Süleyman Nazif

 kirmizilar.com

 

 

 

 

 

 

 

 

Süleyman Nazif (1869-1927)
II. Meşrutiyet dönemi şairi, yazar ve gazeteci.

Hazırlayan: Mehmet Memiş, (E) öğretmeni.

Diyarbekir’de doğdu; birçok âlim, şair ve devlet adamı yetiştiren köklü bir aileye mensuptur. Divan şiiri tarzında manzumeleri, Mîzânü’l-edeb adlı belâgat kitabı ile Mir’âtü’l-iber adlı on ciltlik tarihi bulunan Diyarbekirli Mehmed Said Paşa’nın oğlu ve Servet-i Fünûn devri şairlerinden Faik Âli Ozansoy’un ağabeyidir. Devrinde kitâbet ve inşâsıyla tanınan büyük babasının adı da Süleyman Nazif’tir. Büyük dedesi ise yine döneminin ediplerinden İbrâhim Cehdî’dir. Annesi Ayşe Hanım’ın ataları Akkoyunlu Devleti’ne mensup Hindî adlı bir Türk aşiretinin reisleridir.

Düzenli bir tahsil hayatı olmayan Süleyman Nazif ilk öğrenimine babasının görevli olarak bulunduğu Harput’ta başladı; bir süre Diyarbekir Rüşdiyesi’ne devam etti. Mardin’de kaldıkları sırada başta babası olmak üzere Abdülkerim Sâbit ve Adliye müfettişi Ferid Bey’den tarih, mantık, gramer ve edebiyat, bir Ermeni papazdan Fransızca ve Muş müftüsünden Arapça dersleri aldı. Daha küçük yaşta iken Nâmık Kemal ile Abdülhak Hâmid’in (Tarhan) eserlerini okuduğu gibi Mardin’de evlerindeki sohbetler sayesinde kültürünü genişletme imkânı buldu. Babasının Mardin’de vefatı üzerine Diyarbekir’e döndü (1891). Burada Vali Sırrı Paşa’nın aracılığıyla Muş Reji Müdürlüğü’nde, Mardin ve Diyarbekir İdare Meclisi’nde çalıştı.

Diyarbekir’de Vilâyet Matbaası müdürlüğü yaparken vilâyet gazetesinde başyazılar yazmaya başladı. O sırada Diyarbekir ve çevresinde meydana gelen Ermeni ayaklanması dolayısıyla yazdığı telgrafta kullandığı ifade tarzı ve üslûbu ile olayları yerinde incelemeye gelen Kölemen Abdullah Paşa’nın dikkatini çekti ve onun kâtibi olarak Musul’a gitti (1895). Ertesi yıl görevinden istifa edip İstanbul’a geldi. Şubat 1897’de Jön Türkler’e katılmak hevesiyle gittiği Paris’te onların lideri Ahmed Rızâ’nın çıkarmakta olduğu Meşveret gazetesinde istibdat rejimi ve II. Abdülhamid aleyhinde oldukça ağır ifadeler taşıyan yazılar yayımladı. Bir yandan Ahmed Rızâ ile aralarındaki anlaşmazlığın büyümesi, diğer yandan saray tarafından verilen bazı teminatlar karşılığında Jön Türk mücadelesinin durdurulması üzerine Ekim 1897’de İstanbul’a döndü. Padişah kendisini vilâyet mektupçuluğu ile Bursa’da ikamete memur etti. Burada yaklaşık on iki yıl kaldı ve bu süre içinde büyük dedesinin adı olan İbrâhim Cehdî takma adıyla Servet-i Fünûn’da çoğu sone tarzında manzumelerle Edebiyât-ı Cedîde mensubu şair ve yazarların sanat anlayışı doğrultusunda yazılar kaleme aldı.

1908’de II. Meşrutiyet’in ilânından sonra Konya’ya nakledilmek istenince istifa ederek İstanbul’a döndü ve fiilen gazeteciliğe başladı. 1909 yılından itibaren Ebüzziyâ Tevfik’in çıkardığı Yeni Tasvîr-i Efkâr’da İttihat ve Terakkî iktidarını ağır bir dille eleştiren yazıları yüzünden İstanbul’dan uzaklaştırılarak Basra (1909), Kastamonu (1910), Trabzon (1911), Musul (1913) ve Bağdat (1914) valilikleriyle görevlendirildi. 1912’de Hak gazetesinde siyasî yazılar yayımladı. Altı ay kadar kaldığı Bağdat valiliğinden İstanbul’a döndü ve kendisini tamamen gazeteciliğe verdi. 1918’de Cenab Şahabeddin’le birlikte Hâdisât gazetesini çıkarmaya başladı. Anadolu’da Millî Mücadele hareketinin başlamasında büyük rolü bulunan Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti’nin kurulmasına ön ayak oldu (Aralık 1918). 9 Şubat 1919’da İtilâf orduları başkumandanı Franchet d’Esperey’nin İstanbul caddelerinde at üstünde muzaffer bir eda ile dolaşması ve azınlıkların küstahlıkları üzerine sansür engelini aşarak “Kara Bir Gün” adlı meşhur makalesini yayımladı. 23 Ocak 1920 günü Pierre Loti için düzenlenen anma toplantısında yaptığı konuşma dolayısıyla şehri işgal eden İngilizler tarafından yakalanarak Millî Mücadele’yi destekleyen bir kısım arkadaşıyla birlikte Malta’ya sürüldü ve orada yirmi ay kadar kaldı. O zamana kadar Edebiyyât-ı Umûmiyye MecmuasıHazîne-i FünûnİctihadİleriMa‘lûmât ve Mecmûa-i Ebüzziyâ gibi gazete ve dergilerde yazılar kaleme alan Süleyman Nazif, Ekim 1921’de İstanbul’a döndükten sonra Peyâm-ı SabahResimli Gazete ve Yarın gibi gazetelerde yazdığı siyasî ve edebî yazılarla güç şartlar altında hayatını sürdürmeye çalıştı. Son yılları maddî sıkıntılarla geçti ve 4 Ocak 1927’de öldü, kabri Edirnekapı Mezarlığı’ndadır.

Servet-i Fünûn dönemi şairleri arasında yer alan, Sa‘dî-i Şîrâzî, Örfî ve Sully Prudhomme gibi şairleri beğenen Süleyman Nazif’in ferdî ıstırap, aşk ve tabiat konulu manzumelerinde hüzünlü, içine kapanık ve ümitsiz bir hava hâkimdir. Sosyal içerikli ve millî özellikler taşıyan şiirlerinde ise Servet-i Fünûncular’dan büyük ölçüde ayrılmaktadır. Bu şiirlerinde Tanzimat dönemi şair ve yazarları gibi Türk toplumunun çeşitli problemlerine dikkat çekmiş, 1908’den sonra yazdığı eserlerinde millî ve vatanî konulara geniş biçimde yer vermiştir. Süleyman Nazif, karakter bakımından benzerlikler taşıdığı Nâmık Kemal’in edebiyatta bir takipçisi gibidir. Yüksek bir heyecan ve hitabet özelliği taşıyan nesirleri ise Victor Hugo’nun ve yine Nâmık Kemal’in büyük ölçüde tesiri altındadır.

Edebî ve siyasî mahiyette birçok makale kaleme alan Süleyman Nazif, farklı üslûbuyla son devir Osmanlı Türkçesi’nin en başarılı örneklerini ortaya koymuştur. Yahya Kemal Beyatlı, “Nazif münşî doğmuştu” derken Ahmed Hâşim onu “kelimelerin serdarı” diye nitelemiştir. Mehmet Kaplan, zamanla yeknesak bir hal alan Türk nesri üzerinde şuurlu bir şekilde ilk defa onun düşündüğünü ve bu nesri değiştirmek için bazı imkânlar sağladığını belirtmiştir. Polemikçi bir yanı da bulunan Süleyman Nazif, İskilipli Âtıf Hoca ile oruç konusunda bir tartışmaya girişmiş, söylediklerine pek itibar edilmeyince “İmana Tasallut” adlı makalesiyle onu eleştirmiştir (Son Telgraf, 5 Teşrînisâni 1340/1924). Burada Âtıf Hoca’nın Frenk Mukallitliği ve Şapka adlı eserindeki (İstanbul 1924) görüşlere karşı çıkmış, Âtıf Hoca’nın şapka inkılâbından sonra idam edilmesi üzerine töhmet altında kalmıştır.

Süleyman Nazif, Hz. İsa’ya Açık Mektup’ta Haçlı zihniyetinin işlediği bütün suç ve cinayetleri Hz. Îsâ’ya şikâyet tarzında dile getirirken Kâfir Hakikat adlı eserinde Fas’taki Haçlı zulmüne duyulan büyük öfke ve isyanı yansıtmaktadır. Sadece Türkiye’de yaşayan hıristiyanlardan değil müslümanlardan da büyük tepki gören Hz. İsa’ya Açık Mektup çeşitli tartışma ve davalara konu olmuş, eser aynı yıl içinde üç defa basılmıştır. Ayrıca Edebiyyât-ı Umûmiyye Mecmuası’nın 1918 yılındaki sayılarında (nr. 50-63, 72) Fars şiirinin Türk şiirine tesiri ve bunun sebepleri hakkında uzun karşılaştırma ve değerlendirmeleri bulunmaktadır.

Süleyman Nazif’in çoğu İstanbul’da basılmış olan eserleri şunlardır: 

Gizli Figanlar , Firâk-ı Irâk , 1918), Malta Geceleri , Bahriyelilere Mektup , Ma‘lûmu İ‘lâm , Elcezire Mektupları , Boş Herif , İki İttifakın Tarihçesi , Batarya ile Ateş , Mektuplar , Âsitâne-i Târîhte: Galiçya , Mehmed Âkif , Hitâbe , Tarihin Yılan Hikâyesi , Lutfi Fikri Bey’e Cevap , Nâmık KemalÇal Çoban Çal , Nâsırüddin Şah ve Bâbîler , Hazret-i İsa’ya Açık Mektup , Çalınmış Ülke , Âbide-i Şühedâİki Dost (1925), Fuzûlî (1926), İmana Tasallut-Şapka Meselesi , Kâfir Hakikat), Yıkılan Müessese kitapları;

 Ayrıca Victor Hugo’nun Bir Mektubu , Lübnan Kasrının Sahibesi  adlı tercümeleriyle Külliyyât-ı Ziyâ Paşa (1924) derlemesi bulunmaktadır.

KAYNAK: TDV İslam Ansiklopedisi; müellif: Muhammet Gür

Süleyman Nazif’in 9 Şubat 1919’da İtilâf orduları başkumandanı Franchet d’Esperey’nin İstanbul caddelerinde at üstünde muzaffer bir eda ile dolaşması ve azınlıkların küstahlıkları üzerine kaleme aldığı makalesi:

KARA BİR GÜN

“Fransız generalinin dün şehrimize vürûdu münasebetiyle bir kısım vatandaşlarımız tarafından icra olunan nümayiş, Türk’ün ve İslam’ın kalbinde ve tarihinde müebbeden kanayacak bir ceriha açtı. Aradan asırlar geçse ve bugünkü hüzün ve idbârımız şevk ve ikbale münkalib olsa yine bu acıyı hissedecek ve bu hüzün ve teessürü evlad ve ahfâdımıza nesilden nesile ağlayacak bir miras terk edeceğiz.

Almanya orduları 1871 senesinde Paris’e dahil olarak, -Büyük Napolyon’un neşide-i mütehaccire-i muzafferiyâtı olan- tâk-ı zafer altından geçerlerken bile Fransızlar bizim kadar hakaret görmemişti. Ve bizim dün sabah saat dokuzdan on bire kadar hissettiğimiz ye’s ve azabı duymamıştı. Çünkü (Fransız) nâmını taşıyan her ferd, çünkü yalnız Hristiyanlar değil, Yahudi Fransızlarla Cezayirli Müslümanlar, o matem-i milli karşısında aynı telehhüf ve hicab ile ağlamış ve kızarmışlardı.

Biz ise mevcûdiyet-i milliyye ve lisâniyelerini bizim âlîcenabımıza medyûn olan bir kısım halkın hay-huy şemâtetiyle bu mâtem-i muazzezimize en acı hakaretlerin birer tokat şeklinde atıldığını gördük. (Buna müstehak değildik) diyemeyiz. Müstehak olmasaydık, bu felakete düçâr olmazdık.. Her milletin sahâif-i hayatında birçok ikbal ve idbâr sahîfeleri vardır. Fransa Kralı Birinci Fransuva’yı (Şarlken)’in mahbesinden kurtarmış ve koca Viyana şehrini kerrât ile sarmış bir ümmetin defter-i mukadderâtında böyle bir satr-ı elîm de mestûr imiş. Her hal muhavveldir. Araplar’ın güzel bir sözü var:

“Isbır feinne’d-dehre lâyesbır” (Sen sabret, çünkü zaman sabretmez) derler.”


Günümüz Türkçesiyle “Kara Bir Gün” makalesi

‘‘Fransız generalinin dün şehrimize gelişi dolayısıyla bir kısım vatandaşlarımız tarafından yapılan gösteriler, Türk’ün ve İslam’ın kalbinde ve tarihinde sonsuza kadar kanayacak bir yara açtı. Aradan asırlar geçse ve bugünkü hüznümüz ve bahtsızlığımız sevince ve mutlu bir talihe dönse bile, yine bu acıyı hissedecek ve bu hüzünle üzüntüyü çocuklarımıza ve soyumuzdan gelecek olanlara nesilden nesile ağlanacak bir miras olarak terk edeceğiz.

Almanya orduları 1871 senesinde Paris’e girdikleri sırada, Büyük Napolyon’un zaferlerini kutlamak için dikilmiş olan zafer takının altından geçerlerken bile Fransızlar bizim kadar hakaret görmemişti. Bizim dün sabah saat dokuzdan on bire kadar hissettiğimiz üzüntüyü ve azabı duymamıştı. Çünkü ‘‘Fransız’’ namını taşıyan her kişi, yalnız Hristiyanlar değil, Yahudi Fransızlarla Cezayirli Müslümanlar, o millî matem karşısında aynı keder ve utanç ile ağlamış ve kızarmışlardı.

Biz ise millî varlıklarının ve dillerinin devamını bizim âlîcenaplığımıza borçlu olan bir kısım halkın hay-huy şamatasıyla bu aziz matemimize en acı hakaretlerin birer tokat şeklinde atıldığını gördük. ‘‘Buna müstehak değildik’’ diyemeyiz. Müstehak olmasaydık, bu felakete düşmezdik. Her milletin hayat sayfalarında birçok talihler ve bahtsızlıklar vardır. Fransa Kralı Birinci Fransuva’yı Şarlken’in zindanından kurtarmış ve koca Viyana şehrini defalarca kuşatmış bir ümmetin kader defterinde böyle bir kederli satır da gizli imiş.

Araplar’ın güzel bir sözü var: ‘Isbır feinne’d-dehre lá yesbır’ (Sen sabret, çünkü zaman sabretmez) derler.

ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER

Türk İlahisi

Dedem koynunda yattıkça benimsin ey güzel toprak,
Neler yapmış bu millet, en yakın tarihe bir sor, bak.

Yerim sensin, göğüm sensin, cihânım, cennetim hep sen;
Nasıl bir zinde millet çıktı gördüm hasta sinenden.

Evet mecrûh idin, mecrûh iken de vardı imânın
Ümidin, kuvvetin, azmin, kanın, aşk-ı huruşanın.

Eğer necm ü hilâl olsaydı âfil, muzmahil, Türksüz;
Kalırdı bizce yıldızlar, kamerler, kimsesiz, öksüz.

Yaşattın, çok yaşa, tarihimi ikbâl ü izzetle
Koşar âtî, koşar mâzî seni tebcile minnetle.

Yerim sensin, göğüm sensin, cihânım, cennetim hep sen;
Nasıl bir şanlı millet çıktı gördüm canlı sinenden.

Bir Bezm-i Tarabta

Hak yolunda et fedâ-yı cân ü ten
Ziynet-î ahrârdır hûnîn kefen
Neşve vermez bâde, seyr-î gül-beden
Olsun erbâb-ı hamiyyet nâle-zen
Bir harâbe-zâra dönmüştür vatan

Âh edilsin kalb-i gam-me’nûs ile
Fikr-i mahzûn, hâtır-ı me’yûs ile
Nâle-î (vâveyl) ile (efsûs!) ile
Olsun erbâb-ı hamiyyet nâle-zen
Bir harâbe-zâra dönmüştür vatan.

Yar-ı Naim

Ne o çehrende ân be ân kararan ?..
Beni korkuttu gördüğün rü’yâ!..
O karanlık, ölümlü uykundan,
Söyle Bağdâd, uyanmadın mı daha?..

Ufk ağarmış, güneş doğar, belki
Yine her yer şükûfe-zâra döner;
Bu huzûzât içinde akşamki
Elem-i müştail de belki söner!..

Ben eminim, bu mâtemî firkat
Geçecektir.. Yine (Behişt-âbâd)
Olacaksın… eminim., âh fakat!..
Yar ü ağyâr önünde ey Bağdâd.

Hasm-ı âmâle, düşmen-i hisse
Çiğnetüb durma hurmalıklarını,
Adelâtın takallüs eylemese,
Duymasam gizli hıçkırıklarını.

Seni ölmüş.. ve büsbütün ölmüş
Sanarak münkesir, harâb olurum;
Bizi de öldürür diğer bir ölüş,
Yani senden müebbeden mahrûm

Yaşamak en fecî ölümlerden
Daha dehşetli bir musibet olur…
istemem ben ilâh-ı ekberden
Böyle bir ömr-i kâhir u makhûr!..

(Ben eminim!..) demiştim, âh fakat!..
Bazan aylar geçer de hep mahmûm,
Kalırım bir tarafta bî-tâkat. .
Seni gördükçe böyle korkuyorum!.

(Uyanırsın!..) dedim, fakat heyhât!..
Ka’rı mahşer kadar derin uyku,
Çırpınır çehresinde zıll-ı memât,
Sanki hemşîre-i eceldir bu!..

Yine gördüm bu şeb Süleymân’ı,
-Vardı mâtem nişânı tâcında,
Titriyordu erîke-i şânı
Vatanın pîş-i ihtilâcında-

Dedim:

-Ey fâtih-i güzîn-i Irâk,
-Ey Fuzûlî kasîde-sâzı olan!..-
Geçecek mi bu devr-i cevr-i firak?..
Yoksa, sen söyle, ey büyük Sultân.

Ebedî mi bu hâl-i hevl-engîz,
Bu tezelzül, bu ye’s ü izmihlâl ?..
Muhtecib âr içinde mâzîmiz,
Muhtefî korkusundan istikbâl!…

Gazel

Kalbi tahassürümde yatan yade değmesin
Mehtaba söyle hatırı nâşâde değmesin

Gülsün dilerse ömrüme bin zevk-i sermedi
Lâkin melâl-i kalbi gamâbâde değmesin

Bir an temas ederse yanar bali Cebrail
Arş-ı duada şehper-i feryada değmesin

Eyler izabe suzişi aşk ile kalbimiz
Sad el hazer bu hançeri pulâde değmesin

Hançerden ihtiraze mahal yok fakat gönül
Canlar yakan o gamze-i bidade değmesin

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen