Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi

kirmizilar.com

Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi

Yazar: Prof. Dr. Osman Turan
Yayınevi: Nakışlar Yayınevi
ISBN: 978-975-255-194-7
Sayfa Sayısı: 318
Yayım Tarihi: 2008

Hazırlayan Mehmet MEMİŞ

Milli, dini ve insani ideallere bağlı bir milletin, asırlarca, nasıl bir Cihan hakimiyeti mefkuresine erişerek yükseldiğini, “Nizam-ı alem davası ile başka milletlere ne derece adalet ve nizam getirdiğini anlatır. Türklerin, tarih boyunca, kıtalara hakimiyeti malumdur; fakat bu kudretin manevi ve mefkurevi amilleri hakkında gerektiği gibi düşünülmemiştir. Bu durum Türk milletini, tarihini ve medeniyetini anlamakta, hatta İslam ve Hıristiyan dünyalarının tekamüllerini izahta zorlanılmasına sebep olur. Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, diğer eserlerinde işlediği ortak hususları ihtiva etmesi ve Türk Tarihinin sisler ardındaki arka planını aksettirmesi bakımından yazarın en önemli eseri kabul edilir.( Kitap tanıtım yazısı)

Büyük Türk Tarihçisi Prof. Dr. Osman Turan Kitabın Başlaangıç Yazısında “Milletler millî kudret ve medeniyet hamlelerinde bu hazineden faydalandıkça tarihin onlar için faydası vardır. Bu sebeple tarih yazılıp bir kültür ve şuûr kaynağı olmadıkça, toprak altında kalan kıymetli madenler gibi, hiç bir mâna ifâde etmez. Nitekim çağımızda her ileri millet veya her medenî hamleye girişen memleket hummalı bir şekilde tarih tedkiklerine girişmiş ve onu çok yüksek bir seviyeye eriştirmişlerdir.

Türk milleti tarihte ne kadar azametli bir mevkie sahip ise onun tedkikinde ve kültür hazinesi olarak kullanılmasında da o derece geri kaldığı bir hakikattir. Bu münasebetle millî tarihin siyasî, içtimaî, iktisadî, dinî, hukukî, kültürel, edebî ve sanat bölümleri üzerinde ciddî eser ve araştırmaların ya çok az veya hiç olmadığını belirtmekte hiç bir tereddüd bulunmadığını ifâde edebiliriz. Bu durumda Türk tarihinin manevî ve mefkûrevî âmilleri hakkında bir tedkikin meydana çıkmamış ve hatta böyle bir meselenin varlığının düşünülmemiş olmasını hayretle karşılamamak gerekir.

Bu sebeple “Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi” adı ile çıkan bu eserin, bu şartlara göre, ilk bakışta yadırganması mümkündür. Lâkin millî tarihin cihanşümul azameti ve medeniyet âbidelerinin ihtişamı dolayısiyle umumî bir bilgiye ve sağlam bir muhakemeye sahip bir kimsenin bir takım büyük manevî ve mefkûrevî âmillerin mevcudiyetini düşünmesi ve böyle bir eseri de ilmî ve millî bir tecessüsle karşılaması normaldir. Büyük ve ileri milletlerin üniversitelerinde kendi siyasî düşünceleri tarihine mahsus ders veya kürsülerin konulduğuna şâhid olanlar Türklerin de tarihî fikir ve mefkûreleri olduğunu düşünmüş; bu sebeple de ilmî ve millî bir boşluğun varlığını hissetmiş olmaları tabiîdir.

Zira 12 Türk CIhân HâkImIyetI MefkûresI TarIhI muhteşem tarihi olan bir milletin bu hususta elbette zengin malzemeye ve hazinelere sahip bulunduğunu istidlal etmekte isabet vardır. Filhakika milletlerin tarihleri ile siyasî düşünce ve inançları arasında, zarurî olarak, bir takım münasebetlerin bulunması muhakemesi bize de Türk tarihi üzerinde müessir mefkûrevî âmilleri düşünmeği telkin etmiş ve nitekim yirmi yıldan beri devam eden araştırmalarımız bu duygu ve düşüncelerin hem varlığını ve hem de tarihin inkişafında büyük rollerini sarahatle göstermiştir.

Gerçekten “Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi” veya “Türk Dünya nizâmının mîllî, islâmî ve insanî esasları” adını alan bu eser bu istikamette ilerleyen ve gittikçe kaynak malzemesi zenginleşen çalışmalarımızın bir mahsûlü olarak vücuda gelmiştir.” Şeklimde   kitabın ortaya çıkışını ve milli tarih açışımdan önemli bir boşluğu doldurduğunu açıklıyor. Zengin muhteva ve kaynaklar ı ile bize genel Türk tarihini, onun gerisinde bulunan amilleri, kültürel ve manevi  unsurları anlatıyor. Yazar adeta,Türk miiliyetçiliğinin ideologyasını   “Türk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi” veya “Türk Dünya nizamının milli, İslami ve insani esasları” adını alan bu eserle ilmik ilmik işliyor.

Kitap Türk TarIhIne GIrIş,  İslâm’dan Önce Türk CIhân HâkImIyetI Mefkûresi,  Türk-İslâm CIhân HâkImIyetI Mefkûresi,  Osmanlılarda CIhân HâkImIyeti,  Osmanlı AzametInIn Duraklaması  bölümlerinden oluşmaktadır. Eser “. Sultan Mahmud ile açılan  bir medeniyet yolunun Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet inkılapları ile bir türlü gayesine doğru yönelmediğini ve ilmin halledemeyeceği bir zorluk bulunmadığını bundan sonra tetkik ve izaha çalışacağız.” Cümlesi ile bitiyor. Bu mühim mesele Tanzimat’tan sonraki devri içine alan III. cildin ve “Dünya buhranı karşısında Türk-İslâm medeniyetinin ihyası” adlı eserimizin mevzuunu teşkil edecektir. Notu düşmesine rağmen üstat  O. Turan, böyle bir eseri yayınlayamadan hakkın rahmetine kavuşmuştur. 

İslam-Türk Mefkuresinde İstanbul ve Kızıl Elma Efsanesi

“İstanbul muhakkak fethedilecektir. Bu fethi  yapayacak hükümdar ve ordu ne mükemmel insanlardır. ” (Hazreti Muhammed) 

TüRK-İSLAM MEFKÜRESİ’NDE büyük bir ehemmiyet kazanan İstanbul deniz ve karaların bitiştiği, harikulade tabiat ve iklim şartlarının birleştiği, Allahın çeşitli güzelliklerle bezediği, müstesna coğrafi ve siyasi mevkii, tarihin pek çok eser ve hatıralarla yumaklandığı emsalsiz bir beldedir.

Üç kıtaya hakimiyetin dayanağı ve cihanın idare merkezi olmağa layık bir beldeyi itina ile yaratan Allah’ın sevgili peygamberi de şehirlerin tacı İstanbul’u hak dinin gazi ve hamileri olan Müslümanlara nasip edeceğini hadisler ile tebşir etmişti. Milli ananeye uygun düşen bir hadis rivayetine göre Allah’ın askeri sayılan Türklerin en asilini Oğuz Han’ın torunları arasında Kayı Han nesli Osmanlılar teşkil ediyor ve bu hadise de Osmanlılar mazhar oluyordu. Fatih Sultan Mehmed’e kadar Osmanlı devleti gövdesi ve ayakları Anadolu’da ve Rumeli’de, başı da İstanbul’da Bizans’ın elinde bulunuyordu.

Kudretli Osmanlı devleti süratle bu duruma nihayet vermek mecburiyetinde idi. Bundan başka Selçukluların Anadolu’da ve Osmanlıların da Rumeli’de yerleşmelerinden beri ardı kesilmeyen Haçlı taarruzları da çok defa İstanbul’ da ve Roma’ da hazırlanıyor; bu sebeple de Türklerin emniyeti için ilk defa İstanbul’un fethi gerekiyordu. Esasen İstanbul’un fethini bir kaç asır geriye atan da bu Haçlı seferleri idi.  Halbuki bu amillerin de üstünde İstanbul Türk ve İslam mefkurelerinde çok yüksek bir mevki işgal ediyor; Hazreti Peygamber’in hadisleri ile kudsileşen bu belde milli ve dini emellerin mihrakı olmuş ve Türklerin hasretini üzerinde toplamıştı.  Bu şehir Hıristiyanlık tarihinde Kudüs, İskenderiye, Antakya ve Roma gibi Havarilereler tarafından ziyaret edilip kilise kurulan ve bu sebeple de kutsiyet kazanan bir belde değildi. Halbuki İstanbul Hazreti Peygamber’in hadisleri, Kur’an’ın işaretleri ve sahabeden bir zatın metfun bulunması sayesinde İslâiyet nazarında mukaddes bir belde hüviyetini kazanmıştı. Böylece Hıristiyanlıkta mevcut olmayan bir kutsiyet  İslâmiyette bütün unsurları ile tekevvün etmişti. Bu sebeple Emevi ve Abbasi halifelerini, Türk sultanlarını İstanbul’un kurtarılmasına zorlayan âmiller arasında bu dini unsur başlıca rolü oynar ve fethe ilahi bir emir ve mazhariyet mahiyetini verir.

Osmanlı padişahları tarihi Türk cihan hakimiyeti mefkuresine eskiden daha kuvvetli olarak bağlanırken İstanbul’u bu hakimiyetin ilk merhalesi ve merkezi sayıyorlardı. Türk siyaset ve fikir adamları arasında gelişen bu milli ve İslâmi mefkurenin halk kitlelerine ve askerlere “Kızıl-elma” adı ve efsanesiyle yayılması çok dikkate şayan olup İstanbul’u sembolleştiriyor ve Türkler için ona sahip olma emelini teşkil ediyordu. Ayasofya’nın önünde dikili bir .sütun üzerinde, at üstünde bulunan Justinianus heykelinin bir elinde kızıl bir küre olup Türk Kızıl elması ve cihan hakimiyetinin hedefi idi.

Bu küre imparatorun dünyayı elinde tuttuğuna delâlet ediyordu· “Cihan hikimiyeti” tılsımının yazılarını taşıyordu. Hıristiyan seyyahlarına  göre bu altın kızıl küre Bizans imparatorluğuna uğur getiriyordu. XIV’üncü asırda heykelin ve kürenin (Kızıl-elmanın) düşmesi bir çok ülkelerin kaybına, yani Türkler tarafından fethine ve imparatorluğun sukutuna bir işaret sayılmıştı. İşte Bizans’ın devamı için uğurlu bir tılsım sayılan bu küre Türklerin Kızıl-elması olup ona sahip olmak veya İstanbul’u almak emeli Türk cihan hakimiyeti mefkuresinin bir sembolü olmuştu. Türkler cihan hakimiyeti mefkurelerine bağlanarak Kızıl-elmaya doğru koşarlarken Bizanslılar da tersine manevi sukutları ile birlikte maddi çöküntülerinin de mukadder olduğuna inanıyor; bu heykel ve tılsımın düşmesini de, kafalarına yerleştirerek, buna bir delil sayıyorlardı.

Gerçekten dünya hakimiyetini temsil eden bu heykelin Anadolu’yu gösterdiğine ve imparator Justinianus’un “beni yıkacak kimsenin buradan geleceğini” söylediğine dair bir rivayet de Rumlar arasında yayılmıştı. Başka bir kehanete göre de ” İstanbul şehri Konstantin adlı bir hükümdar (son imparator) zamanında kaybedilecektir”. İstanbul’un sukutuna dair daha başka kehanet ve efsaneler de mevcut olup Türk cihan hakimiyeti mefkuresi karşısında Rumların nasıl bir manevi çöküntü içerisinde bulunduklarına aşağıda da temas edilecektir İstanbul un fethinden sonra Türk cihan hakimiyetinin sembolü olan Kızılelma oradan Roma’ya, St. Pierre’in kubbesine, yani Katolik dünyanın merkezine intikal eder.

Fatih zamanında girişilen İtalya (Otranto) seferi bu intikalin maddileşen bir tezahürüdür. Fakat Osmanlılar Kanuni Sultan Süleyman devrinde Haçlı taarruzlarının kaynağı olan Roma Papalığına (Rim Papa) hakim olabilmek için karşılarına çıkan Alman imparatorluğunu ve Beç (Viyana) şehrini düşürmek zaruretini anladılar ve bu sebepledir, ki Fatih Sultan Mehmed tarafından teşebbüs edilen İtalya’nın fethi tehir edildi. Bu suretle de Türklerin Beç Kızıl-elması teşekkül etti. Filhakika, “Beç şehri ve kalesi Alman Kızıl-elması veya Kızılelma seddi” adını aldı.

Evliya Çelebi’ye göre “cemi’ Macar, Nemçe (Alman), Latin ve Yunan tarihlerinde bu Beç Kızılelmasmı ve Rim Papa (Roma) Kızılelmasını Osmanlıların alacağı musarrahtır”. Kanuni Sultan Süleyman Beç’i muhasara (1 529) eyledi; lakin kış geldiği için muhasarayı bırakıp çekildi. Bu cihangir padişah kışlaları ziyaret eder; askerlerin şerbetini içer ve onlara bardağı altın doldurup hediye yapardı. Ayrılırken askerlere “Kızılelmada  buluşuruz” cümlesiyle de onları okşar ve ideallerini canlandırırdı. Zira Yeniçeriler arasında Kızılelma efsanesi çok yaygın olup “Destiye kurşun atar; keçeye kılıç çalar; Kızılelmaya dek gideriz” sözü onların ta’lim, ideal ve fedakarlıklarını ifade ederdi.

*****

Osmanlı Azametinin Devamı

Yüksek bir hayatiyete sahip Osmanlı Türkleri “Devlet-i ebed müddet”in milletlerarası yüksek ve mudil (complexe) bir siyasi makina olduğunu biliyor, onun haşmet, zarafet duygularına uygun muaşeret adabı ince teşrifat usulleri ve nezaket kaideleri de yaşıyordu. İmparatorluk, hanedanı ve kurucuları, ordusu, dili, edebiyatı, mimarisi, musikisi, güzel san’atları, ilim ve kültür adamları, tarihçileri ile Türk; din, ahlâk ve mefkûresi  ile İslami ve milli olmakla beraber milletlerarası nizamı yüksek ve sağlam siyasi bir camia idi. Çünkü imparatorluğun umumi nizam ve kanunları içinde tam bir ahenk ve sağlam bağlar mevcud olmakla beraber her millet, her din, her mezhep ve her meslek kendi ırki, lisani, kültürel ve an’anevi şahsiyet ve hususiyetlerini muhafaza ediyor ve bu suretle imparatorluğun bir unsurunu teşkil ediyordu. Tarihte müstesna mevkiini muhafaza eden bu kudretin kaynaklarını ve asırlarca bu makinayı işleten amilleri burada bir kere daha hülasa edelim:

 l} Anadolu’da yüksek hayatiyeti olan bir nüfüs kesafeti ile birlikte Türkİslam medeniyetinin yeni bir filiz halinde gelişmesi;

 2) Milli-İslami ahlak, fazilet ve mefkurelerin tam ve ahenkli imtizacı ile Dünya nizamı ve cihan hakimiyeti davasının en yüksek bir dereceye erişmesi; 

3) Tasavvuftan gelen ilahi kudretin ferdi kurtuluştan İslamın Hak ve adalet yolunda içtimai bir cihada inkılap etmesi;

 4) Bütün İslam dini mezhep ve tarikatlarının ayrılıklar ve tefrikalardan kurtarılıp aynı büyük mefkure uğrunda birleştirilmesi;

 S) Bütün kavim, din ve mezhep mensupları arasında müsamaha ve adaletin sağlanması;

 6) Büyük fedakarlıklara katlanılarak “Nizam-ı alem” ideali ile merkeziyetçi ve istikrarlı bir devlet makinasının kurulması;

 7) Devlet mülkiyeti (Miri) sayesinde büyük toprak sahipleri ile topraksız veya esir köylü sınıfları ve bunlar arası uçurumlara meydan verilmemesi, her çiftçiye işleyebildiği kadar arazi sağlanarak tarihin kaydetmediği bir içtimai adaletin kurulması ve bu suretle zirai istihsal ile birlikte refahın artırılması;

 8) Dini ve iktisadi esaslara dayanan Ahilik ve esnaf teşkilatının şehir ve kasabalarda yüksek bir ahlak ve içtimai bir nizam amili olması; 

9) Osmanlı ordusunu teşkil eden Yeniçeri ve Timarlı sipahi teşkilatının mükemmelliği, Türk askerlerinin yüksek hasletleri yanında ordunun disiplin, teknik ve silah üstünlüğü;

 10) Tarihin hiç bir hanedan ve devlete nasib etmediği hayatiyetle Osmanlı hanedanının ilk on büyük insanı, birbiri ardından padişahlık makamına getirmesi; 

11) Merkeziyetçi muazzam bir imparatorluğun başında bulunmalarına rağmen, başka hükümdarlardan farklı olarak, milli ve İslami kanun ve an’anelere bağlı kalan, ulema ve umumi efkarın murakabesi altında bulunan sultanların keyfi, müstebit idareye, zulme ve hatta eğlenceye sapmamaları

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen