Annem Annem

           

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Necdet EKİCİ

Annem yoğun bakımda…           

Bu gün görüş günü değilmiş. Hemşire içeri almıyor. Bütün ısrarlarıma rağmen almıyor. Gözlerim bulut bulut… Yalvarıyorum:         

-Annem burada yatıyor. Ben uzaktan geldim. İki dakika göremez miyim?         

-Olmaz beyefendi! Mümkünü yok olmaz! Görüş gününü bekleyeceksin.         

-Görüş günü ne zaman?          

-Yarın durunca bir gün.           

Ne diyeceğimi bilemiyorum. “Yarın durunca bir gün…” Bir yıl kadar uzak… Hayır, bir asır kadar ötede… Çaresizce kollarım yana düşüyor. Hemşire gidiyor. Dikili bir ağaç gibi kalıyorum ortada. Ayaklarım beni alıp götürmüyor bir başka yere. İstesem de gidemem. Ayrılamıyorum kapıdan. Annem içerdeyken ben nasıl giderim! Canım acıyor.  Geldiğimi hissetmiş midir acaba? Bilirim ben annemi. Kokumdan tanır beni. Yağmur sonrası toprak kokusu gibiymişim. Öyle derdi. Ah benim yüreği gül nakışlı güzel annem!            

“Geldim işte mevsim gibi kapına./Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ…”*              

İçimde çöl yangınları…             

Umutla hemşirenin yeniden çıkmasını bekliyorum. Baştabibi tanıyorum ama… Telefon etsem ayıp olur mu acaba?  Aldırır mı içeri? “Bırakın, iki dakika görsün annesini.” der mi? “Olur mu kardeşim!” diyor telefonun öbür ucundaki ses… Resmî, soğuk, azarlayıcı… Tokat yemiş gibi sarsılıyorum. “Affedersin…” sözü boğazımda düğümlenip kalıyor. Yüzümde bir sarı alev…            

Annem içerde, ben koridordayım. Çaresizce dönüp duruyorum. İçimden bir ses “Belki de anneni bu son görüşün olacak!” diyor.  Hayır! diyorum. Çıkmadık canda ümit vardır. O nasıl söz öyle?  Duyduklarım beni cesaretsiz kılıyor. “Allah bilir ya, annen uzatmaları oynuyor!” “Şimdi göremezsen bir daha hiç göremeyeceksin!”  Karşı yatan Amanoslar gelip göğsüme oturuyor. Annem içerde, ben kapıdayım.             

Nihayet yarım saat sonra bir hemşire çıkıyor.            

“Sen hâlâ burada mısın?” dermiş gibi yüzüme dik dik bakıyor. Önünü kesercesine yaklaşıyorum. Boynum bükük,  gözlerim dolu:           

-Hemşire Hanım…           

-Buyur?           

-Ne olur öyle bakma! Senin de annen var. Belki sen de annesin. Görmeden göçmek de var. Annemin durumunun kötüye gittiğini duydum. Belki de bu bir veda görüşmesi olacak. O benim annem. Son bir defa göreyim, ne olur!               

-Aa, lütfen vicdan yapmayın beyefendi!              

-Vicdan yapmıyorum. Sadece iki dakika…             

-Beyefendi ne kadar ısrarcısınız. Bu kadar da olmaz yani! Yasak, diyorum anlamıyorsunuz! Görüş günlerinin haricinde göremezsiniz. Her yerin bir kuralı var. Bunu anlamalısınız!              

Otomatik cam kapı,  öfkeyle düşüyor aramıza. Şakağım, kapının yeşil, soğuk, karanlık camında.              

Durumu daha iyi hastaların yattığı sağımdaki açık servislerin birinden öksürüklü, hasta bir ses duyuluyor:             

-Boşuna bekleme evladım, göstermezler! Allah yardımcın olsun… Annen mi?            

– Annem…               

***              

Ruhumda farklı bir daüssıla…              

Annem içimde bir gurbet… Annem, özüne yıldırım düşmüş ulu bir çınar…              

Başucuna varıp usulca gözlerinden öpmek isterdim. Çocuk yüreğimle seslenmek isterdim:             

“Anne, ben geldim. Hadi aç gözlerini. Bak, ‘Bidi bidim!’ dediğin oğlun geldi.              

Bağı, bahçeyi, evi bizi okutabilmek için satan anam ben geldim.              

Çukurova’nın sarı sıcağında pamuk toplayan, şehrin balçık sıvalı, küf kokan gecekondu evlerinde gençliğini, sağlığını yitiren anam ben geldim.              

Oğlum harçlıksız kalmasın diye elin evlerine çamaşıra-temizliğe giden, arkadaşlarının arasında mahcup olmasın diye aldığı üç kuruş parayı habersizce cebime koyan anam ben geldim.                 

Kendine ikram edilen bir elmayı, oğlumun canı çeker diye yemeyip koynunda saklayan anam ben geldim.                

Aylarca beni omzunda okula taşıyan, aç gittim diye azık çıkınıyla okul kapılarında bekleyen anam ben geldim.              

“Onlara öf bile demeyiniz!” İlahî buyruğuna rağmen hep üzdüğüm, sıkıntı verdiğim, çocuklar gibi ağlattığım anam ben geldim.              

Her bakışımda, içinde taşıdığı gurbeti o güzel gözlerinden okuduğum anam ben geldim.”                

Hiçbirini diyemedim.               

Annem içimde yaralı bir turna… Annem, yüreğimde boynu bükük, benzi soluk yâr…              

Duvarın dibine mecalsizce çömeliyorum. Yüzüm, iki avucumun içinde. Yanaklarımda alevden damlalar…              

Başımı şefkatli bir el okşuyor. Bakıyorum yan odadan çizgili pijamasıyla ihtiyar bir adam… Kendi yattığı servisten plastik sandalye getirmiş:               

-Otur evladım, ayakta duracak halin kalmadı. Ağlama…             

Bilmem hangi duyguyla kalkıp sarılıyorum adama. Rahmetli babam gibi acı ot, dedem gibi tütün kokuyor.              

-Bana kalırsa hiç bekleme evladım sen. Evine git… Almazlar.            

-Gidemiyorum.                

Adam devam ediyor:               

-Allah yoğun bakıma kimseyi düşürmesin. Dün biri çıktı. Kurtuldu aslında. Allah taksiratını affetsin.                 

Tüylerim diken diken…                 

Acile getirdiğimiz gün, dün gibi gözlerimin önünde.                  

Oksijen çadırından çıkan annem, birazcık kendine gelir gibi olunca sevinmiştik. Doktor: “Bulgular çok kötü. Acilen yoğun bakıma yatması gerekir!” demişti. Annem,  “Hayır!” diyordu. “Beni yoğun bakıma yatırmayın. Evime götürün! Ölürsem de evimde öleyim,” Doktorlar başucuna toplanmış ısrar ediyorlardı. “Bak Hatice teyze, tansiyonun çıkması, kriz geçirmen an meselesi. Zaten zor nefes alıp veriyorsun. Bronşların dolu. Bak ne güzel bakılacak sana! Kontrol altında tutulacaksın. İlaçların saati saatinde verilecek. İyileşeceksin inşallah!” Sonra doktor ağabeyim, ablam ve bana döndü: “Duygusal olmaya gerek yok! Evde bakımı mümkün değil. Eğer annenizi Azrail’e teslim edecekseniz götürün. Belki de yolda teslim edersiniz. Zaten yoğun bakımda bir yatak var. Karar vermekte acele edin. Az sonra o da dolar.”                  

İki arada bir derde kalmıştık. Bir tarafta  “Beni yoğun bakıma yatırmayın!” diyerek yalvaran annem, öbür tarafta doktorların söyledikleri ve soluyan ejderha.                    

Nihayet annemin gönlüne koymadık, tıbbın kollarına teslim ettik onu. Apar topar götürdüler annemi. Ağlıyordu.            

***            

Beş yıl önce babam burada yatıyordu. Şimdi annemin yattığı yerde… Hiç sevmezdi yoğun bakımı. Sözünün edilmesini dahi istemezdi. “Ölü damı” derdi oraya.  Çok korkardı. “Yoğun bakıma giren sağ çıkmaz oğlum.” derdi. Bize sıkı sıkı tembih ederdi: “Ben hastalanırsam sakın ola ki o ölü damına yatırmayın!”  Onu da en korktuğu yere kaldırmak zorunda kalmıştık. Ruhunu orada teslim etti. O günden beri içimde sürekli kanayan bir vicdan azabını yaşarım.             

Babam yoğun bakımdayken, işte bu sandalyede, tam burada annem oturuyordu.  Doktorların, hemşirelerin “Yasak, görüşemezsiniz, burayı terk edin!” ikazlarına aldırış etmemiş, kapı önünden göndermeye kimsenin gücü yetmemişti. Adeta yıkmıştı koca hastaneyi. Bir birine katmıştı ortalığı.  “Benim can yoldaşım burada yatarken, ben gidip evde rahat uyku uyuyacağım öyle mi? Kırk yıl aynı yastığa baş koyduğum helallim burada canıyla cebelleşirken, ben eve gidip, güleceğim, oynayacağım, uyku uyuyacağım öyle mi?”                

Ağlamıştı.              

“Ben bir yaralı turnayım. Ne olur, bana git demeyin,  dokunmayın! Gelmeyin üzerime bu kadar!”               

Ve akan sular durmuş, kimse dokunmamıştı anneme.  “Varsın beklesin. Kıyamet kopmaz ya!” demişlerdi.               

Annem artık bu cam kapının ayrılmaz bir misafiriydi. Elleri koynunda, gözleri ayakuçlarında, sürekli içini dinleyen bir misafir… Kimse dokunmuyor, hiç kimse karışmıyordu. Geceli gündüzlü kuru sandalyenin üzerinde “can yoldaşım” dediği babamı bekliyor, içerden çıkan her hemşireye onu soruyordu.              

Tam yirmi gün, yirmi gece kapı önünü mekân tuttu annem.  Bazen kural dışı içeri alındı, bazen azarlandı. Kurtulması için hep dua etti. Namazını oturduğu sandalyede kıldı. Yemedi, içmedi. Özüne kurt düşen bir ağaç gibi sarardı soldu.  Sabahı oturduğu yerden etti. Geceleri gözyaşıyla ıslattı. Ama yine de terk etmedi o kapıyı. Sonunda herkes alıştı annemin varlığına.             

Bir gün,         

“-Hatice ana, dedi beyaz önlüklü adam. Annemin ellerini avuçlarına aldı. Sesi şefkat doluydu: “Hem kendini hem çocuklarını perişan ediyorsun. Yirmi günden beri kuru sandalyenin üzerinde sabah ediyorsun. Bu vefa duygunu anlıyor, takdir ediyorum. Ancak burada beklemenin bir faydası yok. Ahmet amcaya bakılıyor. Kalk evine git! Banyo yap, üzerini değiş, bir şeyler ye, dinlen. Görüş günü olmasa da gel ben seni içeri alacağım.”                

Annem doluymuş zaten. Önü açılan bir sel gibi boşaldı. Gözleri kan çanağı hıçkıra hıçkıra ağladı.  Beyaz önlüklü adamın saçlarını okşadı.              

– Ah benim güzel evladım. O benim burada olduğumu bilir.  Hisseder. Gidersem anlar, dayanamaz. “Beni yalnız bırakma!” dedi. Söz verdim ben ona. “Korkma!” dedim. “Bırakmam seni. Hep kapı önünde sağ salim çıkmanı bekleyeceğim.” Şimdi sen bana “Al başını git!” diyorsun. “Gitmek mi zor, kalmak mı?” Gitsem bile onsuz ev bana cehennem olmaz mı? Aklım burada kalmaz mı? Eve sığamam ben. Gittiğimi anlarsa ölür o!”            

– Annem annem… Vadesi yetmemişse yüz doktor uğraşsa öldüremez. Eğer vadesi de yetmişse yüz doktor müdahale etse kurtaramaz. İnan bana, burada durmanın bir faydası yok. Ben sana kıyamıyorum.           

– Ah yavrum ah! O benim göz açıp gördüğüm, gönül verip sevdiğim, evimizin direği biricik Ahmet’im! Allah onun yokluğunu vermesin. Hep dua ediyorum. “Allah’ım,” diyorum,  “onun canını alacaksan, önce benimkini al! Ya da ikimizin canını birlikte al!”           

Baştabip hayretler içinde baktı anneme:           

-Allah Allah, dedi. Bu nasıl bir bağlılık, bu nasıl bir sevgi yahu? Eski zaman aşkları gibi… Say ki Mecnununu yitirmiş yüzyılın Leylası…           

Hemşireleri çağırdı.          

-Dokunmayın Hatice teyzeme. dedi. İstediği zaman gelip görsün… İstediği kadar Ahmet amcanın yanında kalsın. Sandalyeyi kaldırın, buraya bir koltuk koyun. Yastık dayayın arkasına.   

***          

Gönlüne koymadık, baştabibin, hemşirelerin, hatta diğer servisteki hastaların da ısrarıyla bugün annemi eve getirdik. Dışarıda sicim gibi bir yağmur yağıyor. Çok geçmeden feryat-ı figan kopararak bir ambulans geçti sokaktan. Hayır, geçmedi, bizim dış kapının önünde durdu. Al-yeşil neonları ıslak karanlığa akan ambulanstan beyaz önlüklü üç kişi indi. Ağabeyimi çağırdılar dışarıya. Ona söylediler söyleyeceklerini. Annem şüphelendi, ürktü. Gözleri iri iri… “Kim onlar?” dedi. “Niçin gelmişler? Yoksa babana bir şey mi oldu?”        

İçeri buyur ettik. Ağabeyimin yüzü kireç gibiydi. Soğuk, donuk…          

Doktor          

-Sakin ol! Ahmet amca iyi! Biz senin için geldik.         

-Baştabip oğlum mu gönderdi?         

-Evet, o gönderdi.         

-Beni götürmeye mi geldiniz?         

-Sadece sana bir iğne yapacağız.”          

Annem ne hikmetse itiraz etmedi. “Ne iğnesi?” demedi. Niçin diye sormadı. İğneyi yaptılar.

Öğrendiğinde dağlar yürüdü. Denizler taştı. Gökyüzü parçalandı. Ağaçlar yeşilini, güneş ferini kaybetti. Annem çamurlu suları başına savurdu. “Ben gidersem ölür demedim mi? Anlar demedim mi? Beni getirmeyin demedim mi? ” Yağmur altında yalın ayak hastanenin yoluna düştü. Hem koşuyor hem ağlıyordu. Kimse tutamıyor, yolundan çeviremiyordu. Gecenin karanlığı annemin çığlıklarıyla parçalandı. Nihayet yoruldu, düştü çamurlu suların içine. Sarıldım anneme.

-Anne, dedim. Biz yetim kaldığımızı sanıyorduk. Şimdi de öksüz mü bırakacaksın bizi? Kendine gel!          

Annem durdu. Sarıldı bana.          

Ambulansa zor bindirdik. Ayakları kızıl kan içinde. Bayıldı.         

(Ertesi gün)          

Vakit öğlen.          

Cenaze arabası evin önüne birikmiş mahşeri kalabalığın ortasında durdu.           

Annemin bir kolunda ben, diğer kolunda ağabeyim. Babamın başucundayız. Son bir defa göreceğiz. Ahmet hoca yüzünü açtı. Babamın gözleri yarı açık, rengi solgun… Çenesi bağlı olduğu halde hafiften gülümsüyor.             

Annem eğildi, alnından öptü.             

-Hani dedi, hani beni koyup gitmeyecektin. Sözünde durmadın lan Güzel Ahmet! Alacağın olsun senin. Yine en büyük şakanı yaptın.  İnna lillahi ve inna ileyhi raciun. Allah razı olsun senden… Hakkım helal olsun sana. Seninki de helâl olur inşallah!          

Demeye kalmadı, annem ikimizin arasına çöken bir bina gibi yığıldı.                

***            

Şimdi aynı yerde, aynı sandalyede ben oturuyorum.            

Annem içerde.            

Hemşire kuralını ilk defa bozuyor. “Gel,” diyor. “Sadece iki dakika…”             

Annemin başucundayım. O kınalı saçlarıyla yastığa bir gazel gibi serilmiş. Gözleri kapalı, baygın yatıyor. Her tarafı hortum ve kablo dolu… Cihaza bağlı. “Onsuz nefes alamıyormuş. Solunum yetersizliği ve kalp yetmezliği için bu gerekliymiş.  Sürekli ilaçla uyutuluyormuş.  Acı çektiğini bilmiyormuş.” Öyle söyledi hemşire. Bir hayat geçti gözlerimin önünden.             

***            

Usulca dokundum annemin alnına. Hiçbir hayat belirtisi yok.                  

-Lütfen dokunmayın hastaya!                   

Aman Allah’ım iki bileği de ranzaya kelepçeli. Sadece elleri olsa ayakları da öyle…  Hemşire biran bakışlarımdan ürktü. Annemin elini elime aldım. Soğuk, cansız çaput gibi bir el…                  

-Lütfen beyefendi, bırakın elini.                 

-Anne ben geldim!  Anne! Anne! Anne! Bak ben geldim.                  

Göz kapakları hafiften oynadı. Bir mermer teması içinde alnından usulca öptüm.                  

-Tamam, beyefendi çıkın lütfen.                 

-Hemşire hanım, annem üşüyor galiba. Üzerini örte bilir miyim?                

-Dokunmayın siz. Biz örteriz. Çıkın lütfen.                 

-Anne!                 

-Beyefendi hasta sizi hissediyor. Nabız atışları farklılaştı.                  

Hemşireler panik içinde.                   

Ben dışarıdayım.                       

***                    

Bu gün görüş günü…                     

Ağabeyim, ablam ve ben erkenden kalktık. Aynı sofradayız. “Bir rüya gördüm!” diyor ağabeyim. Çok güzel bir rüya… Annem…        

O an telefonum çalıyor. Bilinmeyen bir numara…            

-…Siz misiniz?                

-Evet!                

-Ben hastaneden arıyorum. Annenizin kimliğini…            

Telefon elimden düşüyor. İçimde dağlar devriliyor, bulutlar yürüyor.            

Ağabeyime dönüyorum.            

Konuşmak o kadar zor ki…            

– Gördüğün o güzel rüyayı hiç anlatma. Çünkü gereği kalmadı. Rüyalarımız hep bizde kalsın. Rüyalarımız bir olsun.

Yazar
Necdet EKİCİ

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen