Çakır Hüsne

 

Vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Genç kadın Çakır Hüsne ile ihtiyar kocası Çoban Memiş, yatağın içindeydiler. Çakır Hüsne’nin gözleri kapalı ama kalbi uyanıktı. Çakal uykusunda yine Gâvur Ali’yi bekliyordu. 

Bu gece yine buluşacaklardı. Kim bilir bu kaçıncı buluşmalarıydı. Ay buluta onlarla girer, gecenin kalın kabuğu onlarla çatlardı. Geceyi uyutan da, güneşi uyandıran da onlar olurdu. Çoban Memiş’in ruhu bile duymazdı.

Çakır Hüsne, onun parolasını bilirdi: Bir tıkırtı, bir kedi miyavlaması, zayıf bir yılan ıslığı, pencereye atılan bir kum tanesi, kızarıp solan bir el feneri veya kesik kesik üren bir köpek havlaması… Hepsi onun işaretiydi. Sonradan bir de buna uğursuz baykuş sesini eklemişti. Parolayı alan Çakır Hüsne, derhal çakal uykusundan “tilki düzenine” geçer; eğer kocası uyanıksa , “Ben bir tuvalete gidip de geleyim.” der, “uyanık” işaretini verirdi. Yok, eğer uyuyorsa işi kolaydı. Akşamdan açık bıraktığı samanlık kapısından içeri süzülür, uğrun uğrun sevişirlerdi.

Asıl adı Ali’ydi fakat köylüler ona Gâvur Ali derdi. Namaz kılmadığı gibi, orucu da açıktan yerdi. Hatta utanmasa bayram namazlarına bile gitmezdi. Vereceklerinde haksız, alacaklarında gözü karaydı. Dostluğuna güven olmazdı. Keyfine ve uçkuruna düşkündü. Geçimi tefecilik üzerineydi. Faiziyle para satar; avanta buldu mu çökerdi. Üstü başı düzgün gezerdi. Yumurta topuk beyaz kundurasının arkasına basarak, şiş göbeğini gererek yürürdü. Devetüyü paltosu omzunda hep atılı dururdu. Kalın kaba pos bıyıkları, baygın bakışları, azman vücudu ve sallanarak yürüyüşüyle eski kabadayıları andırırdı. Sigara içmezdi ama “Maraş otu” atardı. İki de bir cırt cırt tükürmeleri çok meşhurdu. Sesi ise argonun külhanbeycesi: “Senedin günü doldu dayı! Kapına mı dayanayım, malına mı abanayım?” sözü ondan başkasının olamazdı.

Vaktin bir hayli geçmesine rağmen Gâvur Ali’den hiçbir sinyal gelmedi. Çakır Hüsne, beklemekten usanmıştı. Gözlerinde uyku mahmurluğu dolaşmaya başlamış, göz kapakları ağırlaşmıştı.

Nihayet bir kum tanesi pencere camına “çıt” diye çarptı. Bu onun işaretiydi. Çakır Hüsne’ nin, güvel gözleri çakmak çakmak açıldı. Direkte asılı duran fitili içine çekilmiş gazlı lambanın titrek kırmızı ışığı iyice miyoplaşmış, etrafa kirli bir aydınlık saçıyordu. Yatağın içinden usulca beriye kaydı. Yorganı kocası tarafına dikkatle toplayıp, yavaşça oturdu. Bir müddet hareketsiz, tetikte bekledi. İhtiyar kocasının uyuduğundan emin olmak istiyordu. Sırt üstü yatan kocası aniden inleyerek Çakır Hüsne’den yana döndü. Gözleri kapalı olduğu halde bir şey çiğnemiş gibi dudaklarını şapırtadıyordu. Belli ki uyku ile uyanıklık arası bir hâli yaşıyordu. Çakır Hüsne tedirginleşti. “Galiba uyanacak hecin devesi yapılı ihtiyar domuz!” dedi içinden. Kocası sarılmak için kolunu ondan yana attı. Çakır Hüsne, yorganı toplayıp kucağına itti. Adam yorgana sıkıca sarıldı. Çakır Hüsne, bir müddet daha bekledi. Ne olur ne olmazdı. Su uyur, düşman uyumazdı. İşi sağlama almak gerekliydi. Kocasının kıraç bir tarlayı andıran firez yığını perişan suratına iğrenerek baktı. O kıraç tarlada karanlık bir mağara gördü. Sararmış dişlerle dolu, pis kokulu bir mağara… Saçı sakalı gümüşe dönmüş, avurtları içine çökmüştü. Bu haliyle değirmenci marazlı Halil Emmiye benziyordu. Hani şu horlaması yok muydu? İnsanı fitil ediyordu. Akşama kadar köyün sığırının arkasında kırda bayırda gez, sonra da gel, yatağın içine o ahır kokusuyla gir. 

Gâvur Ali öyle miydi ya? Erkek dediğin onun gibi olmalıydı. Bakımlıydı. Temizdi. Her zaman tıraşlı ve burcu burcu kolonya kokardı. Öpüştükçe öpüşesin, sarıldıkça sarılasın gelirdi kâfire! “Keklik!” diye severdi kendini. Güçlü kollarını kekliğinin beline bir doladı mı, alimallah kütür kütür belinin kemiklerini kırardı. İnsan onun kollarında kadın olduğunu hissederdi. Ah ah! Dengime düşemedim! Bu Arap tavşanı yapılı herifin, geviş getirenlerden olduğunu ta o ilk gece anlamıştım. Anlamıştım ama… Şans mı var bende? Bir şu dişi kekliğe bak, bir şu kara kargaya bak! Adalet mi bu? Kadermiş(!) Hıh!

Oysa kendisi gençti. Otuz yedisine yeni basmıştı. Çirkin sayılmazdı. Boyu posu yerinde, etli butluydu. Kalçaları biraz kabarmış, göbeği çıkmıştı ya, olsun. Ne diyordu Gâvur Ali: “Avrat dediğin Halep düvesi gibi olmalı.” Çakır gözleri, çilli kırmızı yanaklarıyla kınalı dişi bir keklik gibiydi. Zaten herkes kendine acımaz mıydı? “Yürü Çakır Hüsne, sen de dengine düşemedin.” demezler miydi?

Bu defa da çocuk ağlamasını andıran kızan olmuş erkek kedi sesi duyuldu: “Miyav yav yav yav! Miyyav yav yav yav!”

Kedi sabırsızdı.

Çakır Hüsne’nin güvel gözleri alev alev yandı. Kanı damarlarında sanki gürül gürül akmaya başladı. Kapıya baktı. “Biraz sabırlı ol gâvur, geliyorum!” dedi. Kedinin miyavlaması durmuyordu. “Ne arsız, ne arzulu bir erkek kediydi bu böyle? Yüz bulsa nerdeyse içeri girecekti!” Çekici dişi kedi olmanın hazzıyla mutlu oldu. 

Çakır Hüsne’nin gönlü birden uzaklara kaydı. “…On beş yaşında ya vardı ya yoktu. İlk vardığı kocası berber “Süslü Yemliha”dan dul çıkınca, bohçasını koltuğuna verip doğru baba evine göndermişlerdi. Daha sonra da defolu mal niyetiyle getirip yaşlı, başlı demeden bu sığır çobanının altına atmışlardı. Atın yerine eşek bağlanır mı? Bağlamışlardı işte. Çok uğraşmıştı ama kurtulamamıştı. Zamanla iki de çocuğu olmuştu. Acemilik etmişti. Keşke olmaz olaydı! Neyse ki iki çocukla kurtulabilmişti. Yıllar yılları kovalamış, kızını gelin etmiş, oğlu Kerim ise henüz on üç yaşına basmıştı. Basmıştı ama ayağının da bağı olmuştu.”

Çakır Hüsne, kocasını ve az ötede sedirin üzerinde yatan oğlu Kerim’i tekrar süzdü. Uyuduklarından emindi.

Gâvur Ali, sabırsızlandı. Bu defa da baykuş gibi ötmeye başladı: “Huh huhu! Hu hu!” “Uğursuz domuz!” dedi Çakır Hüsne içinden. 

Usulca yerinden doğruldu. Üzerinde kolları kısa pazenden bir köynek vardı. Ayakuçlarına basa basa direğe yaklaştı. Çiviye takılı lambayı püf diyerek söndürdü. Ortalık daha bir kararıp kirlendi. Ayak ve el yordamıyla kapıyı buldu. Kapının paslanan menteşesine gündüzden yağ döktüğü için artık gıcırdamıyordu. Kapının yarı açık aralığından yavaşça dışarı süzüldü.

Ay kırmızı bir fener gibi etrafa yumuşak bir aydınlık saçıyordu. Çakır Hüsne, önce kimseyi göremedi. Tam da sağa sola bakıyordu ki evin süyüğünde bir hışırtı duydu. Ürktü. Geri geri çekildi. Ne olduğunu anlayamamıştı. Aynı hışırtıyı yeniden duydu. Toprak damın saçağında kara bir kütle gördü. Sonra o kütleye takılı portakal sarısı iki iri gözü fark etti. Elektik feneri gibi yanan, kendini içine alan o iki parlak gözden ürktü. Saçaktaki kara kütle öttü: “Hu hu!” “Aman Allah’ım, bu gerçek bir baykuş!” dedi. “ Uğursuz melun! Az önce öten sen miydin yoksa? Ben de Gâvur Ali sandım.” dedi. Sağa sola yeniden baktı. Gelmemiş olamazdı. Nihayet merdivenin alt boşluğunda iri bir karartı belirdi. Bu defa da o iri karartı baykuş gibi öttü. Çakır Hüsne, bir süyükteki baykuşa baktı, bir merdivenin alt boşluğundakine. “Galiba bu bizim baykuş!” dedi. “Baksana ötüşündeki sahtelikten belli hınzırın!” Bir “hişt!” sesi duydu. Karartı eliyle “gel” işareti yapıp kapısı açık duran samanlığa kaydı. Çakır Hüsne, köyneğinin ibiğini tutarak yalın ayak merdivenden aşağı indi. Sahte baykuş, arzu ile kucakladı bu sıcak, yumuşak bedeni. İki beden, karanlığın koyu dehlizlerinde, devrildi, yuvarlandı.

Gavur Ali, nefes nefeseydi:

-Bak, şimdi beni iyi dinle keklik. Sana önemli bir teklifim var.

-Gene ne düşündün Gâvur?

-Kaçalım!

-Ne?

-Kaçalım!

Çakır Hüsne, şaşkın şaşkın Gâvur Ali’ye baktı; fakat karanlıkta yüzünü göremedi. Yanaklarına dağılan tek şey, alkol kokan buğulu, sıcak bir nefesti.

-Şaka mı?

-Ne şakası be kızım! Daha bu sütçü beygiriyle ne zamana kadar yaşayacaksın? Bu adamın eşeğin karpuz kabuğuna saldırdığı devirleri çoktan geçmiş, artık narın tanelerini şifleyerek yer bunlar(!) Gençliğine yazık değil mi? Belki yarın iki çocuğun daha olacak, ölürse de yalnız başına dul kalacaksın. O zaman nitmeli seni?

-Aklımı karıştırdın, dur hele…

-Hem sonra… Böyle kızan olmuş kediler gibi… Kaçak, göçek… Gizli, saklı… 

Çakır Hüsne’nin aklı iyice karışmıştı. Boynuna dolanan kolları yavaşça çözüldü. Hiç beklemediği, aklına dahi getirmediği bir teklifti bu.

-Olmaz! Korkuyorum! Delikanlı oğlum var. Yeni evli kızım var. Bana ne derler sonra? 

-Amma da ödleksin ha! Dünyada ilk kaçan sen misin yahu? Ben de seni cesur garı bellerdim. Meğer beynin çökelek, yüreğin mantarmış(!)

-İyi ama evdeki ne olacak?

Evdeki dediği Gâvur Ali’nin karısıydı.

-Marazlı Mahtı mı? Yahu hani bana karılık yaptığı mı var onun!

Ha var, ha yok! Geç onu bir kalem! Kadın dediğin koluna taktın mı yakışacak, duvara çarptın mı yapışacak…

-Yine de korkuyorum! Alıştıra alıştıra söylerler. Damdan düşer gibi ne bu böyle pattadak… 

-İyi, ne halin varsa gör o zaman! Ben gidiyorum. Bundan sonra da yokum!

Çakır Hüsne, Gâvur Ali’nin önüne geçti. Kapıya dayandı.

-Dur gitme! Sensiz yapamam ben? Biliyorsun eskiden beri tutkuluyum sana! Aklımı başımdan alıyorsun! 

Hımır hımır bir müddet daha konuştular. Nihayet kararını verdi:

– Üstümü başımı giyinip, bohçamı alıp da geleyim. 

-Yukarı çıkma, dedi Gâvur Ali. “Ben sana üst baş bulurum güvel kekliğim. Şu naylon ayakkabıları giy, yeter. Sonra içerdeki dedeni uyandırırsın(!) Haydi, gel, yürü!

Bileğinden tutup bir çırpıda çekti Çakır Hüsne’yi dışarı.

Gâvur Ali çıkarken başını direğe çarptı. Gıcırdayan dişlerinin arasından kaba küfürler savurdu. Dengesiz yürüyordu. Sarhoş olduğu her halinden belliydi. Ne bir gören oldu ne bir köpek havladı. Geceyi uyandıran tek şey, süyükte bekleyen baykuşun “hu hu!” diyen buğulu sesiydi.

-Uğursuz mahlûk, dedi Çakır Hüsne. “Neredeyse kocama müzevircilik yapacak!”

Çakır Hüsne ile Gâvur Ali, o geceyi bir bağ evinde geçirdiler. Güneşin ilk ışıkları, bağ evinin yığma taşları arasından sarı huzmelerini uzatıyordu. İkisi de yorgundu. Uyanmaları zor oldu. Çakır Hüsne, Gâvur Ali’ye biraz daha sokuldu. Sesinin en kadife tonuyla seslendi:

-Ali’m bu köyden gidelim. Bir şehre yerleşelim hı?

Gâvur Ali’de ses yok. Sırt üstü bir heykel gibi yatıyordu yerde.

Çakır Hüsne yeniden sordu:

– Söylesene ne yapacağız, ne edeceğiz? Şimdi köy bu haberle çalkalanıyor.

Gâvur Ali’de yine ses yok. Gözlerini açtı. Çakır Hüsne’ye ters ters baktı. Boynuna dolanan kolunu alıp yana bıraktı. Yavaşça yerinden doğruldu, bağdaş kurup oturdu. Katı ve sessizdi. 

-Nerdeyim ben yahu? 

Başını bir o yana, bir bu yana kıvrattı. Çakır Hüsne huysuzlandı. 

-Sen beni dinlemiyorsun herhalde? Nerede olacağız, bağ evindeyiz.

Gavur Ali’nin yüzünün tüm hatları gerildi. Bir şey yemiş gibi kaba kaba genirdi. Sağ kulağına doğru genişleyen yamuk bir ağızla güldü.

-Hı…hı… lıl…Hah… hah… haaa! Bu ne iş yahu? 

Çakır Hüsne, elinde olmadan bozuldu. İçine ilk defa meçhul bir korku düştü. Gavur Ali’nin kahkahaları bağ evinin örme taşları arasında eridi. Perde perde solan yüzünde sanki gülücükler kaçacak delik aradılar. Geriye gerilmiş esmer bir surat ile baygın bakışları kaldı. Sonra kalın boynunu ağır ağır yana çevirip, Çakır Hüsne’ye dik dik baktı.

– Sabahtan beri dır dır konuşup duruyorsun ya hu! Yok köymüş, yok şehirmiş! Ben kedinin mırmırını, karının dırdırını hiç sevmem! Başımı ağrıttın!

-Tamam, Ali’m kızma. 

-Dün akşam aslan sütünü fazla kaçırmışım galiba?

-Leş yemiş gibi kokuyordu ağzın. Gene şo meretten içiktin herhalde.

-Leş yemişim gibi mi? Ulen garı…

-Yani lafın gelişi. Ne öyle bakıyon? Tanrı canını ala! Sanki zıkkımlanmadığın gün mü vardı? Bırak sen onu da şehre ne zaman gideceğiz? Ben köyde yapamam!

-Le havle!

Gavur Ali, içinden “Aptal garı!” diyordu. “Aptal ve turp beyinli garı! Şehriyin de, senin de…”

-Ne şehri be kızım ne şehri? Benim bağım bahçem; ektirdiğim buğday tarlam var! Faize verilmiş param, vadeli senetlerim var. Ne demişler: “Tatlı su balığı, büyük denizlerde mekân tutmaz!” Ben ayağı çarıklı bir köylüyüm. Şehirde ne yaparım? E… Sonra köyde korkacağım kim var ki? Kocanı diyorsan, o kernip boyunlu herifin bir sıkımlık canı var.

Çakır Hüsne, soğuk soğuk terlemeye başladı. Bağ evinin kirli taşları sanki birer birer başına düşüyordu. Gâvur Ali’nin yüzünde cıvık bir tebessüm, devam etti: “ Bizim garı koyarsa git otur. Ev geniş. Bir odasında sen, bir odasında o. Ama koymazsa karışmam ha(!) Bizim marazlı yamandır biraz…”

Çakır Hüsne’nin gözleri çıngı çıngıydı. Gâvur Ali’ye leş başına konan aç bir akbaba gibi bakıyordu. Çünkü sözlerinde ihanet ve vefasızlık vardı. Ne demekti “Bizim karı koyarsa git otur.” Ya koymazsa? Hem giden kim? Düpedüz kancıklıktı bu! Kaçtığına ilk defa pişman oldu. Ama ok yaydan fırlamıştı bir defa. Toprağı karıştırdığı elindeki bağ çubuğunu “çat” diye ikiye kırdı. Öfkeliydi. Çatal çatal konuştu:

-Gâvur Ali, Gâvur Ali! Karın koyarsa ha! Senin boyuna bosuna vurulduk. Adam belledik, bir sözünle arkana düştük. Bakıyorum da marazlı Mahtı karşısında kedi görmüş fareye döndün. Artık ben köye gitmem! Yapamam orda! Bizi şehirden başkası temizlemez!

-Şehri aklından sil! O yok! Sonra köylüye gelince… Ne diyecekler? “Aferin Gâvur Ali’ye! Herifin avradını altından çekti aldı! Yiğit adammış!” Vesselam…

Çakır Hüsne, Gâvur Ali’nin ne kadar inatçı olduğunu, zorla bir şey yaptıramayacağını bilirdi. Öyleyse gözyaşlarını kullanmalı, ağlamalı, gerekirse yalvarmalıydı. Anası, babasına hep öyle yapmaz mıydı? Sonunda yalvaran hep babası olmaz mıydı?

Çakır Hüsne, tek gözü Gâvur Ali’de burnunu çeke çeke ağlamaya başladı. Gâvur Ali’nin ayaklarına kapanıp yalvardı. “Ne olur, köye gitmeyelim!” dedi. Oğlu Kerim’le, kocası Çoban Memiş’le karşılaşmaktan bahsetti. “Aynı köyde kızım gelin. Bir gün karşılaşırsak ben çocuklarımın yüzlerine nasıl bakarım” dedi. Köyün dedikodusundan çekindiğini anlattı. Şehirde kendini çok mutlu edeceğini, akşama kadar yolunu gözleyeceğini, hiç kalbini kırmayacağını, gerekirse saçını süpürge edeceğini söyledi. Gâvur Ali’nin yüksek ökçeli beyaz kunduraları Çakır Hüse’nin gözyaşlarıyla ıslandı. Gâvur Ali’nin yüzünde sadece ürkütücü ve iç gıcıklayan bir tebessüm:

-Cık! 

Çakır Hüsne’nin bütün yalvarmaları boşa gitmişti. Sonunda yapmacık hıçkırıklar içinde bir köşeye büzüldü. İçinden Gâvur Ali’ye lanetler okudu: “… Ne eşeklik ettim de bu Gâvur’un arkasına düştüm oy! Bu domuzla beraber olmak, yılanla çuvala girmekmiş de bilemedim oy! Oy benim akılsız kafam oy! İki güzel söze aldanan kafam oy! El sözüyle oturup, el sözüyle kalkan kafam oy!”

Gavur Ali, kalın bir cigara doladı. Közü canlı, dumanı kalın bir cigara… Gözlerini kapattı, çekti içine… “Oh!” dedi. Bağ evinin içini acı, kimyasal bir duman kapladı. Baygın baygın, Çakır Hüsne’ye baktı. Bir hoş gülümsedi. Gâvur Ali, avına düşürdüğü fareyle yemeden önce oynamaya çalışan vicdansız bir yaban kedisi gibiydi.

O gün köye müthiş bir dedikodu yayıldı. Çakır Hüsne’nin Gâvur Ali’ye kaçtığını duymayan ev, duymayan kadın, duymayan erkek, hatta duymayan çocuk kalmadı. Kahvelerde, pınar başlarında hep onlar anlatıldı. Bazen Gâvur Ali suçlandı, bazen Çakır Hüsne. “Kancık yalanmasa, köpek dolanmaz” dendi. Günün birinci konusu onlar oldu. Bazen Çoban Memiş’e, bazen Çakır Hüsne’ye okkalı küfürler savruldu. “Kapak yuvarlanmış, kazanını bulmuş” dendi. “Aslında her ikisinin de hakkı birer kurşun!” dendi. Nerede olabilecekleri hakkında tahminler yürütüldü.

Çoban Memiş, içinde Dikmen dağı, o gün evden çıkmadı. Birkaç akraba erkeği geldi. Çeşitli öğütler verildi. Kimileri “Silahı al, her ikisini de vur!” dedi; kimileri de “Elini kana bulama, değmez.” dedi. Bazen de karakola haber vermesi öğütlendi. Çoban Memiş ağzını açmadı. Tek kelime olsun yorum yapmadı. Gözleri yerde hep düşündü. O gün değil balkona, kapıya bile çıkmadı, çıkamadı. “Artık köyde avradı kaçmış bir adam olarak dolaşamam. Kimsenin yüzüne bakamam!” dedi. Adam sanki bir günde on yıl birden ihtiyarlamış, çökmüştü.

Kerim, o gün okula gitmedi. 

İçinde bir kılıç yarası, öbür odada, başı dizlerinin arasında ağladı ağladı. 

Çoban Memiş, develisi gün ceviz sandığı açıp bir şeyler aradı. O soğuk şeyi buldu. Çaputa sarılıydı. Çıkardı. Şarjöründe sekiz mermi vardı. “Biri yeter” dedi. Beline soktu. Kerim’in odasına geçti. Çocuk, şakağını pencerenin camına dayamış, sessiz ve hüzünlü öylece bakıyordu. Aslında bakmıyor düşünüyordu. Artık okula gitmeyecekti. Arkadaşlarının içinde anası kaçmış bir çocuk olarak dolaşamayacağını düşündü. Biliyordu ki çocuklar kendine anasını soracaklar, belki de alay edeceklerdi. Bu utançla yaşayamazdı. “Bu yükü kaldıramam.” dedi.

Çoban Memiş, oğlunun yanına çömeldi, saçlarını okşadı:

-Başını dik tut oğlum! Bu suç bizim suçumuz değil! Utanacak olan biz değiliz! Kirli olan biz değiliz! Ben çobanlık yaptım, ama namerde muhtaç etmedim sizleri. Ben sana olan hakkımı helal ediyorum.

Kerim’e sarıldı, kokladı, öptü. Kerim, söylenenlerden hiç bir şey anlamadı.

Babası öbür odaya geçti. Kapıyı sürgüledi. Soğuk şeyi belinden aldı. Mermiyi ağzına verdi. Tam şakağına götürüyordu ki güm güm kapı vuruldu.

-Aç baba kapıyı! Sakın bir delilik yapma! 

Ne kapı açıldı, ne ses geldi. Kerim, kapıyı daha şiddetli dövdü. Ağlamaya başladı.

-Aç baba kapıyı yalvarırım aç!

Yine ses yok.

-Beni bırakıp da nereye gidiyorsun baba? Yiğitlik bu mu? Evladını yalnız bırakmak mı? Hani bu utanç, bizim utancımız değildi! Hani başını dik tut diyordun! Vedaımız böyle mi olacaktı?

Babasının kolları yana düştü. Kapıyı açtı. Kerim, babasının elinden silahı aldı. Yanaklarında alevden damlalar, birbirlerine sarıldılar. Soğuk şeyi tekrar bezine sarıp eski yerine koydular.

-Etraf henüz aydınlık, dedi Gâvur Ali. “Karanlık biraz daha bassın, ortalıktan el ayak çekilsin, köye öyle inelim. Sen burada bekle, ben aşağı inip etrafı kolaçan edip de geleyim.”

-Yok, dedi Çakır Hüsne. “Yalnız kalmaktan korkarım. Zaten kötü kötü rüya da gördüm.”

Sağ dizini dirseğinin altına toplayıp elini yüzüne dayadı. Komşuları geçti gözlerinin önünden birer birer. Kendini gösterip birbirlerinin kulaklarına sanki bir şeyler fısıldıyorlardı. Kendi hakkında bir şeyler… Ne dediklerini adı gibi biliyordu.

Oğlu Kerim geldi gözlerinin önüne. Sonra kocası Çoban Memiş… Yeni evli kızını görür gibi oldu. Damadı dikildi karşısına. Marazlı Mahtı’yı düşündü. Onun çocuklarını… Onunla aynı evde yaşamayı… Bir gün oğlu veya kocasıyla karşılaşma ihtimalini… Köy küçük yerdi. Bu gün olmazsa yarın… Sonra yeniden dedikodu. Milletin ağzına sakız olmak! Kötü bir damgayla yaşamak…

-Hayır, dedi. “Hayır! Hayatta olmaz! İki koçbaşı bir tencerede kaynamaz Gâvur Ali!

Gâvur Ali, tünel tünel baktı Çakır Hüsne’ye.

-Ne kaynamaz? 

-Gitmem ben köye! Arka ayağınla sağ kulağını kaşıdığın da yeter artık senin!

Gâvur Ali, ağzına dağılmış acı, mor otu öfkeyle tükürdü yere.

-Ülen ben it miyim? Dedi. “Ee… Öyle ya, kurt kocayınca köpeklerin maskarası olurmuş!”

-Bilemedin Gavur Ali, ite gem vurursan kendini at zannedermiş!

Gâvur Ali, hiç beklemediği bir anda Çakır Hüsne’ye çat diye bir tokat indirdi. Çakır Hüsne çığlık çığlığa düştü yere. Gâvur Ali “Al al al sana!” diyerek birkaç da tekme vurdu. Çakır Hüsne ağzı burnu kan içinde bir solucan gibi kıvrıldı yerde.

Gavur Ali, ceketini alıp bir yıldırım hızıyla dışarı fırladı. Kapıda durup öfkeyle haykırdı: 

-Ne halin varsa gör! Senin gibi kaltak, bakarsın yarın benim altımda da oynar! Kocasını aldatan kahpe karı, vardığı kocasına da boynuz taktırır! “Tüh,” dedi, tükürdü.

Bir anda kayıplara karıştı. Karanlık Gâvur Ali’yi yuttu.

Çakır Hüsne, düştüğü yerden güçlükle doğrulup oturdu. Ağzı burnu kan içindeydi. Biraz bekledi, duramadı. Dışarı çıktı. Gâvur Ali görünürlerde yoktu. Arkasından birkaç kez çağırdıysa da duyuramadı. Zayıf sesi, karanlığın koyu dehlizlerinde eridi. Şimdi bağ evinde yapayalnızdı. Gâvur Ali’ye arkasından kaba küfürler savurdu. Ne yapacağını bilmiyordu. Hiç bu kadar çaresiz kalmamıştı.

Korkmaya başladı.

Gâvur Ali gelir miydi acaba? Vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Çakır Hüsne, ümidini artık iyice yitirmişti. Bir an kendini asmayı düşündü. Asılacak kendir bile yoktu. Hem olsa bile nasıl kıyardı canına? Her an kapıdan birinin geleceğini, kendini öldürebileceği korkusuyla titredi. Çakal sesleri, kurt ulumalarını duyunca ağlamaya başladı. Gözlerine bir damla uyku girmedi. Sabahı diri tuttu. Şafak sökmeye az kalmıştı. Ne yapmalıydı? Düşünüyor fakat aklına hiçbir şey gelmiyordu. 

Acaba geri evlerine dönse, Kocası Çoban Memiş’e yalvarsa, ayaklarına kapanıp ağlasa ve dese ki “ Ben bir hata yaptım. Tek beni kabul et, kapında itin olmaya razıyım!” Kabul eder miydi? Etmezdi elbet. Vereceği cevabı adı gibi biliyordu.” 

Öyleyse ne yapmalıydı?

Sonunda kararını verdi.

Korkulu ve ürkek, şafak sökmeden köye doğru yürümeye başladı. Her adımda sanki iki adım geri gidiyordu. Köye girişte Çakır Hüsne’yi fark eden birkaç köpek uzun uzun havladı. Tauzak mahallelerden onlara kesik kesik uluyan destekler geldi. Adeta Çakır Hüsne’nin köye indiğini herkese ilan ediyorlardı. Yollar, ağaçlar, evler, her şey bir başka gözüküyordu. İki şalvarlı adam geçti öteden. Galiba sabah namazı için camiye gidiyorlardı. Çok geçmeden adamlar geri döndü. Kendine doğru geliyorlardı. Çakır Hüsne’nin kanı damarlarında buz tuttu. Kendini görmüşler miydi yoksa? Çakır Hüsne, sırtını duvara iyice yapıştırdı. Gözlerini kapattı. Ödünü koparacak o sesi bekledi. Kalbi bütün şiddetiyle çarpıyordu. Gözlerini açtığında adamları giderken gördü. Demek kendini görmemişlerdi. Derin bir “Oh!” çekti.

Üzerinde kolları kısa köynek, nihayet kızının kapısına dayandı. Kapıyı birkaç kez çalıp bekledi. Çağıracaktı cesaret edemedi. Titriyordu. Yüzünde renk kalmamıştı.

Kapıyı yeniden çaldı. Damadı ve kızı karşısındaydı. Kızının elinde bir fener, her ikisi de şaşkın ve donuk öylece kalakalmışlardı. Sanki mezardan kalkan bir hortlak görmüşlerdi de akılları başlarından gitmişti. Çakır Hüsne, ne yapacağını şaşırdı. Başını kaldırıp bakamadı yüzlerine. Ne içeri girebildi ne bir şey söyleyebildi. Fenerin kırmızı ışığı korkulu titrek çizgiler çekti yüzlerine. Çakır Hüsne, damadı ve kızının arasından sessizce içeri kaydı. Somyanın ibiğine dikenin üzerine oturur gibi oturdu. Gözleri yerdeydi. Kızı hüngür hüngür ağlayarak öbür odaya kendini zor attı. 

Çakır Hüsne, kısık bir sesle damadını yanına çağırdı. Yer gözlü konuştu:

-Kadirli’de erkek kardeşim var. Beni yolcu et. Hemen şimdi. Üstüme giyecek bir şeyler getir. 

Çakır Hüsne alelacele kızının kara ızarını giydi. Artık kimse tanıyamazdı. Kendini, bir zırhın içindeymiş gibi emniyette hissetti. Damadı traktörü çalıştırdı. Kızı uğurlamaya çıkmadı. Köyden hızla uzaklaştılar. Az sonra asfalttaydılar. Damadı ilk gelen otobüsü durdurup kaynanasını bindirdi. Eline bir miktar para kıstırdı. Hiç konuşmadan ayrıldılar. İlk defa elini öpmedi.

Gidiş o gidiş… O günden sonra Çakır Hüsne’yi ne bir gören ne bir duyan oldu. Çakır Hüsne, Kadirli’de yoktu. Hiçbir yerde yoktu. Aranmadık, sorulmadık yer bırakılmadı. Her tarafa haberler salındı. Gazetelere ilanlar verildi. Aylarca arandı. Yoktu. Çakır Hüsne kayıptı.

Yazar
Necdet EKİCİ

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen