle süslediği sesle konuştu:

“-Çok teşekkür ederim. He zamanki gibi minnettarım size. Bana inandınız değil mi? Anneme birlikte beraber gideriz. Çok sevinecek. Ama beni pek üzdünüz, haberiniz olsun.  Kalbim çok kırıldı.”

Genç adamın dehşete yakın şaşkın bakışları altında elini adamın elinin üstüne yavaşça koydu. Ama adam çok sert bir şekilde elini iteledi:

“-Bir dakika, dedi alaycı bir sesle. İfaden çok yanlış. “Can kuşum” sözünü eklemeyi unuttun. Hediye verirken hep o sözü söylerdin. Neyse, Annene sadece sen gideceksin. Ben artık senin hayatında yokum.”

Alnını sıvazladı. Kadının inanmayan bakışları altında tekrar konuştu:

“- Önce beğeni, sonra sevda, sonra da birbirimizi tanımak derken bir yıl geçti. Biliyorsun ben hep sana dürüst kaldım. İnandığım sevgimize hep çok saygılıydım.  Seni incitmemek için çok özen gösterip hep mesafeli davrandım. Ancak boşmuş bunlar, onu da şimdi anladım. Ama şu bir senenin bir bedeli var. Ve… Ben sözümde duranlardanım.”

Kadın daha gelemeden elinden kaçmakta ve ona göre çok görkemli olan gelecekteki hayatını düşündü. “Bundan nasıl vaz geçerim? Geçemem, olamaz. Tam bir koca yıl geçti ömrümden. Şimdi bir kalemde siliyor beni. Bunun hesabını vermeli. Ama bir kere daha bilmezlikten geleyim, bir kere daha aptal kadını oynayayım.”

“- Ama ben size aşığım, diye ağlamaklı sesle konuştu. Sizsiz olamam. Hem… Hiçbir şey anlamadım bu dediklerinizden. Siz hiç kıskanç biri değildiniz. Nereden çıkardınız bu çirkin hikâyeyi. Bu adam da kim? Biri bir şey mi söyledi? Ne zaman bu zehaba kapıldınız? Yapmayın bunu bana, ne olur!”

Delikanlının dehşetle hayret arasında gidip gelen bakışları arasında adam dirseklerini masaya koyup ellerini çenesine dayadı. Beş on saniye ifadesiz bir yüzle ona baktı. “Nasıl da oynuyor münafık,” diye düşündü. “Nasıl da anlamadım, nasıl da kandım… Ah bu benim hep inanmak isteyen çocuk gönlüm. Bu yaşa geldim, hâlâ saf kalan garip yüreğim. Ben bu karanlık darbeyi nasıl kaldıracağım ve ne zamana kadar kaybolan, boynu bükülen sevda inancımı arayacağım.”

Kelimelerin üstüne basa basa, neredeyse heceleyerek konuştu:

“- Ne oluyorsa ve ne yapılıyorsa sen kendi kendine yaptın. Hiç kimse bir şey söylemedi. Duymaya gerek yok ki. Bakışlarınız her şeyi söyledi. Sakın aşk kelimesine ağzına alma, hiç ama hiç. Kirletme o zengin hazineyi. Kapat o sayfayı.”

“- Ama siz de bana aşıktınız, diye inledi kadın. Ne çabuk benden vaz geçiyorsunuz.”

Genç adamın yüreğine zehirli hançerler saplandı sanki. Kadına aşkını itiraf ettiği o günü hatırladı. Üstünde çok mütevazı, yazlık, pembe çiçekli bir elbise vardı, ayağında bağcıklı sandalet. Siyah, uzun saçları rüzgârda uçuşuyordu. Bir çay bahçesinde, tahta masaya oturmuşlardı. Ellerini ilk defa tutup büyük bir sevda ile fısıldamıştı:

“-Evlen benimle.”

Kadın yalancı bir şaşkınlıkla:

“-Aaa! Sahi mi, demişti. Ama seven insanlar evlenmeli. Sen bana sevdiğini söylemedin ki?”

O güzel kara gözlere hayran hayran bakmıştı:

“-Bilmiyor musun seni ne çok sevdiğimi, demişti. Sahi, bilmiyor musun?”

Sonra evlenme teklifine cevap vermemek için hep bir sebep bulmuştu. Bir seneyi aşkındır kendisini oyalayıp duruyordu.

Pişmanlık ummanında boğuluyordu sanki. “Neden, diye sordu kendi kendine, neden bu kadar inandım ki? Ah kör gözlerim, gerçeği nasıl görmedim. Ah zavallı kalbim, bu yaşadığımın sahte bir masal olduğunu nasıl hissetmedim.” Dayanamadı artık. Eğik başını doğrultmadan mırıldandı:

“-Efendim, ben… Ben kalkabilir miyim?”

“-Otur, dedi adam. Otur. İnan bana pişman olmayacaksın. “

Ardından kadına döndü:

“-Evet, ben sözünde duranlardanım. Dışarıdaki küçük arabayı dün sana satın aldım. Ruhsat torpido gözünde. Yemekte sürpriz yapacaktım. Kısmet şu ana imiş. Büyük bir hevesle anlatıyordun ya o küçük arabayı. İstediğin yerine gelmiş oldu.”

Belki bir saniye, belki ondan da az bir anda kadının yüzünü hain bir gülümseme yalayıp geçti. Bunu gören adam bir kere daha kahroldu. Yüreğini yine yangınlar dağladı da beyni pişmanlık ateşinde yandı. “Ama” diye düşündü. “İntikam ateşi de pek güzeldir. Seni cayır cayır yakacak.”

Konuşmak için hiç düşünmedi:

“- Ama bu delikanlıya da yazık. Şimdi… Şimdi sen yalnız kalamayacağına göre arabayı ona vereyim. Nasıl olsa ona gideceksin. Ya da istersen anahtarı sen al. Delikanlı senin emir erin olsun. Karar senin.”

Cebinden çıkardığı araba anahtarını delikanlının önüne sürdü.

Delikanlı ilk defa başını kaldırdı. Ürkek ürkek kadına baktı. İçi bulandı, derin bir tiksinti ile tekrar başını yere eğdi. Yüzü kıpkırmızı kesildi. Önüne konan anahtarı elinin tersiyle itecekti ki aklına gelen düşünceyle durdu, büyük bir tereddüt geçirdi. Sonra küçük bir ümit pınarı gönlüne akıverdi: “Ben böyle düşünüyorum ama… Ya o da beni gerçekten sevdiyse ve çaresiz kaldıysa… Şimdi ortaya çıkar. İşte denemenin anahtarı bu anahtar. Bu anahtar da ne anahtarmış ya.”

Bakımlı, kırmızı ojeli tırnaklarıyla hemen uzandı genç kadın. Delikanlının önündeki anahtarı aceleyle kaptı. Hırçınlaşıp ıslık gibi bir sesle konuştu:

“-Öyle mi? Teşekkürler size adadığım bir yılımı inkâr etmediğiniz için. Ama madem araba aldınız, beni niye şu… Şu garibanla beni deniyorsunuz?  Hem… Ben… Ben nasıl yaşayacağım bundan sonra. Hiç düşündünüz mü?”

Adam hemen delikanlıya baktı. Onun gözlerinde önce büyük bir şaşkınlık, ardından ağır bir küçük düşme, yılgınlık ve kırgınlık hissini yakaladı. Hem kendine hem de delikanlıya çok acıdı. Derin bir nefret duygusu beynini yaktı geçti. Ama intikam hissi hemen bütün düşündüklerinin üstüne çıktı. Derin bir nefes daha alıp kadına çevirdi gözlerini. Karşısında avını elinden kaçırmış hain avcının bakışları gördü.

“-Ah! Elbette, elbette, dedi hırsla. Doğru söylüyorsun! Nasıl unuttum bunu? Banka hesabında bir miktar paran var, geçenlerde yatırmıştım.  Ama yeniden işine dönüp çalışmak, hayatını kazanmak istersin değil mi? Olur! Hemen eski patronunu ararım. Nasıl olsa arkadaşım. Seni tekrar işine başlatır. Kırmaz beni.”

Kadın bir an nefessiz kaldı. Sapsarı kesildi. Ayağa fırlayıp sesini yükseltti:

“-Ne diyorsunuz siz? Bu bana hakarettir. Size ümit bağlayarak işten çıktım ben!”

Başını lokantanın kapısına çevirdi adam. Ona bakmadan, dişlerini sıkarak tane tane konuşup emir verdi:

“-Sakın sesini yükseltme. Otur yerine. Aramızda benim seni çok beğenmemden, hatta saf delikanlılar gibi âşık olmamdan ve üç beş yemeğe çıkararak tanımak istememden başka ne geçti de böylesine saldırgan olabiliyorsun? Bu konu kapanmıştır. Etrafa rezil olmak istemiyorsan yemek söyleyeyim. Ye, sonra da yavaşça kalk git. Araban dışarıda. Eğer şimdi kullanamam dersen bu genç adam sana refakat edebilir artık.”

Delikanlı bir kere daha şaşırdı. “Ben kime sevdalanmışım,” diye düşündü. “Ya bu adama ne demeli? Hale bak, beğendiğini itiraf ettiği kadını önüme atıyor değersiz, basit bir eşya gibi.  Âşık olduğuma da bak, kime hayatını bağlamış. Meğer o güzel yeşil vadi yokmuş… O masal şehzadesi de ben değilmişim, âşık olduğum bu sahte sultanın da göğsünde kalp yerine kapkara bir boşluk varmış. Yazık bana. İşte buna müsaade edemem artık.”

Yavaşça başını kaldırdı, nemli gözlerle adama baktı:

“-Bununla gidebileceğimi kim söylüyor? Bu hanımefendi beni tanımadığına göre neden eşlik edeyim ki? Yolu açık olsun.”

Dondu kaldı genç kadın. “Bu nasıl olabilir, diye düşündü. “Bu nasıl bir cesaret? Senin için hayatımdan vaz geçerim diyene bak.“

Sandalyeye çöktü, sadece kaybettiği maddi dünyanın büyüklüğünü düşünüp hırsından ağlamaya başladı.

Tam o sırada masayı uzaktan seyreden ve tatsız bir hadisenin yaşandığını tahmin eden lokanta sahibi yanlarına geldi. Gülümsedi. Orta yaşlı adama bakıp konuştu:

“- İyi akşamlar. Hoş geldiniz Efendim. Ne emrederdiniz?”

Adam hüzünle gülümsedi. İntikam hissi tekrar beynini yakarak dolaştı. Çeneleri kasıldı.

“-Hanımefendi kötü bir haber aldı, dedi. Evine gitmek istiyor. Bu genç adamla da ben bir iş görüşmesi yapmak zorundayım. Çok zor buluştuk. Sizden rica etsem, hanımefendiye arabasına kadar refakat eder misiniz?”

Lokanta sahibi yavaşça kadına döndü, kibarca gülümsedi. Kolunu uzattı. Kadın burnunu çekti, gözlerinin altını sildi aceleyle. Orta yaşlı adama baktı. Bakışlarında hınç, şaşkınlık ve çaresizlik vardı. Ama adam ona bakmadı bile.

Çaresiz bir şekilde uzanan kolu tuttu genç kadın. Ayağa kalkarken hafifçe sallandı. Ama kendini toparladı. Lokanta sahibinin kolunda uzaklaşırken delikanlı kalkmak istedi. Ama orta yaşlı adam kolundan tutup oturttu onu. Yüzüne dikkatle baktı. Ama hemen konuşmadı.

Uzun süren bir sessizlikten sonra sözlerini özenle seçmeye gayret ederek konuşmaya başladı:

“-Evet genç adam… Çok şaşırdın değil mi? Kim bilir içinde ne fırtınalar esiyordur. Ben bunların hiç birisini sormayacağım, onunla nasıl tanıştığını da. İnsanlar artık bir şekilde tanışıyor. Şimdi diyeceksin ki nasıl bu kadar sakin kalabildin, nasıl bu kadar rahatsın. Hiç hesap sormadın ona. Ve… Beni masaya davet ettin ama bana da hesap sormadın.”

O sırada yepyeni, küçük arabanın içindeki genç kadın hüngür hüngür ağlayıp direksiyonu yumruklarken, oradan aceleyle uzaklaşan lokanta sahibi hızlı adımlarla yürüyüp merdivenden çıktı, sağa yöneldi, kalp çarpıntısı da başladı. Acaba o güzel mavi gözler gözlerine bakacak mıydı?

Gördü ki o mavi gözlü elemanıyla gönderdiği malzemeyi bohçalara yerleştirmiş, kendisini bekliyordu. Heyecanını gizlemeye çalışıp yanına gitti:

“-Merhaba, dedi. Hazırlanmışsın gitmek için.”

Karşısındaki gözleri yerde cevap verdi lokanta sahibine:

“-Merhaba. Vakit ikindiye geldi. Hava kararmadan eve ulaşmalıyım. Yolcu yolunda gerek.”

Lokanta sahibi etrafa şöyle bir göz gezdirdi. Görünürde farklı bir araba ya da aşağıda bekleyen biri yoktu. Demek ki “Yağız” gelmemişti. Meraksız görünmeye çalışıp sordu:

“-Yağız gelmedi galiba.”

“-Gitmedi ki, dedi hafif gülümseyip. O hep beni bekler.”

Yüreğine yangın düştü sanki lokanta sahibinin. Bu dünya güzeli sessiz melek demek ki gönlünü birine çoktan bağlamıştı. Elinde olmadan “Yağızı” merak etti, görmek istedi. Hüzünle dedi ki:

“- Bohçalar çok ağır. Seni Yağızın yanına kadar götüreyim. Ama önce bir tepsi göndereceğim. Yemek yemeden yola çıkmamalısın. İtiraz istemem. Misafirimsin. Yemek yemelisin. Üstelik daha paranın kalanını da vermedim.”

Cevabı beklemeden hızlı adımlarla lokantaya geri döndü.

Tam o anda orta yaşlı adam karşısında oturan, yanaklarından yaşlar süzülen delikanlıya baktı tekrar ve iç çekerek konuştu:

“-Eğer ben öfkeme yenilseydim çok kötü şeyler olabilirdi. Ama senin bakışlarından hiçbir şeyden haberi olmayan saf âşık olduğunu anladım. İkimiz de bir kötünün iki garip oyuncağı olmuştuk. O zaman çok üzüldüm, hem senin hem de kendim için. Ama ben… Ben, yaşım gereği pek çok insan tanıdım. Bu tecrübeyle karar verdim ki bazen kötülük ve kötü ile savaşı kazanmak ondan uzaklaşmakla, hatta kaçmakla, ona bulaşmamakla oluyor. Şu bir saate yakın zamanda hiç bilmeden, ama hiç bilemeden sevdalandığım bir yalancı güzellikle, kötücül bir nakıs kalple yaşamayı arzu ettiğimi anlamış oldum. Ve… Onu sakin bir şekilde yanımdan uzaklaştırarak kötülükten kendimi, hatta seni korumuş oldum.”

“-Ama, dedi genç olanı, eliyle yanaklarını silip. Sizi anlayamıyorum. Sevdanız ne oldu? Onu tanımakla zaman geçirdiniz. Muhakkak güzel hatıralarınız da oldu. Balığın suda yaşaması gibi değil mi aşk?  Bir aşk deryasında yaşıyordunuz lokantanın kapısına gelinceye kadar. Nasıl oldu da bu kadar değişebildiniz?”

Derin bir iç çekip, ah etti:

“- Ah! Ah zavallı ben! Aslında sorduğum sorunun cevabını biliyorum sanki. Galiba karanlıktan memnun olarak el yordamı ile yürürken şimşek çakınca etrafın aydınlanmasıyla esası görmek gibi bir şey bu. “Bana soru sorana da bak, sen niye peşinden gitmedin” diyebilirsiniz. Anahtarı kaptığı an, ikinci şimşekle çarpıldım ben. Mahzun, garip aşk deryam paramparça oldu.”

Birden kulağına hafiften hafife gelen hicran dolu şarkıyı fark etti. Birlikte dinledikleri o şarkı bir hançer gibi geldi, olanca hızıyla kalbine saplandı sanki. Kendini tutamadı, hıçkırdı:

“-Ah zavallı ben! Gidemezdim artık, diye inledi. Zira o an anladım ki peşinden koşup benden hayatımı istese seve seve vereceğim saf peri kızı aslında yoktu. O kadın gelip benim aşk denizimde yüzmeye çalışan, onu kirleten bir sevda imansızı idi. Hakikatte aşka inanmayan bir ucube aşık peri kızı gömleğini giymeye kalkmıştı. Ah, ben bunu nasıl anlamadım. Ah zavallı ben! Şu an utanç içindeyim. Hem size karşı hem kendime hem de saf aşk deryama karşı. Bulandı o, çok bulandı, saf maviliğini kaybetti. Ah! Çok utanıyorum, çok!”

Daha fazla konuşamayıp sustu. Onun derbeder halini seyreden orta yaşlı adam yavaş yavaş konuştu:

“-İşte tam da bunun için seni masaya davet ettim. Ben gerçeği yakalamıştım. Artık beni kandıramazdı yalanları ve yalancı oyunları. Ama sen bilmiyordun. Demin dediğin gibi, sen kendi aşk ummanında aşkla birlikte, aşk için, aşk içinde yüzen küçük balıktın. Ne kendini ne ummanını bilemeden yüzüp duruyordun aşk sarhoşu olarak. Bir bilenin sana el atması gerekiyordu. Olması gereken oldu. Kendine acıma sakın.”

Genç adamın gözünde kadının anahtarı kapışı, ardından lokanta sahibinin kolunda perişan bir şekilde gidişi canlandı. Sonra şen kahkahaları, işveli gülüşü, nazlanışı, edalı yürüyüşü. En son lokantaya girerken şaşkın gülümsemesini hemen toparlayıp başını çevirişi…

Bir müddet iki adam da susup yaşadıklarını düşündüler. Orta yaşlı olanı “iyi ki sakin kalabildim, bu çirkinliği sessizce hallettim. Ama olanı nasıl hazmedeceğim Ya Rabbi. Bu delikanlıdan başka birileri daha var mıydı? Meğer ne yalnızmışım” diye düşündü.

Delikanlı “Ah yaralı gönlüm,” diye düşündü. “Gecem, gündüzüm oydu. Onu düşünerek uyurdum, uyanınca ilk aklıma gelen o olurdu. Meğer ben ne yalnızmışım.”

Sessizliği ilk bozan genç olanı oldu:

“-Onu sesini çıkartamadan yanınızdan uzaklaştırdınız. Bunu anlayabiliyorum. Her şey o kadar âni oldu ki çok şaşkınım ve gördüğünüz gibi perişanım. Ama niye o tapu, niye o araba hediyesi. Bunları hakketti mi?”

Orta yaşlı adam uzağa bakıp beş on saniye düşündü. Sonra dedi ki:

“- Dün bu olacakları nereden bilebilirdim? Ayrıca… Bilsem de bir şey değişmezdi. Annesi çok yaşlı ve fakir, çok iyi kalpli bir kadındı. İki kere ziyaretine gitmiştim. Ona bir ev alacağıma dair kendime bir söz vermiştim. Sözümü tutmalıydım. Arabaya gelince…”

Sesi çatallaştı, titredi. Konuşması kesildi birden. Belli ki duygusallaşmıştı. Kendini kontrol etmek için uğraşıyordu. Genzini temizledi aklı sıra ve tekrar konuşmaya başladı:

“- Sevgili eşim, iki çocuğumun annesi ile yaşıttık. Büyük bir sevdaydı bizimkisi. Çok farklı bir insandı ve sırtımı dayadığım tek ve can dostumdu. Hep omuz omuzaydık. Vefat ettikten sonra bir daha kimseye âşık olmamam diyordum hep. Uzun yıllar yalnız yaşadım, işimle evliydim sanki. Kendimi unutmak istedim. Çocuklar da yut dışında okuyorlardı. Sonra…”

Susup ellerini çenesine dayadı, pencereden dışarıya baktı. Süslü ağaçların birine iki kuşun gagalarında kuru otları taşıdığını gördü. Bir dala yuva yapmaya çalıştıklarını fark etti. Aklına “can kuşu” kelimesi geldi.  “Demek ki” diye düşündü. “Demek ki can kuşu olmak için tek taraflı fedakârlık ve sadakat yetmiyormuş. Aşkın canı sadakatmiş. O yok olunca onun elbisesi kuş da uçup gidiyor işte böyle. Ama sağlam bir yere konmam için daha ne kadar uçacağım ki?”

Derin bir iç çekip karşısında sessizce oturan delikanlıya baktı. Konuştuğunda sesi hâlâ titriyordu:

“-Neyse… Sözün kısası, yalnızlıktan sıkılmıştım artık. Onunla bir aile dostumun evinde tanıştım. Uzak akrabasıymış. İş arıyormuş. Bir arkadaşıma ricacı oldum, işe aldırdım. Sonra… Boş ver sonrasını, üç beş yemeğe götürüp aklımca hediyelere boğdum onu. Sandım ki o da beni sevebilir.”

***

O anda lokanta sahibi elinde bir zarfla geldi. Onun kilimleri düzelten ellerini, minyatür parmaklarını, karanfil tırnaklarını, gördü. Hayranlık ve hüzünle kendi kendine “Allah’ım, ne güzel elleri var,” dedi. “Bu Yağız ne talihli biri.”

Gönlünün âşık bülbül misali sevda vadisinde hiç beklenmedik sevda ile uçmasına sebep olanı unutup başını kaldırdı, ona baktı. Bu bakışı görünce şaşkın bir hayranlıkla yine onun gözlerini düşledi adam. Ömür boyu o masmavi, güzel gözlere bakabilir, gönlü o saf mavilikte masum balıklar gibi yüzüp bütün dünyayı, evreni hatta kendini unutabilirdi. Bu unutuş ne güzel olurdu ne mutlu olurdu ve dünyası sonsuz sevgi çiçeklerinin açtığı, sonsuza dek yaşanası bir sevgi mabedi olurdu. Hayat ebedi saadeti yaşamaya eş değer olurdu.

Onun başını yere eğip uzun kirpikleriyle gölgelediği güzeller güzeli yüzünü saklaması sırlarla dolu cennet bahçelerinin bin bir renkli güllerinden yapılma kapılarını aralaması gibiydi. O kapı da ne güzeldi.

Yavaşça zarfı uzattı ona:

“-Bu zarfta alışverişten kalan para var, dedi. Malzemelerin çok para tutmadı. “

Ama karşısındaki zarfı almadı. Gülümsedi yine.

“-Bu zarf sizde kalsın, diye konuştu. Neye ihtiyacım olduğunu biliyorsunuz artık. Farklı ve güzel malzemeye rastlarsanız benim için alır mısınız?”

Lokanta sahibinin gönlünde güller açtı, sevda vadisinin dertli bülbülleri şakıdı. Sevinçle düşündü “Tekrar gelecek. Onu yine göreceğim.”

Ama o, adamın halini hiç fark etmedi. Kibar kibar konuşmaya devam etti:

“-Artık gitmeliyim. Her şey için teşekkür ederim. Başka bir yer aramayayım diye düşünüyorum. Ama sizi rahatsız eder miyim diye de korkuyorum.”

“-Ne rahatsızlığı, diye heyecanla konuştu lokanta sahibi. Her zaman bekliyorum. Ne güzellikler sattınız bana. Eminim yeniler de en az bunlar kadar güzel olacak.”

Ardından bohçaları aldı, beraber merdivenlerden indiler. Lokantanın arka tarafına kadar yürüdüler. Ninesinin tavsiyesini dinleyip konuşmadı.

Lokanta sahibi de onu ürkütmemek için soru sormadı. Sessiz sessiz, yan yana yürüdüler.

Arka kapıyı geçip granit kayayı görünce durdu, adama son defa yine farkında olmadan baktı. Tekrar teşekkür etti.

Adam da yine hüzünlü bir hayranlıkla onun gözlerine baktı. İçi içini yerken, çok merak ettiği o soruyu sordu:

“-Yağız’ı göremiyorum. Burada mı bekleyecekti?”

Gamzeli gülümsemesiyle ona cevap verdi:

“-Hemen gelir.”

Parmaklarını ağzına götürüp tiz bir ıslık çaldı. Cevap olarak kısa bir kişneme sesi duyuldu.

Gülümseyerek sadece yarım dakika bekledi. Yağız at koca kayanın arkasından tırısla yanına gelip durdu. Başını onun omuzuna dayadı, hırıltılı, derin nefesler aldı.

Bütün bu olanları hayretle seyreden adam sonunda artık kendini tutamadı, sevinçle küçük bir kahkaha bıraktı. Şaşkınlıkla konuştu:

“-Yağız bu muydu?”

Cevap vermedi adama. Sadece gülümsedi. Bohçaları alıp hızla heybelere yerleştirdi. Ardından sol ayağını üzengiye geçirip bir sıçrayışla ata bindi.

Büyük bir hayranlıkla onu seyreden adam son anda atın gemini tutup umarsızca sordu:

“-Ne zaman gelirsin?”

Dudaklarına küçücük bir gülümseme kondu. Sakin sakin cevap verdi adama:

“-Elimdeki malzeme ne zaman biterse. Tekrar teşekkürler ederim. Allah’a emanet olunuz Efendim.”

Yağız at yavaşça kayaya yöneldi. Arkasına geçip gözden kaybolana kadar umutla onun geri dönüp el sallamasını bekledi adam. Ama dönen olmadı.

Garip bir hüzünle lokantasına dönerken orta yaşlı adam konuşmasına devam ediyordu:

“- Arabayı niye verdim? Dün adına ruhsatı çıkarmıştım. Bunun için kavga etmeye gönlüm elvermedi. Bir bakıma daha büyük bir beladan kurtuluşun sadakası mıydı, belki… Allah bilir.”

Susup hüzünle yere eğdi başını. Ardından genç adama baktığında gözleri yine nemliydi:

“-Evet, diye konuştu. Senin dediğin gibi bugün hakikatin acı şimşekleriyle farkında olmadığımız, bilmeden içine girdiğimiz o tuhaf, karanlık dünya aydınlandı.  Allah razı olsun ondan, o mavi hırkalı kızın “can kuşu” diye seslenmesi sana da bana da şimşek oldu da aşkla kapanan gözlerimiz açıldı. Acı gerçeğin aydınlık yüzünü gördük. Bu bir tevafuk! Başka ne olabilir ki?”

O sırada üç genç lokantadan içeri girip etrafa bakınmaya başladılar. En uçtaki masada onları görünce yanlarına geldiler. Çok neşeliydiler. En uzun boylusu önce orta yaşlı adamı selamladı. Ardından eğildi, genç adamın omuzundan tutup salladı:

“- Yüzmekten ne çabuk yoruldun. Haydi kaçak, kalk bakalım. Acıktık değil mi ya? Sen kaçtın ama biz sensiz yemek yiyemeyiz!””

Orta yaşlı adam yavaşça ayağa kalktı. Genç adamın omzuna elini koydu ve dedi ki:

“- Genç adam, sakın korkma. Her kadın aynı değildir. Seni de beni de bir kadın doğurdu. Gönlünü sağlam ve sevdaya açık tut. Kalbini katılaştırma. Unutma, aşkın sonu Yüce Allah’a varır. İnşAllah hepimize nasip olur. Dilerim ki talihin yaver gitsin.”

Yeni gelenleri başıyla selamladı. Hızlı adımlarla uzaklaşırken lokanta sahibinin mahzun bir şekilde içeri girdiğini gördü. Ona doğru ilerledi.

Lokanta sahibi onu görünce meraklandı, hemen yanına gitti:

“-Efendim, dedi. Hanımefendi çok ağlıyordu. İnşallah çok kötü bir durum yoktur.”

Yüzü kasıldı orta yaşlı adamın. Ne diyeceğini düşündü birkaç saniye. Sonra dertli dertli baktı karşısındakinin yüzüne:

“- Bilemem, diye konuştu. Ama bildiğim bir şey varsa bir daha asla onu görmeyeceğimdir.”

Lokanta sahibi onun yüzüne dikkatle baktı. Dertleşmek ihtiyacında olduğunu hemen anladı.

“-Benimle yemek yeme lütfunda bulunursanız şeref duyarım Efendim, dedi. Sohbetiniz beni mutlu edecektir.”

Dönüp arkaya, demin oturduğu masaya baktı adam. Delikanlının eğik başını, arkadaşlarının üzüntülü yüzlerini ve hararetle ona bir şeyler söylediklerini gördü.

“-Ben şeref duyarım dostum, dedi. Ama burada olmasın. Eğer yazıhaneniz varsa…”

Birlikte süslü vitray kapıdan çıktılar. Sundurmanın sağ tarafına gittiler. Güzel kilimleri ve harika örtüleri gören orta yaşlı adam dedi ki:

“-Bu güzellikler o mavi hırkalı kızın değil mi? Nerede o? Ona büyük bir teşekkür borcum var.”

“-Biraz evvel Yağızıyla gitti, dedi lokanta sahibi. İsterseniz teşekkürünüzü iletebilirim. Elbette gelirse. Hayrola?”

“-Hayatımı kurtardı diye hüzünle cevap verdi adam. Bugün beni ağır bir yanılgıdan geri döndürdü. Hayatımın hatasını yapmak üzereydim. O mavi hırkalı kızın tek bir sözüyle şu yalan dünyanın en acı gerçeklerinden biriyle yüzleştim. O mavili olmasaydı bir haine kanıp evlenme teklifi edecektim.”

Tam o sırada yağız at bir tümseği aştı. Şelalenin altından geçip gizli kapının önüne geldi.

“-Yağız, dedi sevgili atına. Ne fena bir kadındı o. Sevgili ninemin yazmasını hançer gibi tırnaklarıyla nasıl da yırtıverdi. Yok, yok vaz geçtim, can kuşu değil o. Olsa olsa canlara musallat olan münafık bir kan emici, can yakıcıdır. Bunlar kendi nefisleri için yaşarlar, dedemin dediği gibi. İlahi aşka ulaşmak ne kelime, onlar dünyevi aşkın ilk basamağına bile gelemezler o azgın nefisleri yanlarında durdukça. Allah insanları bunun gibilerinin şerrinden korusun. Bak, bir kötü insanın tek bir hareketi benim bile gönlümü bulandırdı. “

Sonra başını göğe çevirdi. Derin mi derin mavi gökyüzüne baktı. Kendi kendine mırıldandı:

“-Gördün mü meçhullerle dolu hayatı ey garip ben… Ey Sevgili, Ey Sevgili Allah’ım, beni yalnız bırakma… Gönlümü sana teslim ettim, bana sen dost ol, sen sev beni, beni bana bırakma.”

Suzan ÇATALOLUK

Nilüfer-Bursa

Yazar
Suzan ÇATALOLUK

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen